Büyümenin Dinamikleri ve Türkiye İçin Alternatif Bir Yol Aramak
Neoklasik iktisat, uzun yıllardır ekonomik analizde baskın bir paradigma olarak kabul edilmiştir. Arz ve talep arasındaki dengenin, bireylerin rasyonel kararları ve piyasa mekanizmalarının işleyişi ile sağlandığını savunan bu yaklaşım, ekonomik sorunların büyük ölçüde bireysel tercihlerin optimizasyonu yoluyla çözülebileceğini öne sürer. Örneğin bu optimizasyonun bir adımı, doğası gereği rasyonel düşünmeye ihtiyacı olmadığı iddia edilen devletin, piyasa işleyişinden mümkün olduğu kadar uzak tutulması olmaktadır. Piyasa ekonomisinin ya da kapitalizmin paradoksal bir yapıda olmadığı, bu inancın özünü oluşturur. Bu sebeple ana akım politik ekonomi, “optimize edilmiş” bir piyasa ekonomisinde zaten bölüşümün bir sorun olmaması gerektiğine kanaat getirerek odak noktasını büyümeye vermektedir. Aslında büyüme ve bölüşümün birbirinden koparılması, ekonomi biliminin sosyal içeriğinden de koparılması anlamına gelir. Zira artık odak, insan-insan ilişkilerinden insan-nesne ilişkilerine kaydırılmıştır.[1]
Bunların yanı sıra ekonominin ana ateşleyicisinin arz yönünde olduğu kabul edilmiştir. Arzın büyümenin ana odağı olmasına dair ideolojik söylem, karlara dayanan bir büyüme hipotezini yaratmıştır. Genel kabule göre gelir vergilerini düşük tutmak, devleti yatırımlardan mümkün olduğunca uzak tutmak ve piyasa regülasyonlarından vazgeçmek gibi eylemler nihayetinde kişisel tasarrufları artıracaktır. Artan tasarruflar, en üst gelir dilimleri adına yatırım artışı olarak yorumlanırken alt dilimler için talep artışı olarak ele alınır.[2] Böylece Damlama (Trickle-down) adıyla karşımıza çıkan bu teori, iktisadi fazlanın ücretlerden daha çok karlarda toplanması gerektiği soncuna vararak öncesinde vurguladığımız üzere büyümeyi bölüşüm olgusundan ayrı değerlendirmiştir. Bölüşümün ve dolayısıyla gerekli talebin dolaylı yollardan zaten oluşacağı inancı, ücretlerin sadece maliyet kalemi olarak görülmesini sağlamış, aynı zamanda bir talep kaynağı olarak da ele alınmasını zorlaştırmıştır.
Gözden kaçırılan bir başka nokta da tasarruflar ve yatırımların doğasıdır. İngiliz düşünür John Hobson’ın The Physiology of Industry adlı kitabından bir kesit aktarırsak: “Tasarruf mevcut sermaye toplamını artırırken, aynı zamanda tüketilen faydaların miktarını da azaltır (…) bu nedenle daha fazla sermaye birikimine neden olması kaçınılmazdır ve bu fazla genel aşırı üretüm şeklinde var olacaktır.”
Hobson’ın sunduğu iktisadi döngünün temel noktası, anlaşılacağı üzere arz fazlasıdır. Keynes, Hobson’ın teorisini tabiri caizse ters çevirmiş, sorunu aşırı üretimde değil eksik tüketimde aramıştı. Ona göre devlet, ekin talebin altında dengelenebilen talep düzeyinin artırılması adına yatırımlarda bulunmalıydı. Aynı zamanda “insanlar zenginleştikçe gelirlerinin daha azını tüketir” fikrini savunan Keynes, gelir dağılımını düzeltici birtakım vergilerin de talebi canlandırma işlevi gördüğü için desteklemişti.[3]
Joan Robinson’ın analizleri bu kısma ışık tutar. Elbette gelirlerin tasarrufları da artırması doğal bir durumdur. Ancak bölüşümün ikinci plana atıldığı bir düzende kapitalistlerin tasarrufları daha çok şişecektir ve bu yatırım eğilimlerini zamanla azaltacaktır. Çünkü gelirler artıkça tasarrufların yatırımlara üstünlük kurduğu bir çarpan etkisi devreye girer.[3] Tasarruflardaki aşırı şişme, başta mülkiyet eşitsizliği gibi çeşitli gelir dağılımı problemlerini de bir arada getirir.
Sınıf Çatışması, Gelir Dağılımı ve Büyümek
Polonyalı iktisatçı Michal Kalecki, yatırımların doğası üzerine yaptığı çalışmların yanı sıra bölüşüm olgusunu iktisadının merkezinde ele alarak çığır açıcı katkılarda bulunmuştur. Ona göre neoklasik teorilerinin aksine tam rekabet varsayımı yanlıştır. Kapitalist ekonominin doğasında tam rekabetin değil tekelci piyasaların hâkimiyeti vardır. Bu önerme, maliyet ve fiyatlamanın, ağırlıklı olarak firmaların ve çalışanların piyasadaki güçlerince yönlendirildiği sonucuna varmaktadır.[4] İşte burada Kalecki, ekonomik ilişkileri birbiri ile çatışan iki sınıfın varlığı altında incelemek gerektiği sonucuna varmıştır: İşçiler (ücretliler) ve kapitalistler (sermaye sahipleri ve rantiyeciler). Bu düzlemde ücretlerin, karların ve fiyatların belirlenmesi; işçiler ve kapitalistler arasındaki mücadele ve pazarlığın kurumsal ve sosyal ayaklarıyla gerçekliğe yansıdığı, oldukça dinamik ve karmaşık bir süreçtir.[5]
Kalecki, oluşan satın alma gücünü yani talebi, karların veya ücretlerin daha ağır bastığı senaryolarda inceleyerek bir döngüsellik arar. Kaleckiyen iş döngüleri (buisness cycle) adını verdiğimiz bu düzeni en saf haliyle şöyle ifade edebiliriz: Kapitalist ekonomide yatırımlar, büyük oranda kâr beklentilerine bağlıdır. Yüksek kârlılık beklentisi, firmaların yatırımlarını artırmasına yol açar. Yatırım arttıkça, üretim ve istihdam artar, bu da talebi canlandırır. Boom (Büyüme) Dönemi olarak adlandırılan bu evrede artan istihdam ve tüketim, büyümenin devam etmesine katkı sağlar. Ancak bu dönemde işgücünün pazarlık gücü artar[6], ücretler yükselmeye başlar bu da önce kârları sonra kâr beklentilerini düşürecektir. Bu durum, firmaların yeni yatırımlar yapma iştahını azaltır, durgunluk(resesyon) dönemi kapıdadır. Yatırımlar azalınca üretim ve istihdam da düşer, bu da talepte azalmaya yol açar. Talep daralması ise daha fazla yatırım düşüşüne ve sonuç olarak durgunluğa neden olacaktır. İşte burada göründüğü üzere kapitalizm döngüselliğinde sistemin çelişkilerinden biri olan ücretler ve kârlar arasındaki gerilimin payı büyüktür. Eğer sistem, 19.yyda olduğu gibi serbest bırakılırsa durmadan yıkıcı krizler üretecektir. Şöyle ekler: “Tam istihdamdaki bir kapitalist ekonomide kârlar, 19. yüzyıl tipi bir laissez-faire ekonomisindekine göre daha yüksek olacaktır. Ancak, işverenler sınıfsal içgüdüleriyle “toplumsal disiplini” elden bırakmamak için işsizlik yaratarak (daha düşük kârlarla) işleyecek bir ekonominin kendi açılarından daha güvenceli olacağını keşfedeceklerdir.”[7]
Bu keşifle kapitalistler, piyasa üzerindeki güçlerini kaybetmemek adına döngüyü durdurmak istediklerinde başka bir döngüye kapı aralarlar. Gerçekten de kar beklentileri sabit kalsa ve yatırımlar artmaya devam etse de bu sefer ücretlerin yani ana talep kaynağının onu takip edemediği bir sürece gidilebilir. Bu durum, uzun vadede karların düştüğü ve yerini yine durgunluk ve enflasyon gibi başka problemlere bıraktığı bir sonuca gider.[8]
Döngüyü Berraklaştırmak
Kalecki’nin ortaya attığı bu döngüsellik onun ölümünden sonra da üzerinde çalışılan bir konu olmuştur. Neo-Kaleckiyen büyüme modelleri adı verilen bu modellerle, ülkelerin belirli zaman aralığında büyüme karakterinin kar-çekişli mi yoksa ücret-çekişli karakterde mi olduğuna dair çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu çalışmalardan en ünlüsü Amit Bhaduri ve Stephen Marglin’in öne sürdüğüdür. Bhaduri-Marglin döngüsü iki büyüme modelinin de kendi içinde iki alt rejime daha bölündüğü iddia etmiştir. Bu yolla büyüme rejimleri, çatışmacı veya canlandırıcı bir karaktere de sahip olmaktadır.[9] Sonuç olarak rejimler sırasıyla a) kâr-çekişli çatışmacı, b) kâr-çekişli canlandırıcı, c) ücret-çekişli çatışmacı, d) ücret-çekişli canlandırıcı olmak üzere dörde ayrılmaktadır. Kâr payı artışının toplam talebi artırdığı rejimlere kar-çekişli, azalttığı büyüme rejimlerine ise ücret-çekişli demekteyiz.
Robert Blecker, bu analizlere açık bir dış ticaret rejiminin büyüme modelini nasıl etkileyebileceği hakkında çalışarak çeşitli katkılarda bulunmuştur. Örneğin, eğer bir ülke ücret-çekişli büyüme karakterine sahipse, yüksek ücretlerin yurtiçi talebi artıracağını, ancak aynı zamanda bu durumun ülkenin dış rekabet gücünü olumsuz etkileyebileceğini belirtir. Yüksek ücretler, yurtiçi tüketimi artırsa da ihracatta rekabet gücünü azaltabilir, bu da ekonomik büyümeyi sınırlandırabilir. Bu sebeple ülkeler dış ticarette fazla vermek adına ücretleri baskılayabilmektedir.[10]
Bu durum sınıf çatışmasını çok daha değerli bir konu haline getirecektir. Şöyle ekler: “Ücretler lehine yeniden bölüşüm ile uluslararası rekabeti sürdürmek arasındaki olası çelişki, isçilerin çıkarları ile kapitalistlerin çıkarlarının memnun edici bir şekilde uyuşması yönündeki başarı şansını büyük oranda azaltmaktadır.”[11]
O halde dış ticaret dinamikleri bir ülkenin talep rejimini ve bölüşüm mekanizmasını oldukça fazla etkileyebilmektedir. Yine örneğin ücretlerin payının arttığını varsayalım ve Blecker’in öne sürdüğü gibi bu durum, işletmeleri uluslararası rekabette aksattığı için dış talepte bir düşüş meydana getirsin. Eğer artan ücret payının yarattığı ek talep, bu düşüşü karşılayabiliyorsa, söz konusu ülke, ücret-çekişli bir rejime sahiptir diyebiliriz.
Rejim ve Politika Uyumu/Uyumsuzluğu
En can alıcı noktaya gelirsek eğer büyüme rejiminin hangi karakterde olduğunu saptayabilirsek bu, sağlıklı bir büyüme için nasıl politikalar gütmemiz gerektiğini de bilebiliriz demektir. Zira uygulanan politikalar ile rejimin karakterindeki uyumsuzluk orta ve uzun vadede tatmin edici büyüme oranlarından uzaklaşılacağını gösterir.
Tablo 1 Rejimlerin karakterleri ve uygulanan politikaların etkileri (Kaynak: Marc Lavoie ve Engelbert Stockhammer, Wage-led Growth: Concept, Theories and Policies)
Tablonun dört köşesini ayrı ayrı incelediğimizde daha berraklaşacaktır. Örneğin kâr-çekişli bir rejimde emek piyasasını esnekleştirmek, kurumlar vergisi gibi doğrudan vergileri hafifletmek ve toplu sözleşmeleri yasal açıdan daha etkisiz kılmak gerçekten de büyümeyi besleyebilecektir. Ancak artan eşitsizlik ve dış ticaretteki talebin doğal sınırları, rejimi zamanla ücret-çekişli bir karaktere sokacaktır. Bu değişim saptandığında hükümetlerin yapması gereken, örneğin sendikal hareketleri kuvvetlendiren ve artan oranlı vergilerde artışa giden ve asgari ücrete dikkate değer zamlar yapan bir yapıda olmalıdır.
Aslında görüldüğü üzere Büyük Ilımlılık Dönemi boyunca neoliberal ülkelerdeki büyüme oranlarının Keynesyen dönemin yanında güdük kalmasının[12] sırrı burada yatar. Rejimler, tekrar ücret-çekişli bir karaktere büründüğünde gereken pro-işçi politikalar izlenmemiş bu da büyümeyi sakatlamıştır. Ortaya çıkan resesyon tehlikesi, iç talebin emek yanlısı olmayan bir yolla çözülmesi ile bir süre daha ertelenmiştir. Bu yol akla geleceği üzere borçtur.
Finansallaşma ve bankacılığın de-regüle edilmesi, hanehalkı borçlanmasını oldukça kolaylaştırmıştır. Bu durum, dış ticaretin veya emek verimliliğinin sağlayamadığı kârların, iç talebi borçlanma yoluyla yani suni bir şekilde canlı tutarak pro-kapitalist politikaların hayatta kalmasını sağlamıştır.[13] Kâr-çekişli büyümenin yapay bir taklidini ortaya koyan bu politikalar, sürdürülebilir değildir zira özel borçluluk ve regüle edilmemiş finans piyasaları ‘finansal istikrarsızlık’ döngüsünü[14] körüklemektedir.
Oyvat, Öztunalı ve Elgin’in yakın zamanda yaptığı bir çalışmada belirttikleri üzere: “Öncelikle, hanehalkı borçluluğunun artması, orta vadede emek kesiminin üzerine ek bir faiz yükü bindirerek, emek kesiminin harcama kapasitesini zayıflatıyor. Eğer emek kesimi ücretlerinin baskılanması karşısında artarak borçlanmaya devam ederse bu borçlanma sürdürülemez bir hale gelecek ve ekonomiyi bir krize sürükleyebilecektir. Finansal regülasyonların daha zayıf olduğu, finansal inovasyonların daha yaygın olduğu ülkelerde, hanehalklarının aşırı borçlanabilmeleri daha kolay olmakta, bu ülkelerin krize girebilme ihtimalleri daha da artmaktadır”[15]
Tablonun diğer tarafı hükümetlerin pro-işçi politikalardan yana olduğu senaryoları ifade eder. Eğer rejim, kâr-çekişli bir karakterde ise bu politikalar kaçınılmaz olarak ekonominin yavaşlaması ile son bulur. Düşen kâr beklentileri, yatırım kıtlığını ve işletmelerin hayatta kalmak için borçlanıp durduğu bir çıkmazı doğuracaktır. Nihayetinde işsizlik ve yüksek enflasyonun el ele görüldüğü stagflasyon olarak hayatımızda yer eder. Bu dönemde hükümetler hayat pahalılığına umutsuzca ücret ve istihdam artışları ile cevap vermeye çalışır. Örneğin 1972 yılında dönemin Britanya Başbakanı Heath, ücret artışlarını hayat pahalılığına endekslemek gibi bir politika izleyerek bahsettiğimiz hataya düşmüştür.[16] Bu senaryo gerek neoliberal sağın gerekse Marksist solun sosyal adalete duyarlı bir kapitalist ekonominin imkansızlığını ifade etmek için kullandığı bir argümandır. Ancak şu ana kadar anlaşılacağı üzere problem, doğru rejimde doğru politikaları uygulamak etrafında dönmektedir.
Sonuncu ve bizce en değerli olan senaryo, ücret-çekişli bir rejimde pro-işçi temelli politikaların sürdürüldüğü sistemdir. Savaş sonrası Keynesyen refah dönemini temsil eden bu sistem, gerek alternatiflerine göre daha uzun süreli uygulanabilirliği[17] gerekse adil bölüşümcü yapısı ile öne çıkar. Üstelik ücret-çekişli bir büyüme, yani daha yüksek reel ücretlerin, firmaları kârlılıklarını korumak için emek verimliliğini artırmaya teşvik etmektedir. Mevcut kanıtlar, reel ücret büyümesinin emek üretkenliği büyümesi üzerinde uzun vadede olumlu bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir.[18] Pro-kapitalist politikalara dönüldüğü 1980’lerden beri Batı’da emek verimliliğinin daha yavaş arttığı düşünülürse bu önemli bir konudur.
Senaryolar incelediğimizde özellikle gelişmekte olan ülkelerin uzun vadeli büyüme planlarını ücret-çekişli bir rejimin inşa edilmesi yönünde yapması bizce en sağlıklı yol olacaktır. Evet, ülkelerin sahip olduğu rejimler yukarıda özetlediğimiz üzere bir değişim göstermektedir ancak bu değişimlerin dış etkenler (savaş, pandemi) kadar iç etkenlerle (kurumlar) de belirlendiği gözden kaçırılmamalıdır. Ticari, finansal ve emek piyasası kurumlarının uzun vadede ücret-çekişli bir rejime uygun düzenlenmesi şüphesiz rejimi daha ücret-çekişli hale getirecek bu da pro-işçi politikaları için uygun bir zemin yaratacaktır. Aslında gelir eşitsizliğini azaltmak gibi politikaların ücret-çekişli bir rejime katkı sağladığına yönelik çalışmaların da varlığı[19], bize emek yanlısı politika ile ücret-çekişli rejimin birbirlerini besleyen olgular olduğunu da öğütlemektedir.
Zaten son yıllarda yapılmış araştırmalara göz gezdirdiğimizde pro-işçi politikalar tercih edilmese dahi orta-büyük ekonomilerin büyük bölümünün ücret-çekişli olduğunu görmekteyiz.[20] Üstelik sadece ülkelerin değil OECD, AB hatta dünyanın kendisinin dahi ücret-çekişli bir rejime sahip olduğu ortaya koyulmakta.[21] Bu durum, Neoliberalizmin soldan aşılmasının hiç olmadığı kadar mümkün olduğunu gözler önüne seriyor. Neo-kalkınmacılık[22] diye adlandırabileceğimiz bu yol, özellikle Neoliberal düzenin defolarına daha duyarlı olan gelişmekte olan ülkeler için bir çıkış vaat ediyor.
Türkiye’nin Düzeni
İşgücü maliyeti adı verilen olgu; adını sık sık duyduğumuz, özellikle ürün fiyatlarına yapılan zamlarda öne sürülen ana sebeplerden biri. Ancak bir konuda daha işimize yarıyor. Eğer işgücü maliyetini toplam maliyete bölersek bir oran elde ediyoruz. Bu oranın yüksek olması bize o sektörün emek-yoğun, düşük olması ise işbu sektörün sermaye-yoğun olduğunu gösterir. Sektörün sermaye-yoğun hale gelmesi büyük oranda teknoloji ve eğitim yani verimlilik meselesidir. Bazı sektörler ise doğası gereği emek-yoğundur. Türkiye’nin en aktif olduğu tekstil, inşaat ve turizm gibi sektörler bunların başında gelmektedir. İşgücü maliyetlerinin en ciddi gider kalemi olduğu bir durumda kârları arttırma meselesi, haliyle işçi-kapitalist çekişmesinin sonucuna çok daha kuvvetle bağlı olacaktır. Bunun duyarlılığı içinde gelişmiş ülkeler, çatışmanın daha kuvvetli olduğu bu sektörleri başka ülkelere taşımştır. Bu akıştan pay kapan ülkelerden biri olan Türkiye de, aslında dertlerin havale edildiği bir durumda kalmıştır.
Bir diğer nokta ‘Büyük Ilımlılık Dönemi’ boyunca gelişmiş ülkelerdeki düşük enflasyon düzeninin de yine emek/sermaye yoğun sektörler farkıyla okunabilecek olmasıdır. Zira bu sektörler, arz ve talep değişimlerine farklı tepkiler veririler. Emek-yoğun sektörler; talep artışına fiyatları arttırarak, talep düşüşüne ise üretimlerini düşürerek yanıt verme eğiliminde olurlar. Sermaye-yoğun sektörler ise talep artışı ve düşüşüne sırasıyla üretimi artırarak ve fiyatları düşürerek yanıt verir.[23] Bu kabulden yola çıkarsak emek-yoğun sektörlerin hâkim olduğu bir ülkede, kronik bir enflasyon ve işsizlik sorunu yaşanması muhtemeldir. Türkiye’ye havale edilen dert budur. Kemer sıkmak veya sıkı para politikası gibi önlemlerin ise sorunu sadece parasal temelde değerlendirdiği için çözüm olmaktan çok uzak olduğu açıktır.
Politika Önerileri ve Yeniden Kalkınma
O halde sıkışmışlığı aşmanın yollarından biri sermaye-yoğun sektörleri güçlendirmekten hatta inşa etmekten geçecektir. Geçişin ana ateşleyicisi bizce devletin bu sektörleri bizzat yaratması olacaktır. Bu savın nedeni, sermaye-yoğun sektörlerin alameti farikası olan teknolojik yeniliğin, zaten bizzat devletlerce yaratılmakta olduğudur. Hayatımızın parçası olan birçok teknoloji ya devletlerce geliştirilmiş ya da geliştirilmesi adına fonlanmıştır.[24]
Bu farkındalığı literatüre aşılayan Mariana Mazzucato’nun temel tezi, özel sektörün risk alabildiği noktaya kadar girişimciliğin devlet tarafından üstlenilmesidir. Çünkü özel sermaye, uzun ve riskli yatırımlar yapmakta devletlere göre daha temkinli olmak zorundadır. Risklerin azalması ve getiri süresinin kısalması ile sahne, özel sektöre devredilir. Devlet, sıradaki yeniliği yaratmaya koyulur. Buraya düşülecek bir not da yeniliğin yaratım sürecinde devletin ‘crowding-out’ fenomenine sebep olmadığıdır. Zira yukarıda belirtildiği koşullarda özel sektör, zaten faaliyet göstermeye eğilimli değildir ve kapasite kullanım oranları zaten düşüktür.[25]
Ek olarak, gelişmekte olan ülkelerden de söz etmek gerekecektir. Çünkü bulundukları durum gereği yani kalkınma serüvenlerini henüz tamamlayamamış olduklarından farklılaşırlar. Bu sebeple gelişmiş ülkeler adına tasarlanmış olan ‘girişimci devlet’ hipotezinin ötesini düşünmek zorundayız. Zira gelişmekte olan ülkelerdeki özel sektörün faaliyet gösterme kapasitesini gelişmiş ülkeler ile aynı kabul etmek, fazla iyimser bir kabul olacaktır.[26]
İlk olarak, devlet ve piyasa birbirini dışlamak zorunda olan yapılar olarak ele alınmamalıdır. Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’ünde ortaya koyduğu gibi devlet ve piyasa ikilisi müşterek bir siyasal düzen kurucusu olarak kabul edilmelidir. Son yıllarda ortaya atılan anaakım dışı çoğu devlet tanımı, bu müşterekliği tasdikliyor. Zaten neoliberal revizyonizmin şöhretine rağmen aktif devlet tipi; kalıntılarını, dinamiklerini ve elemanlarını kaybetmemiştir ve tarihsel olarak bakıldığında hala olumlu bir imge çizmektedir. Dolayısıyla ‘devletin ekonomiden geri çekilmesi’ değildir söz konusu olan, biçim değiştirmesidir.[27] Gerektiğinde bu biçim, tekrar değişebilecektir.
İkinci olarak eklenmesi gereken bir husus da gelişmekte olan ülkelerin konjonktür dışında da düşünmek zorunda olduğudur. Örneğin bu tür ülkelerin sık sık karşılaştığı üzere ani sermaye çıkışları ile yaşadığı arz şokları dönemleri, hükümetlerin uzun vadeli para ve maliye politikaları yürütmesini engeller niteliktedir.[28] Aşağıda da bahsedeceğimiz gibi değişimin ana aktörlerinden olmasını savunduğumuz kalkınma bankacılığının işlerliği, bağımsız bir para politikasına dayanmaktadır. Zira gelişmiş ülkelerin aksine Türkiye gibilerinin dışsal bir faiz oranı belirleyebilmesi serbest sermaye rejimlerinde gerçeklikten uzaktır.[29] O halde özellikle gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye, sermaye kontrollerini gündemine almak zorundadır.
Üçüncü olarak, küreselleşme ve değişen ticaret rejimleri sonucunda, kalkınma iktisadının artık tarihe karıştığına yönelik iddiaları bir kenara bırakmalıyız. Ona yeni bir biçim vermeliyiz. Örneğin yeni düzen; kalkınma planlarının merkezi ağırlığını azaltmanın, iyi bir fikir olabileceğini öğütlüyor. Başka bir ifadeyle kalkınma yaklaşımlarında, yerel ekonomik aktörlerin daha öne çıkabilmesi gerekmektedir. Bu durum, kalkınma bankacılığının ve onun İller Bankası gibi çeşitli ayaklarının reform edilmesi gerektiğini açığa çıkarmaktadır. Sivil toplum veya diğer adıyla ‘üçüncü sektörün’ sürece dahil edilerek kalkınma politikalarının teorisinden pratiğine geçişinde sunacakları muhtemel katkılar da göz ardı edilmemelidir.[30]
Kalkınma, katılımcı ve içeriği tartışılabilir haliyle şüphesiz daha dinamik ve daha başarılı olacaktır. Katılımcılığın bir diğer önemi de ülke-içi güç odaklarının da varlığının kavranmasında yatar. Küreselleşme ve serbest ticaret rejimleri ile ülke-dışı güç odaklarının devletlerin politikalarını daha fazla etkileyebiliyor olması, maalesef içerideki güç odaklarının varlığının göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Bu sebeple vurguluyoruz ki kalkınma politikaları sadece bürokrat ve kapitalistleri değil emeği de aynı oranda ilgilendirmektedir. Eğer kalkınma programlarımızın da çatışmacı bir döngüye yol açmasını istemiyorsak bir “kapsayıcı politika koalisyonu” yaratmalıyız. Ziya Öniş ve Fikret Şenses’in özetlemesiyle:
“Otoriter rejimlerden farklı olarak, politika rejimini sürekli kılabilmek için, dar politika koalisyonları başarılı seçmen koalisyonları oluşturmak üzere genişletilmeli ve büyütülmelidir. Özgül bir örnek vermemiz gerekirse, (1960’lann ve 1970’lerin Türkiye’sinde olduğu gibi) geniş bir demokratik ortamda bulunan dar koalisyonu, tarımsal çıkarları ve hatta daha önce İİS (İthal ikameci sistem) koalisyonunda yer almayan küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin bir kısmını da kapsamak üzere genişlemek zorunda kalmıştır.”[31]
Son olarak vurgulanması gereken bir nokta da ücret-çekişli bir kalkınmanın bel kemiği olan düzenli ücret artışlarının ulusal düzeyde planlanmasıdır. Ücretlerin ulusal çapta müzakere edilmesi, ekonominin genel istikrarı ve planlaması açısından faydalı görmekteyiz. Böylece ücret artışları, sadece belirli sektörlerde değil, bütün ekonomide uygulanabilir hale gelebilir ve bu yolla ücretlerin dengesiz yükselmesi gibi sorunlar önlenebilir. Bu yaklaşım, enflasyonist baskıların daha iyi yönetilmesine yardımcı olabilir, çünkü ücret artışlarındaki potansiyel asimetri bütüncül bir şekilde kontrol edilebilir. Ancak bu önerinin başarılı olabilmesi için sosyal taraflar arasında güçlü bir koordinasyonun sağlanması, sektörler arası farklılıkların dikkate alınması ve esneklik ihtiyacının göz önünde bulundurulması gereklidir. Ekonomik politika bağlamında bu yaklaşım, özellikle sosyal devlet ve sendikal hareketlerin güçlü olduğu ülkelerde etkili olabilecektir. Bizce Türkiye’nin bu yolda atması gereken en önemli adım işçi sendikalarının tekrar işler hale getirilmesi, böylece işçileri temsil eden bir yapının da hükümet ve işveren kuruluşları gibi etkin bir kurum haline gelmesidir. Bu yolla inşa edilecek bir üçlü yapı, kalkınma politikalarının sadece kapitalistler arasındaki çıkar çatışmalarının ötesinde sınıf çatışmasına da duyarlı olmasını sağlayacaktır.
Enver Mete, Ağustos 2024, Tokat
Dipnotlar:
- İddiaya göre kapitalizmin doğasına karışılmadığı sürece bölüşüm sorun olmamakta, herkes hak ettiğini almaktadır. Ancak ileride bahsedeceğimiz üzere böyle bir tez, pek de doğru görünmemektedir. Değerli bir eleştiri için: Gökmen Tarık Acar, İktisadı Değiştirmek, İletişim Yayınları↩
- Nicholas Wapshott, Keynes Hayek: Modern Ekonomiyi Tanımlayan Çatışma, Koç Üniversitesi Yaınları, çev. Akın Emre Pilgir s225↩
- John M. Keynes, Genel Teori, Kalkedon Yayıncılık, çev. Uğur Selçuk Akalın, s139↩↩
- Joan Robinson, Introduction to the Theory of Employment, Hassell Street Press, s36-39↩
- Michal Kalecki, Class Struggle and Distribution of National Income, 1971↩
- Yedek işgücü ordusu; bir kısım işçinin bilerek istihdam edilmemesi sonucu, yapay bir iş rekabeti yaratılarak emek maliyetlerinin düşürüldüğünü iddia eden bir hipotezdir. Kalecki’nin döngüsüne dinamizm kazandıran temel kabullerden biri budur. Boom evresinde isthidam artışı yedek işgücü ordusunu kısacak bu da işçilerin pazarlık gücünü artıracaktır. Sonuç karlardaki düşüşlerdir. Ayrıntılı bir okuma için bknz. Karl Marx, Kapital cilt1, Eriş Yayınları, çev. Alaattin Bilgi, s528-610↩
- Kalecki’den aktaran Bilsay Kuruç, Ücretler ve Karlar Üzerine içinde bulunduğu eser: iktisat Üzerine Yazılar II: İktisadi Kalkınma, Kriz ve İstikrar der: Ahmet H. Köse, Fikret Şenses, Erinç Yeldan, İletişim Yayınları↩
- Michal Kalecki, “Selected Essays on the Dynamics of the Capitalist Economy 1933-1970↩
- Amit Bhaduri and Stephen Marglin. 1990. “Unemployment and the Real Wage: The Economic Basis for Contesting Political Ideologies.” Cambridge Journal of Economics 14 (4): 375–93↩
- Bknz. Robert A. Blecker, ‘Wage-led versus profit-led demand regimes: the long and the short of it,’ Review of Keynesian Economics, 4(4), 373–390.↩
- Robert A. Blecker, a.g.y s.383↩
- Dani Rodrik, How to Save Globalization from Its Cheerleaders”, The Journal of International Trade and Diplomacy, 1(2), s. 1-33.↩
- Kim, Y. K., Setterfield, M., & Mei, Y. (2015). Aggregate consumption and debt accumulation: an empirical examination of US household behaviour. Cambridge Journal of Economics, 39(1), 93112.↩
- Kapitalist ekonomilerin finansal açıdan içsel olarak istikrarsız olduğunu öne süren Hyman Minsky, regüle eden iyi kurumlar olmazsa sistemin sürekli olarak krizler doğuracağını öne sürer. Bknz. Minsky, İstikrarsız Bir Ekonominin İstikrarı, Efil Yayınları, çev. Oğuz Esen↩
- Oyvat, C., Öztunalı, O., & Elgin, C. (2020). Wage‐led versus profit‐led demand: a comprehensive empirical analysis. Metroeconomica, 71(3), 458-486.↩
- Robert Skidelsky, Para ve Devlet: Ana Akım İktisadın Eleştirisi, Tellekt Yayınları, çev. Barış Gönülşen, s209↩
- Robert A. Blecker, ‘Wage-led versus profit-led demand regimes: the long and the short of it,’ Review of Keynesian Economics, 4(4), 373–390.↩
- Storm ve Naastepad yaptıkları çalışmada gelişmiş ülkelerde reel ücretlerdeki yüzde 1 puanlık artışın, emek verimliliğinde yüzde 0,38 puanlık artışa yol açtığını sonucuna ulaşmışlardır. Bu oranın gelişmekte olan ülkelerde daha yüksek olabileceğini de ekleyelim Bknz. Storm, S. and Naastepad, C.W.M. 2013. ‘Wage-led or profit-led supply: wages, productivity and investment’↩
- Cem Oyvat, Oğuz Öztunalı, Ceyhun Elgin, Ücret Çekişli Talep, Kâr Çekişli Talebe Karşı: Kapsamlı Bir Ampirik Analiz, İktisat ve Toplum Dergisi sayı 135, s69-73↩
- Bu konudaki önemli çalışma için bknz. Eckhard Hein and Lena Vogel, Distribution and Growth in France and Germany: Single Equation Estimations and Model Simulations Based on the Bhaduri/Marglin Model↩
- İskandinavya için: Erik Bengtsson & Engelbert Stockhammer (2021) Wages, Income Distribution and Economic Growth: Long-Run Perspectives in Scandinavia, 1900–2010, Review
OECD için: Jochen Hartwig, Testing the Bhaduri-Marglin Model with OECD Panel Data, KOF Working Papers No. 349↩
- Neo-kalkınmacılık (neo-developmentalism), 2000’li yılların başlarında Latin Amerika’da Neoliberalizmin eleştirisi ile ortaya çıkan ve kalkınma iktisadını yeniden canlandırmayı hedefleyen bir ekonomi politikası yaklaşımıdır. Lula dönemi Brezilya’sı ile birlikte ele alan bir yaklaşım için bknz. Lecio Morais ve Alfredo Saad-Filho, Neo-Developmentalism and the Challenges of Economic Policy-Making under Dilma Rousseff↩
- İlhan Döğüş, Market Power and Inflation Monetary Policy Institute Blog↩
- Bknz. Mariana Mazzucato’nun opus magnumu ‘Girişimci Devlet’, gelişmiş ülkeler özelinde devletin piyasa ve yenilik yaratmadaki rolünü gözler önüne seriyor. Ancak biz gelişmekte olan ülkeler, daha ilerisine bakmalıyız.↩
- Özellikle durgunluk dönemlerinde düşen yapısı ile kapasite kullanım oranlarının Türkiye adına güncel durumu için bknz. https://tradingeconomics.com/turkey/capacity-utilization↩
- Bu perspektifle yazılmış olan ve Çin modelini merkezine alan bir çalışma için bknz. İ. Semih Akçomak ve A. Ulaş Emiroğlu, Devlet Kaynaklı Teknolojik Gelişme: Girişimci Devlet ve Doğurgan Devlet içinde yer aldığı eser: Murat Tiryakioğlu, Devletle Kalkınma Fikret Şenses’e Armağan, İletişim Yayınları↩
- Ben Clift, Karşılaştırmalı Siyasal Ekonomi: Devletler, Piyasalar ve Küresel Kapitalizm, Koç Üniversitesi Yayınları, çev. Esin Soğancılar, s190-191↩
- Buradaki temel çatışma iktisadi olduğu kadar siyasidir de. Dani Rodrik, serbest bir sermaye rejiminde özellikte gelişmiş ülke sınıfına giremeyen ülkelerin küresel sermaye dalgalanmalarından “akıl almaz” şekilde olumsuz etkilendiğini vurgular. Bunun da ötesinde mevcut sistemin maliye bakanlarını, yabancı yatırımcının istekleri ile kalkınma hedefleri arasında bir seçim yapmaya zorladığını ileri sürmektedir. Söz konusu çalışma için bknz. Dani Rodrik, “Who Needs Capital-Account Convertibility?”↩
- Aslında buradaki senaryo basittir: Finans merkezlerini barındıran “merkez” ülkelerin faiz artırması halinde gelişmekte olan ülkelerde bulunan sermayenin, daha yüksek getiri oranı sebebiyle merkeze kaçması doğal bir durumdur. Türkiye gibi çevre ülkeler bu duruma faiz yükselterek cevap vererek sermayeyi içeride tutma çabasına girecektir.↩
- A. Ayşen Kaya, Bölgesel Kalkınma Politikalarında Devletin Rolü, içinde yer aldığı eser: Murat Tiryakioğlu, Devletle Kalkınma Fikret Şenses’e Armağan↩
- Ziya Öniş ve Fikret Şenses, Global Dynamics, Domestic Coalitions and a Reactive State: Major Policy Shifts in Post-War Turkish Economic Development,↩