Hem bilimde hem de bilimsel realizmde teoriler arası ilişkilerin birleştirilmiş bir modelini savunması sürecinde Paul Churchland, eleyici materyalizme hayat vermeye teşebbüs etti. Churchland’ın eleyiciliği üç iddiaya bağlı olarak çalışmaktadır:
- Bazı teoriler arası bağlamların karşılaştırılamayan teorileri içerdiği,
- Bunun gibi bağlamların hep kaçınılmaz şekilde bir teori ya da diğerinin elenmesini gerektirdiği, ve
- Psikoloji ve nörobilimler arasındaki ilişkinin tam da böyle bir bağlam olduğu,
Farklı zamanlarda belirli bir analiz düzeyindeki ardışık teoriler arasındaki ilişkiler ile aynı anda farklı analiz düzeylerinde kalan teoriler arasındaki ilişkilerin ayrımını yapan daha detaylı bir teoriler arası ilişkiler açıklamasının, Churchland’ın ikinci ve üçüncü iddialarını reddetmek için zemin sunduğunu ve bu yüzden de onun eleyiciliğinin altını oyduğunu savunuyorum. Bu makale yine de bu teoriler arası ilişkilerin daha detaylandırılmış modeli dikkate alındığında sağduyu psikolojisinin nihai olarak elenmesini ummanın neden anlamsız olmadığı ile sona ermektedir.
I
Eleyici materyalizm son dönemlerde, hem teoriler arası ilişkilerin birleştirilmiş bir modelinin hem de bilimsel realistin minimalist bir metafiziğinin savunulması sürecine dair bir görüş benimseyen Paul Churchland’ın son dönem çalışmalarında (örneğin, 1979, 1981, 1984) bir diriliş yaşamıştır. Onun argümanları, şüphesiz, eleyici programa sempati duyan ancak onun ilk dönem savunucuları olan Paul Feyerabend ve Richard Rorty’nin anti-realizmine katlanmaya gönülsüz olan bilimsel düşünceli pek çok filozof ile felsefi düşünceli pek çok bilim adamı için yatıştırıcıdır.
Churchland, hilafına, ilgili sorunları tepeden tırnağa empirik olarak yorumlamaktadır. Onun eleyiciliği, bilimdeki teoriler arası ilişkilere dair yaptığı ayrıntılı bir analizin, gelecekteki nöro-bilimsel araştırmalar hakkındaki makul bir projeksiyonun ve bilimsel teorilere ilişkin gerçekçi yorumunun dolaysız bir çıktısıdır. Churchland’a göre kendimizi zihinsel olandan kurtaracağız, çünkü nöro-bilim genelde zihinsel psikolojik teorilere ve özellikle de niyetsel halk psikolojimize karşı üstün ve bütünüyle kıyaslanamaz olan insan aktivitesinin fiziksel açıklamasını sunacaktır. Nöro-bilimsel bir yaklaşım tanımlama, öngörme ve açıklama kabiliyetimizi azaltmaksızın psikolojik teorilerimizin (ve onların ontolojilerinin) yerini alacaktır. Churchland’ın çalışmaları büyük bir içgörüyle bilimdeki teoriler arası ilişkilerin açıklaması için geride kalmış yirmi yıla yayılan dil felsefesi çalışmalarının sonuçlarını keşfetmektedir. Churchland hem bu tartışma hem de kendi bilimsel realizmi temelinde eleyici materyalizmi savunmaktadır. Bununla birlikte, en azından bir seviyede niyetsel psikolojinin nihai elenişini ummanın tamamen anlamsız olmamasına karşın, bilimdeki teoriler arası ilişkilere ait analizinin oldukça iri taneli olması dolayısıyla Churchland’ın argümanlarının bu beklentiyi sağlamakta başarısız olduğunu iddia edeceğim. Özellikle, analizin düzeyleri ve teoriler arası ilişkilerin belirli zamansal özellikleri hakkındaki düşüncelerin birleşik rolüne yeterince dikkat etmemektedir. Churchland’ın vurgusu ontik temizliğin zemini olarak bilimsel teorilerin karşılaştırılamazlığı üzerinedir. Bu vurgu, ontolojik tasarrufu teorilerin karşılaştırılabilirliğini sağlayan sıkı biçimsel ve empirik koşulların temin edilmesinin sonucu olduğunu benimseyen teoriler arası ilişkilerin geleneksel mikroindirgemeci modeliyle (örneğin, Nagel 1961) belirgin bir karşıtlık içindedir. Bir teorideki varlıkları (ve onların özelliklerini) diğerindekilerle parça-bütün ilişkileri temelinde tanımlayan indirgeme fonksiyonları yardımıyla, ikincisinin ilkeleri birincisinden tümdengelimli olarak elde edildiğinde, bir teori diğerini mikroindirgemiş olur (Bkz. McCauley 1981). İndirgeyici teori indirgenen teoriyi açıklar ve böylelikle süreç dahilinde onun vazgeçilebilirliğini göstermiş olur.[]
Öte yandan eleyici materyalistler, iki teorinin karşılaştırılamazlığı yüzünden basitçe birinin diğerinin yerini aldığı noktada, bilimdeki devrimci değişimin rolünü vurgulayan Kuhn(1970) ve Feyerabend’e(1961) sırtlarını dayarlar. İki teorinin çok sayıda aynı terimi kullanabiliyor oluşu aralarındaki farklılıkları örtebilir. Bilim tarihinde, ortak terimler tipik olarak, farklı teorilerde hem içlemsel hem kaplamsal olarak sıklıkla farklılaştıklarından, her bir teorinin tek başına kullandığı terimlere nazaran daha fazla zorluk çıkarmışlardır. Bu koşul türü sıklıkla, mikro-indirgemenin biçimsel ve empirik gereksinimlerinin her ikisine kısa-devre yaptırmaya kâfi gelir. Bundan dolayı, teoriler arası ilişkilerin bu her iki açıklaması da ontolojik sadelik arıyor olduğu halde, pek çok önemli noktada ters düşen analizlere yaslanırlar.
İki teori böylesine uzlaşmaz olduğunda, er ya da geç bilim adamları ya birini ya diğerini terk ederler. Bu tür bir teori değişimini izleyen karmaşa kapsamlı olup, genellikle önceki teoriyle onun eşlikçisi problemleri, metotları ve ontolojiyi içerir tüm araştırma geleneğini devirir. Yeni teori eşliğinde, teori geliştikçe hususiyetleri beliren, yeni problemleri, yeni araştırma projelerini ve hatta yeni olguları ortaya çıkaran yeni bir araştırma programı doğar. (Bkz. Feyerabend 1962, s. 28-29, 1975, s. 67, 176-77.) Filojiston teorisinin artık bizimle olmayışı, onun modern kimya teorisinin ilkeleri ve ontolojisiyle arasında bulunan sırasıyla tümdengelim ve özdeşliğe dayalı ilişkilerinden ötürü değil, daha çok bu üstün teorinin gelişimiyle kıyaslanamayacağını göstermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bilimsel realist için, filojiston teorisi hatalı ve modern kimya doğrudur, öyleyse ilkinin ikincisinden tümdengelimli olarak çıkarılması imkansızdır. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 218.)
Eleyici materyalistler psikoloji ve nöro-bilimler arasındaki ilişkiyi tam anlamıyla bu hatlar boyunca ele alırlar. Churchland bu hususta özellikle nettir:
“Eleyici materyalist, P-teorisini (Psikolojik teori) çok fazla irdelemeksizin, sahte bir teori olarak ele alır. Buna göre, nihayetinde nöro-fizyolojik etkinliğimize dair yetkin bir teori kurmanın yolunu bulduğumuzda, bu teori basitçe ilkel öncüsünün yerini alacaktır. P-teorisi sahte teoriler gibi elenecek, sağduyulu zihin durumlarının bilindik ontolojisinin akıbeti Stoacı Pneumata[], simya özleri[], filojiston[], kalorik[] ve parlak eter[] sonu gibi olacaktır.” (1979, s. 114)
Başka şeylere ilaveten, bu çözümleme psikolojinin onun mikro-indirgenmesinin imkansızlığını gösterme arayışında olan muayyen savunmalarını etkisiz hale getirmektedir. (Örneğin, Fodor 1975, s. 1-26, 1981, s. 146-74). Onları etkisiz hale getirir, çünkü hem söz konusu teorilerin karşılaştırılamazlığına ilişkin öncüllerini kucaklar hem de bu öncüllerin, savunucularının onu korumayı umdukları tarzda, psikolojinin tam kapsamlı bir tasfiyesini haklı çıkarmaya yeten alternatif bir teoriler arası ilişkiler modeli sunar! Bundan dolayı, psikolojinin mikro-indirgenmesine karşı argümanlar, eğer nöro-bilimlerdeki teoriler onların yerini alırsa fuzulidir.
Eleyicilik, herhangi bir formunda, zihnin başka maddeci açıklamalarına ve bilhassa özdeşlik teorisine ait çeşitli biçimlerine nazaran birçok avantaja sahip olduğundan, eleyici materyalizmin realist bir dirilişi pek çok yönden hoş karşılanmaktadır. Örneğin, teoriler arası varlıkların özdeşliği, bir teori diğerinin yerini aldığında bir mesele olmaktan çıkar. Eleyici materyalizm, bilimdeki varsayımsal özdeşlikleri çevreleyen her türlü zorluktan sakınır(McCauley 1981). Eğer nöro-bilim psikolojik teorileri ve onların eşlikçisi ontolojik taahhütleri tasfiye ederse, bilimin ontolojisinde nöral hadiselerle özdeş hiçbir şey kalmayacaktır (Bkz. Rorty 1970, p. 424). Bu düşünceler, Rorty’nin eleyici materyalizmi özdeşlik teorisinin “kaybolma biçimi” olarak karakterize edişini motive etmiştir. Oysa, gerçekte kaybolan bir şey yoktur, zira Rorty’nin erken dönem görüşünde ilk başta kaybolacak bir şey yoktur, ve daha güncel olan anti-realist görüşünde ise bilimsel realistlerin soruşturduğu bu ve bunun gibi sorular metafiziksel karışıklığı yansıtır (Örneğin, bkz. Rorty 1979, s. 239 veya Rorty 1982, bölüm 1, 3 ve 5.)
Eleyici materyalizm ayrıca materyalizme karşı kategori hatası temelinde yapılan itirazlardan da sıyrılır (Bkz, örneğin, Cornman 1962). Kavramsal cephaneliğimiz bilim ilerledikçe değişim gösterir. Eski kategoriler, onları içeren başarısız teorilerin izinden gider. Eski kategorilerden mülhem kategori problemleri bu kategoriler kadar hızlıca görüş alanından çıkmalıdır öyle ki bilimsel realist açısından bu tıpkı onları içeren teoriler için olduğu gibi süratle gerçekleşmelidir. Nöro-bilimsel dilin psikolojik deyimlerin bildirici ve açıklayıcı işlevlerinin ikisini de uhdesine alma yeterliliği hiçbir kavramsal düşünce tarafından önsel olarak engellenmemelidir.
Dahası, bu düşünceler ayrıca eleyici materyalisti hem “sağduyu ideolojisinden” (Feyerabend 1975, s. 164) hem de onun motive ettiği ilave kavramsal itirazlardan (Özcülüğün herhangi bir güncel formu gibi) kurtarır. Pek çok bilimsel buluş sağduyu pahasına meydana gelmiştir. Bilimdeki teorik ilerleyişle yüzleştiğinde hiçbir kategori revizyona karşı bağışık değildir. Sağduyu kategorilerinin sahip olduğu dikkat çekici kavramsal durağanlığa rağmen, sağduyunun popülerliği (ya da yaygınlığı) onun kategorilerinin[]) epistemik ayrıcalığına bir temel sağlamaz. “Dil atalarımızın bilgeliğini yansıttığı kadar, onların şaşkınlıklarını ve hatalarını da yansıtır” (Sutherland 1970, s. 104). Deneysel çalışmalar bilimin uzun zaman önce devirdiği kategoriler ve teorilerin, yine de sağduyu içerisinde genellikle sağlam bir noktaya dayandığını göstermektedir. (Bkz. McCloskey 1983.) Örnek olarak deneklerin tipik mekanik sezgileri, sıklıkla geç orta çağlarda revaçta olan fizik teorilerine mahsus açıklamalarla uyumlu gözükmektedir. Eleyici materyalist bunun insanlara ilişkin sağduyu anlayışımızda hâkim olan karmaşıklıkla aynı türde olduğunu savunur.
Elbette, ideoloji ve psikolojideki deyimlerinin ikisinin birden devamlılığı (ve mekanikte de aynı şekilde) eleyiciler açısından potansiyel bir rahatsızlık kaynağı gibi gözükmektedir. Sadece psikolojideki niyet dilini kullanmakla kalmıyor aynı zamanda dünyayla olan gündelik ilişkilerimizde uzay, zaman, kütle gibi klasik kavramları da kullanıyoruz. Rorty ve Feyerabend(rızayla) ve Churchland ise (gönülsüzce) (1981, s. 85-86), zihinsel dilin toplumsal olarak yerleşik olabileceğini öyle ki nöro-bilimin onun terini almasının ardından dahi direnebileceğini onaylar. Feyerabend, nihayetinde fiziksel çağrışımları zihinsel terimlere bağlayabileceğimizi öne sürüyor (1962, s. 90). Rorty ise pratikliğin tek mesele olması halinde eleyicinin çoktan kazanmış olduğunu savunur. Bir an için şunu kabul ediyoruz ki, “bu tür terimleri elverişsiz bir dilsel reforma nazaran daha büyük bir fedakârlık yapmadan düşürebiliriz.” ve bu durumda ” . . . ontolojik meseleler dil meselelerine dönüşür”, haklı olarak “onların ontolojik meseleler olmaktan çıktıkları” sonucuna ulaşabiliriz (1965, s. 185; ayrıca bkz. Rorty 1970, s. 424).
Daha yakın zamanda, Rorty eleyiciliğin daha bariz pragmatik bir formunu benimsemiştir. Artık bütün “metafiziksel konforu” terk etmeyi savunarak (1982, s. 166), “dil meselelerinin” ontolojik meselelere dair kaygı vermesinin önünü her iki anlamda da kesiyor. Ne sağduyu ne nöro-bilim epistemik ayrıcalığa sahiptir. Daha ziyade, her biri insanların yüzleştiği daha büyük veya daha küçük etkileri yöneten sorunlara çözümler sunarlar. Böylelikle “Kelimeler kullanışlı veya kullanışsızdır”, onlar “daha nesnel” veya “daha az nesnel” yahut “daha bilimsel” veya “daha az bilimsel” değildir. (1982, p. 203).[] Rorty açısından zihin-beden ayrımı yalnızca, sinirsel donanımımızın olağanüstü karmaşıklığına karşı bir yanıttır. Eğer bu donanım daha aleni olsaydı, onu çok uzun zaman önce terk etmiş (yahut belki hiç formüle etmemiş) olurduk (Bkz. Rorty 1979, s. 242-43). Rorty için artık mesele bilhassa “dil meselesidir”. Güncel formunda Rorty’nin eleyici materyalizmini, biliminki de dahil olmak üzere “tüm kelime dağarcığını”, “niyetleri gerçekleştirmeye yönelik araçlar olarak gören ve hiçbirini gerçeğin nasıl olduğunu betimleyen temsiller olarak ele almayan” (daha çok münazaalı) pragmatizm anlayışının ılımlı bir sonucudur. Bu surette birinci kuşak eleyiciler (bilhassa Rorty) bilimsel ve gerçekçi zincirlerini daha pragmatik karakterli argümanlar uğruna büyük ölçüde kırdılar.
II
Bu, Rorty’nin(ve Feyerabend’in), tersi olmuş olsa eleyici materyalizmi cazip bulacak bilimsel düşünceli fizikalistleri yabancılaştıran, bilimsel realizme karşı açıkça sempatiden yoksun tutumudur. (Bkz Rorty 1979, s. 274-84). Churchland’ın bilimsel realizminde sağlam bir şekilde temellendirilmiş eleyici materyalizm savunusunu en çok memnuniyetle karşılayan işte bu zümredir.
Churchland’ın eleyici materyalizm argümanları seleflerinden belli hususlarda farklılaşır. Birinci fark bilhassa sağduyu ve sağduyu psikolojisinin statüsüne yöneliktir. Churchland, sağduyunun özündeki kuramsallığını ve onun ne salt eski aklın, heterojen sezgilerin ve çürütülmüş teorilerin hayatta kalan kategorilerinin ambarı ne de epistemik saf içebakışın kaynağı olduğunu vurgular. Sonuç olarak, o “çoğu filozofun sağduyu kavramının statüsü ve/veya kalıcı gücü konusunda sergilediği memnuniyet, bana aşırı derecede temelsiz görünüyor” (1979, s. 43) iddiasında bulunur. Churchland, hususi olarak insan davranışıyla ilgili olarak, sağduyu psikolojisine ait kategorik çerçeveyi varsayımsaldan ziyade apaçık olan bir şey olarak yorumlamanın ciddi bir hata olduğunu ileri sürer. Psikolojideki teoriler (sağduyusal ya da başka türlü), insan davranışına yönelik önerdikleri çözümlerden daha iyi değildir. Churchland, bu yüzden, psikolojinin[] onu empirik olarak yenilmez kılan herhangi bir özelliğinin, sarsılmaz yapan emsalsiz bir işlevinin, herhangi bir türde özel bir statüsünün olmadığında ısrar eder (1981, s.84). Aslında Churchland, tüm zihinselci ve niyetliliğe dayalı psikoloji basitçe yanlış olduğuna ikna olmuş haldedir.
Burada kritik nokta, yine de niyetsel psikolojinin teorik karakterini bir kez tanıdığımızda, teorileri değerlendirdiğimiz tüm kriterleri bu teoriye de getirmeliyiz. İki husus bilhassa önemlidir, şöyle ki, teorinin sınırdaş ve örtüşen alanlardaki en iyi teorilerimizle ilişkisi ve kendi alanındaki empirik problemleri çözmedeki bütüncül kabiliyeti. Genel olarak konuşursak, başarılı bir teori bir olgular bütününü organize etmeli, etki alanını belirleyen nedensel ve işlevsel ilişkilere bir bakış sağlamalı ve bir sonuç babında zamanın başka noktalarındaki benzer olaylar hakkında bir empirik ön görüler sunmalıdır. İlaveten, asgari olarak genel olarak bildiklerimizle tutarlı olmalı, ideal olarak özellikle kavramsal merkezi alanlara ilişkin bildiklerimizi takviye etmelidir. (Bkz. Churchland 1981, s. 72-73.)
Churchland’ın ilgili teorilere ilişkin değerlendirmesi nettir. Psikolojik teorilerimizin (özellikle de halk psikolojisi teorilerimizin) kimi olgular üzerine sunduğu, kendi paradigmatik açıklamaları olan değerlendirmelerde acı bir şekilde kifayetsiz kaldığını savunmaktadır. Churchland’a göre onlar, muhakeme, duygu, algı, hastalık bilimi ve (belki en önemlisi olarak) öğrenmenin çoğu yönüne ilişkin ikna edici olmayan ve yüzeysel kıssalar anlatırlar (1979, s. 114-15, 127-37). Bu tür psikolojik teorileştirmeler ne yeni bir alan açmış ne de yeni bir araştırma getirmiştir. Kısacası, “Hikâye bir geri çekilme, kısırlık ve çöküş hikayesidir” (1981, s. 74). Churchland niyetsel psikolojinin ilkel atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde büyük ölçüde terk etmiş olduğumuz animistik bir doğa görüşünün hayatta kalan son numunesi olduğunu iddia etmektedir. Bundan dolayı, onun günlerinin sayılı olduğu benimsemektedir.
Churchland’ın yakın bilimlerdeki verimli teorilere başarılı bir şekilde entegre olmuş sağduyu psikolojisinin imkânı hakkında görece karamsar oluşu şaşırtıcı sayılmaz. Ancak o hikâyenin seleflerinin anlattığından daha karmaşık olduğunu düşünür. Eleyici materyalistin ana kaygısı “bir teorinin (halk psikolojisi) ontolojisinin diğeriyle (tamamlanmış nöro-bilim) nasıl alakalı olacağı ya da olmayacağıdır” (Churchland 1981, s. 72). Rorty ve Feyerabend gibi Churchland da şunu düşünür: (1) Niyetsel psikolojinin tüm formları nöro-bilimlerdeki teorilerle pürüzsüz bir şekilde eşleşmeye bilhassa dirençli olacağını gösterecektir (2) teorileri birbirleriyle eşlemenin dilleri birbirine çevirmenin hususi bir halidir (3) bu durumda muntazam çevirinin başarısızlığı karşılaştırılan teoriler arasındaki radikal uyumsuzluğu açığa çıkaracaktır. Özellikle Churchland için bu psikolojinin en mühim semantik ve sistematik önermelerini nöro-bilimin iddialarıyla eşlemedeki yetersizliğimizin bir işlevidir. Ancak Churchland’ın reddettiği, bu radikal karşılaştırılamazlık durumlarının bilimsel rasyonalizm veya bilimsel realizm adına da tehdit oluşturduğudur-bu ret teoriler arası ilişkilere ilişkin ayrıntılı analizinde temellendirilmiştir.
Churchland, bilimdeki teoriler arası ilişkilerin çok çeşitli durumlara yayılmasına rağmen, tanımlanabilir bir süreklilik içine düştüğünü iddia ediyor. Teorik ilişkiler radikal olarak karşılaştırılamaz olandan tamamen süreklilik taşıyanlara kadar, bunların arasındaki sayısız konuma yayılmaktadır. Mesele gayet yalın olup, bazı teoriler arası ilişkilerin diğerlerinden daha basit olmasıdır. Sonuç olarak, “İndirgenebilirliği bir derece meselesi saymaya hazır olmalıyız. Tıpkı güven veren yahut aksak olan çeviri gibi indirgeme de pürüzsüz veya engebeli olabilir ya da ikisi arasında herhangi bir yerde olabilir” (1979, s.84). İndirgenebilirliğin derecesi şu ikisinin doğrudan bir işlevidir: (1) İndirgenmiş teorinin hem semantik hem sistematik olarak mühim olan indirgeyici teorinin önermelerine düzgün bir şekilde eşleştirebileceğimiz önermelerinin sayısı (2) eşleştirilebilmesindeki kolaylık.
Teoriler arası indirgemenin bu açıklamasında, bir gerçek teori sahte olana indirgenemeye müsait olur, eğer ki o ikincisiyle yeterince iyi bir şekilde eşleştirilebiliyorsa (örneğin, Churchland görelilik kuramının klasik mekaniğe yeterince pürüzsüz eşleme sunduğunu savunmaktadır). Bu vurgu indirgeyici teorinin kavramsal yapısı içinde indirgenmiş teorinin merkezi iddialarının sadakatli makul bir resminin muhafazasına dairdir ve bu ne ikisi arasında tümdengelimli ilişkiler kurulmasını ne de indirgenmiş teorinin iddialarının pek çoğunun doğruluğunu veya indirgenmiş teorinin (gözlemsel olarak) en temel iddialarının hakikatini muhafaza etmeyi gerektirir. (Bkz. 1979, s. 84-85.) Dolayısıyla “başarılı bir indirgeme yerinden edilmeye uygun olmaya yönelik çarçabuk bir kanıt sunar ve yeni teorinin eskisine eş güçte bir resmini bir temel olarak içerdiğini göstermek suretiyle muvaffak olur” (1979, s. 82). Çünkü indirgeyici teori, indirgenen teorininki ile genel itibariyle sürekliliği olan alakalı etki alanının açıklamasını sunar ve çünkü bizler bir teorinin diğeri üzerindeki üstünlüğünü teori seçiminin geleneksel kıstaslarına binaen kolaylıkla tespit edebiliriz; öyle ki bu tür indirgemeler umumi arka plan bilgimizde çok cüzi bir revizyon gerektirir ve bu bakımdan bilimsel rasyonalitenin açıklamaları için çok küçük bir tehdit oluştururlar. Genellikle indirgeyici teori indirgenen teorinin etkinliğinin çoğunu yapar ve bununla kalmayarak daha iyisini de yapar. İlaveten, o indirgenen teorinin sınırlamalarının nerede ve neden ortaya çıktığını taslağını çizmeye muktedirdir. Göründüğü kadarıyla buradaki teori değişim süreci evrimsel olup, indirgeyici teorinin başarısının biçimini veren adaptasyonları takip etmek çok zor değildir. Eski teorinin ontolojisinin indirgenip bu surette yenisinde yaklaşık olarak korunmasına dair düzenlemeler yeterince küçüktür. (Makalenin devamında zaman zaman teoriler arası ilişkilerin açıklamasında evrimsel kavramları kullanacak olsam da bu evrimsel epistemolojinin herhangi bir versiyonunun onayı olarak yorumlanmamalıdır. İddialar sadece analojiktir ve tüm analojiler gibi her açıdan geçerli değillerdir. Bu konuşmaya ilham vermekte olan evrimsel epistemoloji geleneği değil daha ziyade evrimsel konuşmanın yerleşik devrimsel konuşma geleneğine en doğal zıtlığı ortaya koyduğu olgusudur. Onu bu karşıt anlamda kullanmaya çalışıyorum.)
Tipik olarak çevirilerin ikna ediciliği kültürlere ait inanç sistemlerinin kökten bir şekilde farklı olduğu yerlerde asgaridir. Benzer şekilde bilimdeki teoriler kökten bir şekilde karşılaştırılamaz olduğunda farklı dünyaları tanımlar gibi gözükmektedirler. (Bkz. Kuhn 1970, bölüm 10.) Bu tür devrimsel bağlamlarda bir teorinin pek azının önemli önermelerini halefine ait olanlar ile eşleştirmeye gücümüz yeter, örneğin geç orta çağ göksel mekaniğini Keplerci(veya Newtoncu) görüş ile eşleştirme girişiminde olduğu gibi. İki teori birbirinden öylesine farklıdır ki, tüm çeviriler her iki teorinin bir diğerinin terimleriyle onun en kritik iddialarının pek çoğunu türetemeyeceği ölçüde kötü çevirilerdir. Hızlı değişim dönemlerinde, rekabet halindeki görüşlerin taraftarları birbirlerini anlamadan konuşur gibi gözükürler—farklı dünyalarla ilgilendiklerinden değil hepimizin ilgilenmesi gereken dünyayı tanımlamak adına çok geniş ölçüde farklı kavramsal çerçeveleri kullandıkları için. Bu bağlamlarda iki teori uzlaşma adına çok küçük bir zemin bulurlar. Sorunların göreceli önemi, disiplinler arası sınırlar, yöntemlerin uygunluğu, çeşitli gözlemlerin ilgililiği veya hatta açıklanacak olguların kapsamı ve yorumu hakkında hemfikir olmaya ihtiyaç duymazlar. Bu bakımdan teori seçiminin standart ölçütü burada daha az yardımcı olur çünkü en azından başlangıçta her iki teori de rakibininkileri kapsayacak kaynaklara sahip değildir. Bu gerçekleştiğinde tüm teoriler ve ontolojileri bir diğerinin yerini alır. Rekabet halindeki teoriler empirik kanıtın statüsüne dair derin bir fikir ayrılığında olabileceğinden teoriler arası kararlar empirik testlerden ziyade düşüncelere dayanıyor olmalıdır.
Churchland bu noktada pek açık sözlü olmadığı halde muhtemelen bilimdeki devrimsel değişimlerin de yine onun rasyonelliğini yalanlaması gerekmediğini savunacaktır. (Bkz. Churchland 1979, bölüm 4 ve 6.) İki ya da daha fazla bilimsel teori kimi alanların açıklamaları olarak rekabet eder. Zamanla kaçınılmaz olarak bilgimizin geri kalanı ile farklı bir şekilde bağdaşacaklar ve böylece daha fazla ya da daha az empirik destek elde edeceklerdir.[]
Bilimdeki evrimsel veya devrimsel değişimlerden çıksın yahut çıkmasın, geçerli en iyi teorilerimiz ontolojik bağlılıklarımızı hak etmektedirler. Churchland için bilimsel realizm “Teorideki mükemmellik ontolojinin ölçüsüdür” şeklindeki ilkeye bağlılık olarak özetlenebilir (1979, s. 43). En iyi bilimimizin gerçek olarak kabul ettiği şey gerçek olarak kabul edilmesi gerekendir (“En iyi bilimimiz” kavramının ardında yatan her türlü şeyden ötürü). Doğrusu Churchland için bilim neyin gerçek olduğunun kriterini temin eder. Churchland’ın eleyici materyalizmi hemencecik şunun ardından gelir: “Psikoloji teorisinin empirik erdemleri oldukça kifayetsizdir, onun ontolojik indirgemeye yol alacak yeterli pürüzsüzlükle indirgeneceğini beklemek akılsızcadır, daha makul olan ise daha güzel bir karşılık yani nöro-biliminki için yüz üstü bırakılıp terk edileceğini ummaktır”. Tüm kanıtlar nöro-bilimin nihayetinde bir çeviri sağlamasını beklemeyeceğimizi söyleyecek şekilde onun niyetsel psikolojiye bağlı bir çeviri sunmayacağını gösteriyor. Nöro-bilimsel bulgular ışığında psikolojik iddialarımızı yeniden yorumlamayacağız; daha ziyade nöro-bilimsel bulgular uğruna eleyeceğiz.
III
Churchland’ın teoriler arası ilişkiler modeli (öncesinde kısmen Schaffner 1967’de görülmektedir) bilim felsefesinde ontolojik deflasyonun iki geleneksel stratejisi için birleşik bir açıklama sunar. Mikroindirgeme ve devrimci bilimi teoriler arası ilişkilerin çelişkili ve karşılıklı olarak birbirini reddeden iki açıklama olarak ele almaktansa her birini teoriler arasındaki olası semantik ilişkilerin sürekliliği üzerindeki uç noktalar şeklinde yorumlamaktadır. O bu pozisyonların hiçbirini onların müdafilerinin verdiğine benzer aşırı ifadelerle karakterize etmemektedir. En iyi teoriler arası eşlemelerimiz geleneksel mikroindirgemecilerin iddia ettiği kadar titiz değildir; sahip olduklarımızın en kötüsünün de Kuhn ve Feyerabend’in ima eder göründükleri kadar tamamıyla kopuk olmayışı gibi. Churchland’ın ölçülülüğü onun hem genel olarak daha uygulanabilir hem de onlarınkinden daha detaylı bir teoriler arası ilişkiler modeli geliştirmesine imkân tanır. Ayrıca o teorik açıdan önemli tümcelerin bir teoriden diğerine akla yatkın bir şekilde eşleme yeteneğimize dair belirli durumları değerlendirecek nispeten anlaşılır bir strateji de sağlar.
Churchland’ın teoriler arası ilişkiler modeli gittiği yere kadar kafidir ancak yeteri kadar ileri gitmez. Ana hikâye Churchland’ın anlattığından bile daha karmaşıktır. Sağduyu psikolojisinin yerinden edilişini umuyor olmama rağmen, bunun nasıl gerçekleşeceği hususunda Churchland ile hemfikir değilim.
Tüm eleyici materyalistler, kesin sonuçlarına üç varsayıma dayanarak ulaşırlar. Birincisi hemen hemen tartışmasızdır; yani, özünde karşılaştırılamaz olan teorilerin karşılaştırılmasını içeren en azından bazı teoriler arası bağlamların keşfedilmesi. İkincisi bu tür bağlamların hep bir teorinin ya da diğerinin neredeyse tamamıyla elenmesini gerektirdiği. (Üstün olan teorinin başarısı onu kavramsal iddiasını tartışmalı ontolojik sahaya dayandırma konusunda yetkilendirir.) Sonuncusu olan, eleyicilerin üçüncü varsayımı ise psikoloji ile nöro-bilim arasındaki ilişkinin böyle bir bağlam olduğu.
Bununla birlikte teoriler arası ilişkilerin daha detaylı bir açıklaması eleyicilerin ikinci ve üçüncü varsayımlarını reddetmeye yönelik bir zemin sağlamaktadır. Sağduyu psikolojisi ve günümüz nöro-bilimi iyice kopuk olsa da ihtiyaç duyulan (ve bu durum dahilinde) birinin diğeri aracılığıyla elenmesi veya yerinin değişmesi değildir. Her ne kadar Churchland teorilerin göreceli kavramsal sürekliliğini vurgulasa da o ve teoriler arası ilişkiler üzerine yazan başka pek çok yazar[] hususiyetle teoriler ve etki alanları arasındaki ilişki üzerinde odaklanmışlardır. Bu genel eğilim şüphesiz biraz, filozofların genel olarak teorilerin mantıksal yapısı ile olan, özel olarak da teorik ilkeler arasında bulunan tümdengelimli ilişkiler ve teorilerin kendi etki alanlarındaki varlıkların arasındaki parça-bütün ilişkilerine yönelik geleneksel ilgilerinin bir sonucudur. Ancak, teoriler arası ilişkilerin işlevsel boyutlarının soruşturulması da aynı derecede açıklayıcıdır. Ancak bu işlevsel ilişkilere ait tartışma iki mühim ön hazırlık üzerine soruşturma beklemektedir; analiz düzeyleri kavramı ve teori karşılaştırmada zamansal hususların rolü.
Teoriler arası ilişkilere ait neredeyse her tartışma bir yerde analiz düzeyleri arasındaki ayrıklıkları baştan kabul etmektedir. Daha alt düzey bir teori ve ontolojisinin daha üst düzey bir teori ve ontolojisini indirgediği görüşünün olduğu mikro-indirgemeye dair tüm konuşmalarda katiyetle örtüktür. Mikro-indirgemeciler eğer daha üst düzey varlıklar, özellikler ve ilkeleri (yahut makro-) daha alt düzey varlıklar, özellikler ve ilkeler (yahut mikro-) aracılığıyla kapsamlı olarak tanımlayabiliyor ve ön görebiliyorsak ilkini ikinciye indirgeyebileceğimizi (ve üst düzey analizden vazgeçebileceğimizi) benimsemektedirler. Analiz düzeyleri kavramının anahtarı, en azından parçalar ve bütünler olarak organize olmuş (bilim için tartışmalı şekilde gerekli olan) bir doğa görüşü olup, bundan ötürü tüm varlıkların bu kapsamda bileşenli analizin konusu olduğu yönündedir. (Bkz. Bechtel 1984.) Ancak ehem olan bunun bizim bu bileşenleri yapısal olarak tanımlamak zorunda olduğumuz anlamına gelmemesidir. İşlevsel açıklamalar salt ekoloji ve fizyoloji gibi alanlardaki birçok teorik amaç için yeterli olmasına ilaveten tipik olarak önemli derecede karmaşık sistemler üzerinde çalışırken de tercih edilebilirdir. Bilimdeki analiz düzeylerinin doğadaki organizasyon düzeylerinin basit hiyerarşisiyle eşleşen, kabaca hiyerarşik, benzer bir düzeni vardır.
Daha genel olarak konuşursak kimya, kimyasal terimler dahilinde en ekonomik şekilde tanımlanmış olan, atomaltı parçacık ve ilkelere referans vermeksizin bir dereceye kadar sistematik analize duyarlı nedensel ilişkiler içinde yer alan daha büyük unsurlar ve olaylarla ilgilendiği için atomaltı fiziğinden daha yüksek bir analiz düzeyidir. Yine genel olarak konuşursak biyoloji daha da üst düzeydir ve psikoloji de ondan daha üst düzeydir. Bir analiz düzeyinin yüksekliği, ilgili olduğu olayların alanının büyüklüğü ile ters orantılıdır, bu nedenle örneğin hücresel biyoloji, biyokimyanın üzerine konuştuğu olgunun bir alt kümesiyle ilgilendiği için ona nazaran daha yüksek bir analiz düzeyinde ilerler. Bir analiz düzeyinin yüksekliği ilgilendiği sistemlerin karmaşıklığı ile de doğru orantılıdır. Bu bakımdan üst düzey bilimler gittikçe daha organize olan fiziksel sistemlere ilişkin gittikçe daha fazla kısıtlanmış olay aralıklarıyla ilgilenir. Sonuç olarak saf yapısal hususlar hiyerarşide ne kadar ileri gidersek düzeyleri daha az vurgulayacak şekilde ayırır. Daha üst düzeyler genellikle daha karmaşık sistemler ve daha geniş değişken aralıkları ile ilgilenir. Bu tür sistemlerin davranışı daha çeşitlidir. Farklı parçalar işlevsel olarak eşdeğerdir ve aynı parça tek bir işlevden fazlasını sunabilir. Bu tür bağlamlarda işlevsel tanımlamalar daha büyük bir önem arz eder. Ancak sıklıkla pek çok süreci (örneğin fizyolojide olduğu gibi) belirli bir seviyede işleyen kendi kendini düzenleyen, görece kapalı işlevsel sistemlerin ürünler olarak kullanışlı şekilde idealize edebiliriz.
Teoriler arası ilişkilerin art zamanlı ve eş zamanlı özellikleri arasındaki ayrımları vurgulamak ayrıca yararlı olacaktır. Churchland’ın yöntemi kimi zaman onun bu noktadaki duyarlılığını yansıtır (1979, s.81), başka zamanlarda ise yansıtmaz (1979, s.107). En özel olarak, aynı zaman diliminde farklı analiz düzeylerindeki teoriler arasındaki ilişkilerin aksine, zamana bağlı olarak münferit bir analiz düzeyinde ardışık olan teorilerin arasında cari olan ilişkileri ayırt etmek önemlidir. Birincisine Wimsatt’ı (1976a) izleyerek düzey içi ve ardışık bağlamlar, ikincisine ise düzeyler arası ve mikro-indirgemeci[]) bağlamlar adını vereceğim. Düzey içi bağlamlar Kuhncu devrimsel durumları (Chomsky’nin dil teorileri ile onun yapısalcı ve davranışçı selefleri arasındaki ilişkiler gibi) içermektedir. Diğer yandan, 1950’lerin başlarındaki genetik ve biyokimya arasındaki ilişki düzeyler arası ilişkilerin öneminin özellikle açıklayıcı bir örneğidir. Bu iki bağlam türü hem işlevsel hem yapısal zeminde önemli ölçüde farklılık gösteren teorilerin aralarındaki ilişkileri içermektedir. Sonuçta birleşik indirgeme modelleri (Nagel[1961] veya Schaffner[1967]’deki gibi) ve hatta tek boyutlu modeller (Churchland’ınki gibi) bilimdeki teorilerin arasındaki güncel ilişkilerin çeşitliliğini aşırı basitleştirmek suretiyle gölgeler (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 214-15).
Churchland’ın modeli pek çok yönden yardımcı olmaktadır. Ancak bilimdeki teorik yer değiştirmelerin yeterli koşullarına yönelik güvenilir bir rehber değildir ve elbette onun ve eleyici materyalizmin geriye kalan pek çok versiyonunun yöneldiği gibi Churchland’ın modelinin de amacı tam anlamıyla budur.
Churchland’ın teori karşılaştırılabilirliği hakkındaki sürekliliği düzey içi ilişkilerin önemli bir boyutunu yakalar. Onun modeli (örneğin, Feyerabend[1962]’nin zıttına) daha eski teorilerin yanlışlığı ve nahif karşılaştırılamazlığına rağmen üstün teorilere bu seleflerini indirgemeye en azından kimi zamanlar izin verdiğinden klasik ve görelilikçi mekaniğin kavramsal ve empirik yakınlığına ait bir sistematik bir açıklamayı muhafaza eder. Churchland, mikro-indirgemecilerin savunup diğerlerinin aşırı tepki verdiği tümdengelimli ve empirik gerekliliklerden sakınmak suretiyle ilgili vakalara ait spektrumun daha ustalıklı bir yorumunu sunar. Bununla birlikte dahası da vardır.
Teoriler arası eşleştirmenin iyice akla yatkın şekilde yapıldığı düzey iç bağlamlarda yeni teori tipik olarak eskisini düzeltir. O eski teorinin ne zaman ve neden başarısız olduğuna ait ilkesel bir açıklama sunarak onu bu bakımdan açıklığa kavuşturur. Kepler’in kanunları ona göksel cisimlerin dairesel hareket ettiği varsayılan Kopernikçi astronomik hesaplamaların başarısı ve başarısızlığını açıklama ve ön görme imkânı verdi. Yeni teori tipik olarak daha büyük bir öngörüye, daha geniş bir etki alanına yahut ikisine birden sahiptir. O selefinin başarılarını, yeni teoriyi sınırlamayan belirli parametrik değerlerin içine düştüğü aralıkta olduğu özel durumlar olarak içermektedir. Bu kısıtlanmış alanda eski teori yenisine dair bir yaklaşım meydana getirir ve en azından mühendislerin amaçları için yeterli olan etkin bir keşif ve hesaplama yöntemi olarak iş görür. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 174 ve McCauley 1986.)
Birbirini takip eden teorilerin çoğunlukla sürekli olduğu bu düzey içi bağlamlarda, eski teorinin ontolojisini ortadan kaldırdığımızı nadiren iddia ederiz. Daha ziyade terimler ve önermeler yeni teorinin kavramsal çerçevesindeki yeni konumlar ışığında yeniden yorumlanmaya duçar olmaktadır. Bu yeniden yorumlamaların hem içlemsel hem kaplamsal sonuçları barındırabilir. Teorilerin sürekliliği yine de eski ve yeni arasında içlemsel ve kaplamsal denk düşmenin kusursuz bir işlevidir. Genelde yeni teoriler, mümkün olduğunda eski terimleri elde tutarlar. “Gezegen”, “evrim”, “kütleçekim” gibi terimler ile doğrusal eylemsiz hareket hakkındaki önermeler gibi çok sayıda yeniden yorumlamayı muhafaza ettik çünkü bu yeniden yorumlamaların etkileri ayrı ayrı alındığında çok şiddetli değildi. Eskilerin gezegen olarak adlandırdığı çoğu cisim hala öyledir örneğin. (Bkz. Brown 1979, s. 118.) Birbirini takip eden bazı teorilerin en azından bazı aynı şeylerden bahsettiğini, bu şeyler hakkında birtakım aynı iddialarda bulunduğunu ve ortak açıklanan(explananda) hakkında açıklamalar sunduğunu kabul edebiliriz. İlgili değişimler daha geniş kavramsal şablonu imha etmeyen makul yerel etkilere sahip oldukça karşılaştırılamazlığın teori karşılaştırmayı tehdit ettiğini iddia etmek durumu abartmaktır.
Churchland’ın sürekliliğinin diğer ucundaki düzey içi ilişkiler ─özgün, beklenmedik (felsefi olarak provakatif) bilimsel devrimler ─ geçen yirmi yılın gösterdiği literatürden daha nadirdir. Köklü anlam değişiklikleri ve bütünüyle yeni teorik öğeler teoriler arasında temel uyumsuzluklar ürettiğinde, kavramsal şablonlar örtüşmez. Bu zorluklar devrimsel gelişmelerin sonucu olarak da doğsa ardışık teoriler serisi üzerinde de birikse bazı teorileri ardılları ile eşleştirme teşebbüslerini zayıflatmaktadır. Tekil bir adımda ciddi bir karşılaştırılamazlığın doğduğu yerde eski bir teoriyi en yakın ardılına çeviremeyebiliriz. Bunun gibi krizler esnasında bilim adamları teorilerden birini yerinden etmeye veya elemeye karar verir. Aynı olguların en azından çoğuna ait pürüzsüz karşılaştırılamaz açıklamaları sunduklarından bilim çok uzun süre bekleyemez. Eğer meydan okuyan başarılı olursa bu eski teorinin yittiği anlamına gelir. Burada üstün teori rakibinin yerini aldığında onu ve ontolojisini ortadan kaldırır (bakınız, örneğin, Brewer 1974). Oysa küçük kavramsal sürtüşmelerle dolu (ve teoriler arası eşleştirme göreli olarak basit olduğu) düzey içi bağlamlarda yeni teoriler eskileri yerinden etse de eski teorinin özellikleri direnir ve yönlendirici bir hesaplama yöntemi olarak çalışabilir. İlaveten ontolojisinin büyük kısmının akla yatkın güvenilir bir tasviri ardılının içinde devam eder.
Tüm düzey içi bağlamlar nihayetinde bazı teorilerin tamamen elenmesiyle sonuçlanır. Zaman içinde düzey içi bağlamlarda karşılaştırılamazlık artış gösterir (ve ardılların nesilleriyle ayrılan daha eski teoriler ile güncel olarak hâkim olan teori arasındaki eşleştirmenin niteliği bu yüzden kaçınılmaz şekilde azalır). Bilimsel devrimler belirli bir analiz düzeyinde teoriler arası çeviriyi engeller ancak yeterli zaman verildiğinde bilimsel evrim de bunu yapar. (Bkz. Laudan 1977, s. 139.)
Evrimsel değişimin bu türünün basit bir gösterimi yardımcı olabilir. Tartışmalı olarak, Galileocu dinamiğin bir parçası günümüz mekaniği ile; ikincisinin, düşüşün çok uzun olmaması ve nispeten dünya yüzeyine yakın olarak meydana gelmesi halinde, Galileo’nun serbest düşme yasasıyla akla yatkın şekilde örtüşen ön görüler sunması anlamında süreklilik arz eder. Galileo’nun doğal dairesel hareket kavramı yine de Neo- Aristotelesçi seleflerinin mekaniğinin bir parçasıdır. Öyleyse Galileo dinamiğinin en azından bir veçhesi günümüz teorisiyle eşleşirken bir diğeri en azından geç orta çağ teorisiyle de eşleşir ama eğer varsa geç orta çağ dinamiğinin çok azı on yedinci yüzyıl ve sonrası ile sürekli şekilde eşleşir ve tamamına yakını olmasa da çoğu Galileocu yeniliklerde sağ kalamaz (Bkz. Brown 1979, s. 111-21.) Mesele gerçi Galieo’nun çalışmasının devrimci karakterinin bütünüyle kapsayıcı olmamasıdır. O başarılı olduğu zaman geleneksel kavramları yeni sisteminin elverdiği şekilde tutarlı olarak kullandı. Galileo’nun sunduğu kökten değişimleri tespit etmek ve sonuçlarının peşine düşmek çok zor değildir. Kepler dairesel hareketin kutsallığını zayıflattığı, Descartes’ın doğrusal eylemsiz hareketi önerdiği ve Newton’un ekonomik olarak yersel ve göksel mekaniği birleştirmek suretiyle doğal hareketler kavramını ortadan kaldırdığı zaman geç orta çağ mekaniği sadece yer değiştirmekle kalmadı aynı zamanda tasfiye edilmiş de oldu.
Bilimsel devrimler (örneğin, Kopernik) ya da bilimdeki ardışık teorilerin (örneğin, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl mekaniği) kümülatif etkileri isabetli teorik çevirileri engellese bile bilimler değişip geliştikçe kaçınılmaz olarak bu tür engeller çıkar. Zamanla teorik nesiller ardışık teorileri eşleştirmede bir analiz düzeyinde kaçınılmaz şekilde uyumsuzluklar biriktirir, ta ki sadece kimi ata teorilerin yerinden edildiği ile yetinmeyip onlara giden tüm yolları da kapattığımızı güvenle söyleyene kadar. Bu bilimsel değişimin kati bir ilkeli sonucu olmasa da bir gerçektir.
Düzeyler arası bağlamlar ise aksine herhangi bir eleme içermez. Bunlar amacın farklı analiz düzeylerinde çalışan teorilerin birleştirilmesini amaçlayan çapraz bilimsel bağlamlardır. Bilim adamları teorilerinin birbirine sınırdaş olan ve örtüşen düzeylerde bilinenlerle uyumlu olup olmadığını (ve onlar tarafından takviye edildiğini umarlar) araştırırlar.
Bilimdeki düzeylerin altında yatan bileşenli varsayımlar bilim adamlarının düzeyler arası ilgileri konusunda da bilgi verir. Bilim adamları farklı tanımlar altında aynı olgu olduğu varsayılan şeye ilişkin yeni açıklayıcı ve problem çözücü yaklaşımlar elde etmek için diğer analiz düzeylerine bakarlar. (Bkz. McCauley 1986.) Düzeyler arası araştırmalar, (1) teorilerin ortak bir explanandumu[] paylaştığı varsayımını doğrulayan, (2) daha ileri araştırmalara özendiren, devamlılık arz eden süreçteki farklı teorilere ait kavramlar arasındaki rabıtaları sağlar. Komşu analiz düzeylerindeki teoriler bir kez iki bilim arasındaki sınır meseleleri doğrudan tarif edecek yeterlilikte gelişti mi biri diğerinin biçimini sınırlama eğilimi sergiler. Bilimin bütünü herhangi bir muayyen düzeydeki teoriler üzerinde seçilim baskısı yaratır. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 231-36.) Neredeyse her zaman hemen hemen komşu düzeylerde geçerliliği olan teoriler yerel kavramsal alanda en derin kuvveti uygular. Bir diğerinin araştırma problemlerinin tanımlanmasına yardımcı olurlar. Burada teoriler tipik olarak birbirlerinin taleplerini yerine getirmeye çalıştıkları ölçüde birbirlerini doğrulamazlar. Sodyum iyonlarının hücre zarlarına geçişinin açıklaması hususunda fiziksel kimya ve biyokimyanın birbirlerine koydukları sınırlamalar buna uygun bir gösterim sağlar. (Bkz. Robinson 1982).
Teorilerin görece düzgün bir şekilde eşleştiği (geleneksel mikro-indirgeme modellerinde belirtilenlere yaklaşık hatlar boyunca) düzeyler arası bağlamlardaki yer değiştirme yaklaşımının en güçlü karşılığı olsa olsa kısmi yer değiştirebilirliktir. Komşu düzeylerdeki teorilerle iyi bütünleşmiş bir düzeydeki bir teori ideal olarak belirli özel durumlar altında onların yapabildiklerinin bazılarını yapabilir. Genel olarak konuşursak, daha üst düzeydeki ilgili değişkenler sabit tutulduğunda, iyi bütünleşmiş daha alt düzey teoriler ideal şekilde açıklayıcı ve ön görüsel amaçlarımızın (tipik bir şekilde devasa bir bedel karşılığında da olsa) pek çoğu için yeterli açıklama sağlar, istatistiksel mekanik ve termodinamik ilişkisi örneğinde olduğu gibi. Daha üst düzey teoriler, diğer yandan, örnek olarak fizyolojik uğraşların aşırı derecede karmaşık biyokimyasal araştırmaları aydınlattığı zaman, görünüşte bütünüyle bağlantısız daha alt düzey olguları düzenlemenin gerekçesini temin eder. Görece ham teorilerle meskûn düzeyler ve/veya düzey içi sebeplerden ötürü köklü değişime uğrayan düzeyler arasında kalan sınırlar, Churchland’ın düzey içi durumlara uygulanmış teori sürekliliğine ait sürecinin diğer uç noktayı temsil eder. Relata[] kendi düzeylerinde değiştikçe ─bu esnada düzeyler arası kuvvetlerce sınırlandırılıp, düzey içi dinamiklerce yön verilen bir süreç ─ onlar gittikçe birbirleriyle ayrık hale gelebilirler. Uygun bir rekabetçi teorinin yokluğunda düzeyler arası kuvvetler verili herhangi bir düzeyde kurulu teoride (bırakın onu yıkmayı) değişimleri harekete geçirmek için ne zorunlu ne de yeterlidir. Örneğin, deneysel psiko-dilbilimde önemli karşı kanıtlara karşılık dilbilimdeki dönüştürücü gramerin kalıcılığını bir düşünün. (Bkz. McCauley 1984). Düzeyler arası kuvvetler, sadece neyin uygun bir alternatif sayılacağını tarif etmeye yardımcı olup belli bir düzeyde hâkim olan bir teoriyi kendi başına alaşağı etmeye muktedir değillerdir. Farklı düzeylerdeki teoriler arasındaki çeviriler daha daha zorlaştıkça, yer değiştirilebilirliğe dair konuşmak (bırakın yer değiştirmeyi) bile daha daha az meşru hale gelir: ”Düzeyler arası indirgemede çeviri zorlaştıkça, daha üst düzey olan teori daha vazgeçilmez olur. Tanımladığı düzenlilikleri kavramanın yegâne pratik yolu olmaya başlar.” (Wimsatt 1976a, s. 222). Kayda değer derecede teoriler arası kopukluk, yani yüksek derecede karşılaştırılamazlık gösteren düzeyler arası bağlamlar, teorilerin ve ontolojilerinin yerinden edilmesini veya elenmesini içerme ihtimali (burada ele alınan dört durum arasında) en düşük olandır. (Bkz. Şekil.1) Bazı teoriler arası bağlamlarda, yani düzeyler arası olanlardaki kökten karşılaştırılamazlık, ne teorilerin meşru zeminde elenmesini gerektirir ne de esasında bu türden elemeleri harekete geçirir.
Daha alt düzey teorilerin (daha üst düzey olan teoriler gibi) düzeyler arası bağlamlarda açıklamaya teşebbüs ettiği, üst düzey teori değil söz konusu olan olgudur. Yeniden açıklanmış olan olgudur, teoriler değil. Daha alt düzey ve daha üst düzey teoriler kayda değer derecede bağdaşmayan açıklamalar sundukları bir explanandumu paylaşmaktadırlar. Farklı kavramsal kaynakları bir araya getirirler ve sonuç olarak söz konusu olgunun farklı yönlerini vurgularlar. Bununla birlikte, düzeyler arası bağlamlarda teoriler arası yoldan çıkmalar kaçınılmaz şekilde zamanla komşu olduğu bağdaşmaz teorilerin karşılaştırılamazlığını düşürme eğilimi gösterir. Bu tür düzeyler arası hareketler bilimsel keşifler için mühim bir yönlendirici güçtür (Bkz. McCauley 1986 ve Bechtel [yayınlanacak]). Bilim adamları sınırdaş düzeylerdeki teorilerin mantıksal olarak ilişkili sonuçlarını ararlar. Mantıksal çatışmalar galip teori için yeni empirik destek; mağlup teori içinse olası düzeltmeler ve daha ileri araştırmalar için istikamet sağlayan yeni testler önermektedir. Daha özel olarak, bilim adamları parçalara ait koleksiyonlar (daha alt düzey teorilerdeki varlıklar) ve bütünler (daha üst düzey teorilerdeki varlıklar) arasında varsayımsal özdeşlikleri koyutlayarak düzeyler çerçevesinin altında yatan bileşenli varsayımları kullanmaya teşebbüs ederler. Bu özdeş iddialar empirik araştırma için mühim yollar teklif eden varsayımsal iddialardır (Bkz McCauley 1981). Bu varsayımsal özdeşlikler, düzeyler arası keşifleri sağlayan önemli bir güç kaynağıdır.[]
Bu düzeyler arası bağlamlarda teorilerin birbirleri üzerindeki tesirlerinin tek yönlü olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır (birçok filozof ve bilim adamının yaygın indirgemeci önyargılarına rağmen). (Bilişsel psikolojinin nöro-bilim üzerindeki kimi etkileri hakkındaki bir tartışma için Allen 1983’e bakınız). Çevirideki başarısızlıklar ” . . . üst düzey olanın sorumlu olduğu varsayımını doğrudan beraberinde getirmez” (Wimsatt 1976a, s. 222). Herhangi bir teorinin hak ettiği öncelik her ne ise ontolojik ön yargılarımızda temellenmemeli, daha çok üstün empirik performansa dayalı olmalıdır. Muntazam bir düzeyler arası çevirinin yokluğu alt düzey teorilere veya onların ontolojilerine açıklayıcı ve/veya ontolojik öncelik vermek adına bir a priori bir sebep teşkil etmez. Laudan’ın (1977, s. 56) gözlemlediği gibi, “. . . Unutmayın . . . İki teori arasında mantıksal bir tutarsızlık ya da birbirini desteklemeyen bir ilişki olması, bilim insanlarını birini, diğerini ya da her ikisini de terk etmeye zorlamaz.” (Ayrıca Bkz. s. 50-54.)
Komşuluk eden düzeylerdeki teoriler arasındaki dikkate değer kopukluk genellikle empirik araştırmaya ilham verir. Eğer her bir teori yeni sonuçlara ayak uyduracak şekilde düzenlenirse teoriler kavramsal olarak giderek süreklileşme eğilimi gösterir. Kavramsal yapıları yalnızca hafif çatışma halinde olan yakın düzeylerdeki teorilerin yer aldığı düzeyler arası şartlar düzeyler arası teorilere yol açabilir (Maull 1977). Düzeyler arası bir teori moleküler genetik örneğindeki gibi birden fazla analiz düzeyindeki teorilerin tanımlayıcı ve açıklayıcı kaynaklarını kullanabilir. Nedensel ilişkiler ve çeşitli teorilerdeki kavramlar hakkındaki bilgileri olgunun daha bütünleşik, bilgilendirici ve kapsamlı açıklamasını sağlamak adına onun hipotezlerine dahil eder. Bu geliştirilmiş tanımlayıcı kabiliyetler, alt düzey teorilerin tek başına tarif edemeyeceği problemlerin çözülmesi hususunda düzeyler arası bir teoriye imkân sağlar. Örneğin biyokimyanın teorik kaynakları kalıtım ve gelişimin mekanizmalarının açıklamasını meydana getirmeye kâfi değildir. Sitoloji ve genetiğin rehberlik ve takviyesini gerektirirler. Moleküler genetik bu tür bir araştırmaların odak noktası haline gelmiştir.
Bu meselelerin hiçbiri Churchland’ın realizmine mâni değildir; sadece onun (ve seleflerinin) eleyiciliğini zayıflatırlar. Psikoloji (niyetsel, sağ duyusal, zihinsel ve/veya bilişsel) ve nöro-bilim arasındaki ilişki (Churchland’ın vurguladığı gibi) teoriler arasındadır. Temel mesele bu teorilerin farklı analiz düzeylerinde çalışıyor olmasıdır. Psikoloji ve nöro-bilim temel olarak insan etkinliğinin çeşitliliğinin farklı açıklamalarını sağlarlar. Psikolojik sistemler kati olarak sinirsel sistemlere bağlıdır (tıpkı sinirsel sistemlerin biyokimyasal sistemlere bağlı oluşu gibi). Nöro-bilimin tartıştığı fenomenler Fodor ve diğerlerinin belirttiği gibi basit olmayan bir tarzda da olsa kısmi ölçüde psikolojinin tartıştığı fenomenlerin kurucusudur. Bu yüzden fizyolojik sistemler gibi psikolojik sistemlerin bileşenlerine ait tanımlara da tipik şekilde işlevsel olarak yaklaşırız. Psikoloji ve nöro-bilim farklı kavramlar ve ilkeleri kullanır ve her biri çalışılan nesnenin farklı yönlerini vurgular. Her biri farklı problemler üzerinde az ya da çok etkili olan açıklamalar sunar. Her iki alanın (ve felsefenin) bilimsel araştırmacıları en azından nöro-bilimde kimi empirik araştırmaları teşvik etmiş, ontolojilerinin bileşenleri arasındaki varsayımsal özdeşlik ilişkilerini hevesle tasdik etmişlerdir. Nöro-bilim psikolojiden daha geniş bir olaylar sınıfı ile ilgilidir ama daha düşük bir düzeyde çalıştığından beklenen bir durumdur bu. O halde, düzeyler arası teorik ilişkilerin tüm işaretleri mevcuttur.
Eleyici materyalizmin tüm versiyonlarının yaptığı hata psikoloji ve nöro-bilim arasındaki düzeyler arası ilişki hakkındaki eleyici sonuçlarını düzey içi bağlamlara denk düşen bir analiz temelinde elde etmek olmuştur. Eleyici iki düzeydeki teorilerin pek çok mühim kavramsal kopukluk taşıdığını haklı bir şekilde savunur ancak isabetsiz şekilde bu tür karşılaştırılamazlığın bir teori ya da diğerinin elenmesini gerektirdiği sonucunu (şüphe yok ki sıkı Kuhncular tarafından kışkırtılmalarına binaen) çıkarır. Bilimsel devrimler esnasında düzey içi bağlamlarda bu tür krizler radikal cinste bir operasyonu gerekli kılar ama düzeyler arası bağlamlarda bu tür bir kıstas potansiyel olarak bilimsel keşif için mühim bir müşevviği yok edecektir. Bilim tarihi düzeyler arası bağlamlarda teori değişimi veya elenişi için bir numune sunmamaktadır. Bunun tek yolu Churchland’ın spektrumunun tamamen karşıt kutbundaki düzeyler arası durumlardır. Bu daha üst düzey teorinin tüm ilkelerinin daha alt düzey teorininkilerden tümdengelimli sonuçlar olarak çıkarıldığı ve daha üst düzey varlıkların ve tüm özelliklerinin daha alt düzey varlıkların ve tüm özelliklerinin[] toplamıyla sıkı bir şekilde özdeşleştirilebildiği klasik mikro-indirgeme durumu denilen durumdur. Buna rağmen yine bu dahi, zarureten, kendileri alt düzey teoriye indirgenebilir olmayan bir dizi indirgeme fonksiyonu kullanacağından, daha üst düzey teorinin elenmesi adına mantıksal bir taahhüt vermez.[]
Bununla birlikte Churchland’ın bilimsel realizmi şüpheci tenkitler karşısındaki savunmasını, tüm sağduyunun temel olarak kuramsal boyutta olduğuna dair ısrarını ve gelecekteki bilimin sağduyu psikolojisine bağlı kalmayacağı öngörüsünün tasdik ederek neticelendirmek istiyorum. Teorilerin yer değiştirmesi yine de düzey içi bir olgudur. Bu yüzden sağduyu psikolojisi öğretisinin müdafileri nöro-bilimdekilere değil daha ziyade deneysel bilişsel psikolojideki gelişmelere karşı azami dikkat göstermelidir. Bu alan psikolojik görüşlerimizde Kuhncu anlamda devrim yaratmak adına pek az emare gösterse de bundan onun, sağduyu psikolojisinin yerini almaktan (ve hatta belki bütünüyle elemekten) aciz olduğu çıkarılmaz.[] Galileo’nun serbest düşme yasasının durumunda olduğu gibi, sağduyu psikolojisi açıklayıcı ve öngörücü amaçlarımızın pek çoğu için günbegün karşılaştığımız durumların çoğunu akla yatkın derecede iyi bir şekilde ele almaktadır. Ama yine Galileo’nun yasası gibi bu da, sağ duyusal psikolojik görüşlerimizin bir kısmının soluk bir temsilinin geleceğin psikolojisinde kısmen yer alabilmek adına direnebileceğinden öte bir imada bulunmaz.
Robert N. McCauley[]
Tamer Şık (çeviren)
Not: Aralık 1984’te yayınlandı; Mart 1985’te revize edildi.
Kaynaklar:
Allen, Max (1983), “Models of Hemispheric Specialization”, Psychological Bulletin 93: 73-104.
Bechtel, P. William (1984), “Autonomous Psychology: What It Should and Should Not Entail” in PSA 1984, Peter Asquith and Philip Kitcher (eds.). Volume 1. East Lansing, Michigan: Philosophy of Science Association.
Bechtel, P. William (ed.) (forthcoming), Integrating Scientific Disciplines. Dordrecht: Martinus Nijhoff.
Brewer, W. (1974), “There is No Convincing Evidence for Operant or Classical Conditioning in Adult Humans” in Cognition and the Symbolic Processes. Walter Weimer and David Palermo (eds.). Hillsdale, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates.
Brown, Harold (1979), Preception, Theory and Commitment. Chicago: University of Chicago Press.
Causey, Robert (1977), Unity of Science. Dordrecht: Reidel.
Churchland, Paul (1979), Scientific Realism and the Plasticity of Mind. Cambridge: Cambridge University Press.
—— . (1981), “Eliminative Materialism and the Propositional Attitudes”, Journal of Philosophy 78: 67-90.
—— . (1984), Matter and Consciousness. Cambridge: The MIT Press.
Cornman, James (1962), “The Identity of Mind and Body”, Journal of Philosophy 59: 486-92.
Darden, Lindley, and Maull, Nancy (1977), “Interfield Theories”, Philosophy of Science 44: 43-64.
Feyerabend, Paul (1962), “Explanation, Reduction, and Empiricism” in Scientific Explanation, Space and Time, Herbert Feigl and Grover Maxwell (eds.). Minnesota Studies in the Philosophy of Science. Volume HI. Minneapolis: University of Minnesota Press.
—— . (1975), Against Method. London: NLB.
—— . (1978), Science in a Free Society. London: NLB.
Fodor, Jerry (1975), The Language of Thought. New York: Thomas Y. Crowell Company. . (1981), Representations. Cambridge: The MIT Press.
Kitcher, Patricia (1984), “In Defense of Intentional Psychology”, Journal of Philosophy 81: 89-106.
Kuhn, Thomas (1970), The Structure of Scientific Revolutions. Second edition. Chicago: University of Chicago Press.
Laudan, Larry (1977), Progress and Its Problems. Berkeley and Los Angeles: University of California Press.
McCauley, Robert (1981), “Hypothetical Identities and Ontological Economizing: Comments on Causey’s Program for the Unity of Science”, Philosophy of Science 48: 218-27.
—— . (1984), “The Not So Happy Story of the Marriage of Linguistics and Psychology”, presented at the Conference on Integrating Scientific Disciplines, Georgia State University. Forthcoming in Synthese.
—— . (1986) “Problem Solving in Science and the Competence Approach to Theorizing in Linguistics”. Journal for the Theory of Social Behavior 16: 299-313.
McCloskey, Michael (1983), “Intuitive Physics”, Scientific American 248: 122-30.
Maull, Nancy (1977), “Unifying Science Without Reduction”, Studies in History and Philosophy of Science 8: 143-62.
Nagel, Ernest (1961), The Structure of Science. New York: Harcourt, Brace, and World.
Nickles, Thomas (1973), “Two Concepts of Inter-theoretic Reduction”, Journal of Philosophy 70: 181-201.
Robinson, Joseph (1982), “The Sodium Pump and its Rivals: An Example of Conflict Resolution in Science”, Perspectives in Biology and Medicine 25: 486-95.
Rorty, Richard (1965), “Mind-Body Identity, Privacy, and Categories”, Review of Metaphysics 19: 24-54.
—— . (1970), “Incorrigibility as a Mark of the Mental”, Journal of Philosophy 67: 399-424.
—— . (1979), Philosophy and The Mirror of Nature. Princeton: Princeton University Press.
—— . (1982), Consequences of Pragmatism. Minneapolis: University of Minnesota Press.
Schaffner, Kenneth (1967), “Approaches to Reduction”, Philosophy of Science 34: 137-47.
Sutherland, N. S. (1970), “Is the Brain a Physical System?” in Explanation in the Behavioural Sciences, Robert Borger and Frank Cioffi (eds.). Cambridge: Cambridge University Press.
Wimsatt, William (1976a), “Reductionism, Levels of Organization, and the Mind-Body Problem”, in Consciousness and the Brain, G. Globus, G. Maxwell, and I. Savodnik (eds.). New York: Plenum Press.
—— . (1976b), “Reductive Explanation: A Functional Account” in PSA 1974, R. Cohen, C. Hooker, A. Nicholas, and J. van Evra (eds.). Dordrecht: Reidel.
Dipnotlar: