Son birkaç aydır, özellikle de Doğan Avcıoğlu’nun yeniden popüler olmasıyla beraber, Kemalizm’in sosyalizm ile bağlantıları tartışılmaya başlandı. Birçok sol Kemalist, sosyalizm ve hatta marksizmin Kemalizm ile ortak bir zemin üzerinde uzlaşabileceğini iddia etmektedir. Tabii ki, bu tartışmalar yeni değildir; deyim yerindeyse 1960’lardan beri mütemadiyen bu minvalde tartışmaların belli aralıklarla alevlendiğini unutmamak gerekir. Kemalizm’in başka düşünler ile sentezlenme çabasının da sadece sol Kemalistlere has olmadığı da açıktır. Kemalizmin, kurucu bir ideoloji olmasından gelen prestiji dolayısıyla, siyasal eksenin dört bir yanındaki birçok kişi tarafından on yıllardır kendi görüşlerine rıza üretmek için faydalanılan bir uğrağa dönüştüğünü söylemek sanıyorum ki pek abartı olmayacaktır. Esasında bakarsak, Kemalizm’in monolitik olmayan ve pragmatik bir mahiyete dayanması da rıza üretimi amacıyla Kemalizm’e sarılmayı kolaylaştıran bir unsurdur.[1] Kemalizmin, dayandığı esnek normatif yapısı dolayısıyla, 1930’lardan itibaren içerisinde farklı fraksiyonları kapsamış olduğunu yadsımak, tarihsel gerçekleri hiçe saymak olacaktır. Ne var ki, Kemalizm’in esnek bir deriye sahip olduğunu kabul etmek; bu deriyi ayakta tutan iskeletin varlığını reddetmek değildir. Kemalizm, son kertede bazı temel prensiplere dayanır. Bu prensipler, Kemalizm’in dünya, toplum ve siyaset tasavvurunu yansıtır. Örneğin ulus devlet nosyonu, bu prensiplerden biridir. Yazım boyunca detaylıca ele alacağım gibi, kapitalist modern bir ekonomi de gayet tabii bu prensiplerin inkar edilemez bir tarafını teşkil etmektedir. Başka bir deyişle, 3. Cumhuriyet Fransa’sı tipi solidarist bir kapitalizm, Kemalizm’in kolay kolay inkar edemeyeceğimiz bir ayağıdır. Erken Cumhuriyet döneminde, Kemalizm’in ekonomi tasavvurunda ekseriyetle uzlaşının da tezahür ettiği zemin, tam olarak da bu’dur. Kaldı ki, bu tasavvur sadece devletçilik ile de sınırlı değildir; göreceğimiz üzere, bilhassa halkçılık ve milliyetçilik ile de yakın bir temas halindedir. Durum böyle olunca da Kemalizm’i sosyalizmin bir biçemiyle uzlaştırma çabaları, deyim yerindeyse, amorf bir eklektisizmi andırmaktadır. Bu bağlamda, yazımda da niçin Kemalizm’in sosyalizm ile bağdaştırılamayacağını çeşitli hususlar üzerinden delillendirmeye çalışacağım. 

Öncelikle, aşikardır ki Kemalizm’in tarihsel görevi, Türkiye’de kapitalistleşmeyi gerçekleştirmekti. Atatürk bu hedefi, bir konuşmasındaki “Kaç milyonerimiz var? Biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz; bilâkis memleketimizde milyonerler yetişmesine çalışacağız”[2] cümlesiyle veya Sovyet Büyükelçisi Aralov’la konuşurken ki ettiği “Türkiye’de sınıflar yok… Gelişmiş bir sanayi olmadığı için işçi sınıfı da yok. Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuvazi sınıfı haline getirmek gerekiyor.”[3] lafıyla açıkça ilan etmekteydi. Kemalizm’in uyguladığı iktisat politikaları da tam anlamıyla bu amaca ulaşmak ve Türkiye’yi modern kapitalist bir ekonomi haline getirmek için kullanılan bir araçtı. 

1920’ler ile 1930’lar arasında kullanılan iktisat politikaları arasında bazı aşikar farklılıklar, tabii ki de gösterebilir.[3] Hatta Celal Bayar’ın 1937 konuşmasındaki, “Bugün içinde bulunduğumuz sistemin değişmez bir sistem olduğunu asla ifade etmiyorum. Fakat bugün içinde bulunduğumuz sistem bugünkü şeraite nazaran bizim için mükemmel bir sistemdir. Yarın hayat ve şerait değiştikçe, biz de o şeraite intibak suretiyle sistemler üzerinde tadiller yapacağız.”[4] ifadesi, Kemalist ekonomi tasavvurunun esnek doğası lehine sayılabilecek bir ipucudur. Sadece 1923-1929 ile 1929-1939 döneminde uygulanan iktisat politikaları farklılık göstermez; 1929-1939 arasındaki politikalar da kendi içlerinde yıllara göre çok büyük farklılıklar barındırır. Ne var ki, ekonomi politikalarında görülen bu farklılıklar, aynı hedefe giden farklı yollar olarak değerlendirilmelidir. Kaldı ki, 1920’ler ve 1930’lar ekonomi politikalarında çok değişime uğramamış bir olgu vardı. O da, özel teşebbüsün ağırlık gösterdiği kapitalist bir ekonomiye duyulan inançtı.[5] Dolayısıyla 1920’lerde de 1930’larda da ekonomi politikası olabildiğince bu inancı yansıtmaktaydı. 

Türk iktisat tarihi yazımı, 1920’ler ile 1930’ları, liberal-devletçi ekonomi ikilemiyle ikiye bölme eğilimine sahiptir.[6] Bu eğilim, şu olguyu hatırlamak koşuluyla aslında pek haksız da değildir; Söz konusu iki dönemde de kullanılan farklı politikaların amaçları aynıdır: Türkiye’yi modern kapitalist bir ekonomi haline getirme. Üstelik, veriler ışığında rahatlıkla görebiliriz ki, 1930’lar da esasında özel teşebbüs ağırlıklı bir büyümenin başka bir tezahür biçimini oluşturmaktadır. Şöyle ki, 1938 Resmi Sanayi sayımına göre endüstri, sanayi, enerji, imalat sektöründeki toplam istihdamın yüzde 90’ı özel teşebbüs tarafından sağlanmaktayken[7], 1932-1939 arasında toplam sanayi üretiminin yüzde 75’ini özel teşebbüs tarafından sağlanmıştı.[8] Üstelik, 1934 Sanayi planı kapsamında yapılan sınai yatırımlarının ise GSYİH’nin sadece yüzde 2’sine tekabül ettiğini hatırlarsak, devletin sanayileşme hamlesinin sınırlı kaldığı sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz.[9] Nitekim 1939’da tüm kamu iktisadi teşebbüsleri, toplam sanayi üretiminin sadece yüzde 12’sini sağlamaktaydı[10] Kemalist devletçilik, çok açık bir biçimde, sadece özel teşebbüsün gücünün yetmeyeceği faaliyetleri devletin üstlenmesi gerektiği felsefesinin somutlaşmış bir haliydi. Esasında devletçiliği uzunca analiz etmek gibi bir niyetim yok burada, zira bu konuda ayrıntılı bir makalem de var.[11] Ama tabii ki basitçe bu konudaki bazı önemli noktalara kısaca değinebilirim.

1930’larda devletçilik kavramı, üzerinde herkesin uzlaştığı yekpare ve homojen bir tasavvura dayanmıyordu. Bilhassa, resmi çevreler nezdinde bir ikiye bölünmüşlük durumu bulunuyordu: İş Bankası Çevresi ve İsmet Paşa çevresi.[12] Birinci grup, iş dünyası ile daha içli dışlı olduğundan nispeten daha liberal bir tutuma sahipken[13], ikinci grup iş dünyasına daha şüpheci bir tavır içerisindeydi. Tarihsel olarak baktığımızda, Atatürk’ün açık desteğiyle İş Bankası grubu üstün gelmiş ve devletçiliği ekseriyetle onlar biçimlendirmişti.[14]) Ne var ki, bu iki grup arasında sanıldığının aksine, o kadar aman aman ideolojik bir aykırılık yoktu. Anlaşmazlıklar çoğunlukla ideolojik zeminde değil, gündelik politikalar bağlamında şekillenmekteydi. Nitekim iki kanat da ekseriyetle, özel teşebbüsün gerçekleştirebileceği faaliyetlere devletin karışmasını yanlış bulmaktaydı. Örneğin İsmet Paşa bile 1933’te Kadro dergisine verdiği yazıda, ferdi teşebbüslerin gerçekleştirebileceği faaliyetlere devletin karışmasının doğru olmadığını dile getirmekteydi.[15])  Durum böyle olunca da iki taraf rahatlıkla belli bir uzlaşı zemini yakalayabiliyordu.[16] Bu uzlaşı zemini de Gâzi’nin şu tanımında ifadesini bulmaktaydı: “Devletçiliğin bizce anlamı şudur; kişilerin özel teşebbüslerini ve kişisel faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün ihtiyaçlarını ve (bu uğurda pek bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak) ülke ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılmamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.”[17]) 

Atatürk, görülebileceği üzere, devletin hususi teşebbüsçe yapılamayan şeylerin yapılması sonucu ortaya çıktığını dile getirmekteydi. Ayrıca, Gâzi “Bir bireyin kişisel etkinliği ekonomik ilerlemenin ana kaynağı olarak kalmalıdır. Bireylerin gelişmesine engel olmamak, onların her açıdan olduğu gibi, özellikle ekonomik alanda, özgürlüğü ve girişimleri önünde devletin kendi çalışmasıyla bir engel oluşturmaması, demokrasi ilkesinin en önemli temelidir. O hâlde diyebiliriz ki bireylerin gelişmesinin engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet etkinliğinin sınırını oluşturur.”[18] ifadesiyle bir kez daha Kemalist devletçiliğin dayandığı anlayışı dile getirmekteydi.

Esasında da CHF ve SCF rekabetinin, devletçilik-liberalizm anlaşmazlığı olarak yorumlanmasının bir yanılgıdan ibaret olmasının en büyük sebebi de bu’dur. SCF programında bulunan ”Cumhuriyet’in menfaatleri için girişilmesi icap eden iktisadi işlerde fertlerin kuvveti kifayetsiz görüldükçe devlet doğrudan doğruya teşebbüs alır.” İfadesinin, pek de “laissez faireci” bir anlayışı yansıtmadığı aşikardır.[19] Üstelik, Fethi Okyar defalarca kez, ferdi teşebbüsün yetişemeyeceği yerlerde devlet faaliyetinin zaruri olduğunu dile getirmemiş miydi? Örneğin Fethi bey ünlü İzmir Nutku’nda şöyle demekteydi: “Devlete ait… vazife halk tarafından münferiden yapılması kâbil olmayan işleri başarmak ve halkın şahsî… teşebbüslerini kolaylaştırmak… olmalıdır.”[20] Bu anlayışın, İsmet Paşa’nın Kadro dergisindeki yazısında “devlet, özel teşebbüsün yapabileceği işlere karışmamalı” ifadesi ile Atatürk’ün elyazmalarında dayandığı iktisadi tasavvurdan ideolojik bağlamda aşikar kopmalar içerdiğini söylemek, çok doğru olmasa gerekir.

Kaldı ki, Korkut Boratav’ın da işaret ettiği gibi, SCF-CHF arasındaki ekonomik anlaşmazlıklar derin ekonomik vizyon farklılıklarına değil; inhisar idaresi ve şimendifer siyaseti gibi daha yüzeysel ve pratik meselelere dayanmaktaydı. Zaten her ne kadar, devletçilik 1929’dan itibaren söylem düzeyinde önem kazansa da, esas fiili başlangıcı, 1932 Temmuz’udur; öncesinde devletçiliğin şimendifer siyasetini savunmak için kullanılan bir mevzii olduğunu dile getirmek, asla bir abartı olmayacaktır.[21]) Boratav, meseleyi kısacası şöyle özetler: 

Gerçekte, Türkiye’nin o günkü şartlarında bu siyasetin eleştirisine cevaz verecek formül, olsa olsa, “fertlerin yapamadığı işleri devletin de yapmaması” olabilirdi! CHF 1931 sonuna kadar hem söz hem fiille; 1931’den sonra ise, ileride göstereceğimiz üzere, zaman zaman, fiille değilse bile sözle Fethi Bey’in “liberal” formülünü; “devlet ferdin yapamadığı işleri yapar” ilkesini savunmuştur. Bu bakımdan Fethi Bey’in konuşması “liberalizm” teriminin açıkça ortaya atılmasından başka hiçbir yenilik ve orijinallik taşımamaktadır.(…) Gerçekten, Serbest Fırka liderinin liberalizmi, CHF uygulamaları ile o kadar uygunluk halindedir ki CHF resmi organı haklı olarak “devlet… millet tarafından daha iyi yapılabilir hangi teşebbüslere engel [oluyor]?” diye sormaktadır.”[22] Sadece hususi teşebbüsün başaramayacağı alanlara kamu yatırımlarının konsantre olması anlayışı, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının İktisat Vekaletince Başbakanlığa sunuluş yazısındaki şu satırlarda da görülmektedir:

“Bu programa hususi teşebbüs erbabı tarafından tesisine imkan görülmeyen sanayi şubeleri ithal edilerek devlet veya millî müesseselerin teşebbüsü olarak kurulmaları düşünülmüştür.”[23

Kemalizm’in ekonomik ajandası, özel sektör ağırlıklı modern kapitalist bir piyasa ekonomisi meydana getirmekti. Fakat Kemalizm’in ekonomik tasavvurunu liberal ekonomiden ayıran birtakım bariz farklılıkları da unutmamamız gerekiyor. Her şeyden evvel, Kemalizm en azından teoride refah devleti nosyonunu, o dönemin ünlü tabiriyle de “socialisme’d etat”ı da benimsemekteydi. Sol Kemalistler tarafınca, dönemin “devlet sosyalizmi” vurgusu, hatalı bir biçimde, Kemalizm’in sosyalist bir anlayışa yakın olduğunu iddia etmek için kullanılır. Oysa 2. Meşruiyetten itibaren tedavüle giren “devlet sosyalizmi” ifadesi, Bismarck tipi bir refah devleti anlayışını nitelendirmek için kullanılan bir kavram mahiyetindeydi. Zafer Toprak’ın işaret ettiği gibi, 2. Meşruiyet döneminde devlet sosyalizmi anlayışı, Bismarck’ın yaptığı sosyal demokratik reformlardan etkilenerek, “Devlet bazı hususlarda özel teşebbüsün yerine geçmeli ya da özel teşebbüse müdahale etmeliydi; ona karışmalıydı. Fakat bu müdahale o surette sınırlandırılmalıydı ki, özel teşebbüsün tam serbestliğine engel olunmasın. Aksi takdirde, bireyin doğal haklarına öldürücü bir darbe vurulmuş olurdu.”[24] anlayışını kastetmek için kullanılmaktaydı. 1910 tarihli, Ulum-ı İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası da devlet sosyalizminin bilhassa Almanlarca uygulandığını kaydediyordu.[25] 1921 tarihli konuşmasında Celal Bayar da devlet sosyalizmi hakkında konuşurken, “Şu kadar söyliyeyim ki, Almanya’da devlet sosyalizminin tatbiki pek güzel neticeler vermişdi.”[26] diyerek esasında bu kavramın Almanya’da ortaya çıkmış modern tipi refah devleti anlamına geldiğini bir kez daha ifade ediyordu. Bu bağlamda Şükrü Hanioğlu şöyle yazar: “Talat Paşa gibi Mustafa Kemal de bu kavramsallaştırmayı, kontrolü alandaki devletin büyük yatırımları üstlenmesi ve ekonomiye özel girişimi yasaklamadan müdahalesi şeklinde değerlendirmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Mustafa Kemal’in “devlet sosyalizmi,” Otto von Bismarck’ın, 1880 sonrasında hayata geçirdiği ve liberal ve sosyalist karşıtları tarafından Staatssozialismus olarak adlandırılan sosyal reform programını andırmaktadır.(…) Mustafa Kemal’in bu kavramla dile getirdiği “sosyalizm” değil. devletin ekonomiye belirli sınırlar dahilinde müdahalesi, koruyucu yasalarla çalışan sınıfların sol programların cazibe alanından çıkarılmasıdır.”[27] Ayrıca, elyazmalarında Atatürk sosyal yardım politikalarına, devlet sosyalistliğine yaklaşarak ulaşılabileceğini ifade ettiği gibi, aynı sayfada sıraladığı 9 somut politikanın tamamı da refah devleti ile ilgilidir.[28] Dolayısıyla Atatürk’ün de devlet sosyalistliği kavramsallaştırması, tıpkı döneminin diğer kişilerindeki gibi sosyal devlet taraftarlığı anlamına gelmekteydi.

İfade etmek gerekir ki, Kemalist elitin sosyal adalet kavramını önemsemesinin bir sebebi doğu komşularından yükselen sosyalizm tehlikesiyse[29] diğer bir sebebi de, Osmanlı’nın oluşturduğu son derece heterojen, parçalı ve bölünmüş toplum yapısının sebep olduğu bunalımların Kemalistlerin hafızalarında hala taze olması ve tarih tekerrür etmesin diye homojen, birbiriyle sıkı, bütün bir toplum tasavvurunu gerçekleştirme çabalarında sosyal adaletin önemini anlamış olmalarıydı.[30] Bu bağlamda, Kemalist devletçilik esasında refah devleti ile beraber piyasa ekonomisini benimseyerek bir nevi, serbest piyasalardan ziyade sosyal piyasaları benimsemiş bulunmaktaydı. Bu tasavvur, Kemalizm’in içselleştirdiği solidarizm akımının doğrudan bir sonucuydu.

Kemalizm, Üçüncü Cumhuriyet Fransası’nın resmi ideolojisi olan solidarizmden derinden etkilenmişti. Türk tarih yazımında solidarizmin hakkıyla anlaşılabilmiş bir düşünce olmadığı kanaatindeyim. Çünkü solidarizm sık sık korporatizm ile bağdaştırılması ve onun bir uzantısı olarak telakki edilmesi sebebiyle sağ otoriteryen bir düşünüş şekli olarak algılanmakta ve Kemalizm’in otoriteryen vehçesi ile liberal demokrasiyi reddinin bir tezahür biçimi olarak ileri sürülmektedir.[31] Bu yanlış kanaatler, bence, Solidarizm hakkında yeterli okuma yapılmamasından kaynaklanmaktadır. Solidarizm, aslında bir nevi Fransız sosyal demokrasisidir. Şöyle ki Solidarizm, liberal demokratik siyasi düzeni kabul etmekte; ama bunun üzerine kapsamlı bir sosyal devlet mekanizmasının kurulması gerektiğini savunmaktadır.[32] Zafer Toprak, solidarizmi şöyle açıklar: “Solidarizm, Üçüncü Cumhuriyet Fransası’nın bir anlamda resmi ideolojisiydi. Radikal Parti’nin benimsediği bir öğretiydi. Filozof-politikacı, bir ara başbakan, Léon Bourgeois başta olmak üzere, Alfred Fouillée, Alexandre Millerand, Charles Seignobos, Ferdinand Buis son, Charles Gide, Gustave Geffroy gibi birçok düşünür solidarizme katkıda bulundu. Bu düşünürler için solidarizm liberalizmin ve sosyalizmin alternatifiydi. Solidarizme göre, 19. yüzyılda ekonomist ve sosyalist öğretiler aracılığıyla toplumsal sorunun saptanmasına rağmen tutarlı bir çözüm getirilememişti. Ekonomist kesim, çabanın birey yükselttiğini, gayretin onu güçlü kıldığını, rekabetin bir ayıklama ve ilerleme unsuru olduğunu vurguluyor; ancak “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” [laissez faire, laissez passer] düsturuyla adaleti yeterince gözetmiyordu. Sosyalist ya da kolektivist kesim ise salt maddi kaygılarla, adalete arka çıkıyor, toplumu mutluluğu paylaştıracak bir güç olarak görüyor, insanın tek varlık nedeni özgürlüğünü yitirmesine yol açacak sözde bir adalet kentini (cité de justice) otoriter yöntemlerle kurmayı düşlüyordu. Solidarizm, her iki öğretinin sakıncalarını giderecek, adaletle özgürlüğü aynı potada bağdaştıracak, ekonomizmle sosyalizmi uzlaştıracak bir çözüm peşindeydi. Diğer bir deyişle, serbest teşebbüs ve mülkiyetin dokunulmazlığına gölge düşürmeksizin liberalizmle sosyalizm arası bir “orta yol”, üçüncü bir yol arıyordu. Solidarizm, Üçüncü Cumhuriyet Fransası’nda ekonomide devlet müdahaleciliğini öneren, çalışanları ve güçsüzleri gözeten sosyal mevzuatı gündemine alan, toplumsal yaşamda sınıf çatışmasının gereksizliğine inanan, çelişkiden arınmış, uzlaşma esasına dayalı organik dayanışmayı benimseyen, laik eğitimi savunan, pasifist, uzlaşmacı bir öğretiydi. Var olan toplumsal yapıyı ya da düzeni veri olarak alıyor, kapitalizmin doğurabileceği sosyal adaletsizlikleri parlamenter yoldan gidermeyi amaçlıyordu.”[33]

Solidarizmin temel temsilcisi, Üçüncü Cumhuriyet Fransasındaki Radikal Partidir. Fransiz radikal partisinin muhtemelen en önde gelen kişisi ve solidarizmin temel ideoloğu da Fransız siyasetçi Leon Bourgeois’idi. Leon Bourgeois, Solidarizm doktrininin esasında “özel mülkiyet ve bireysel hürriyet teorilerinin”(muhtemelen liberalizmi kastediyor burada.) düzeltilmiş şekli olduğunu yazmaktaydı.[34] Peki bu ne demek oluyor? Aslında Bourgeois’in demek istediği şey, parlamenter liberal demokrasisi ile özel mülkiyete dayalı kapitalist ekonomi nosyonlarını benimsemiş oldukları, ama bunların kusurlarının da özellikle aktif devlet müdahaleciliği ile sosyal politikalar ile giderilmesi gerektiğiydi. Yani, Solidarizm bireysel hürriyet ile sosyal adalet olgularının bir uzlaştırılma biçiminden[35] veya Şerif Mardin’in deyimiyle Marksist kolektivizmle —zamanla liberalizmin verisi haline gelen— aşırı bireyciliğin arasında bir denge bulma çabası(…)”ndan[36] başka bir şey değildi. 

Leon Bourgeois açıkça otoriteryen devlet kavramını reddettiğini 1900 tarihli bir konuşmasında şu sözlerle dile getiriyordu: “Devletin, insanlardan ayrı, kendine özgü bir otoritesi olan ve bu sayede bize kendi koşullarını dayatabilecek bir varlık olduğu düşüncesini reddettim. Bu nedenle, toplumsal yasanın, ancak hep birlikte üzerinde uzlaştığımız bir yasa olabileceğini kabul etmemiz gerekir. Bu, insanların birbirleriyle yaptığı bir sözleşmedir. Yasaları insanlara, kaynağını ve doğasını anlayamadığımız üstün bir otoriteyle dayatan bir devlet değildir; kimlerle, hangi koşullarda ve hangi fiyata alışveriş yapacağımızı belirlemek üzere değişim sözleşmelerine müdahale edebilecek bir güç de değildir. Devlet, sadece insanların ortak eylemlerini gerçekleştirmek üzere kendilerinin yarattığı bir organdır; insanlar kendi iradelerini bu organa devreder ve yasa da sadece bu ortak iradenin ifadesidir. Bizim açıkça ve kesin bir biçimde reddetmek istediğimiz şey, bize kendi iradesini dayatan ve yaşamımızın koşullarını rızamız olmadan belirleyen otoriter, üstün bir devlet fikridir.”[37]

Leon Bourgeois, solidarizmin nasıl sosyalizmden daha farklı bir yol izlediğiniyse şöyle açıklamaktaydı:

“Bir bakıma, kolektivist sosyalizmin izlediği yolun tersine gidiyoruz; zira diyoruz ki: kolektifleştirme, solidarist sisteminin nihai amacı değildir. Kolektif olan, bu sistemin çıkış noktasıdır; yani dayanışma toplumu, zorunlu bir başlangıç zemini sunar. Ancak nihai hedef bireyseldir: toplumsal borcun ödenmesi yoluyla özgürlüğün yeniden kazanılması. Bu bağlamda solidarizm doktrini, bireysel özgürlük ve mülkiyetin kurtuluşu; özgürleşmiş mülkiyetin ontolojik temellendirmesidir.”[38]

Nitekim, Bourgeois’e göre solidarizmin amacı bireyseldi: “Özetle ifade edecek olursak: Dayanışma burada da temel bir ön koşuldur; özel mülkiyet ve özgürlük nihai hedeflerdir. Ancak bu hedefler yalnızca dayanışma bağlamında anlam kazanır; başka bir deyişle, bu değerler ancak toplumsal yükümlülüklerini yerine getirdiklerini ileri süren bireyler açısından ahlaki ve hukuki olarak meşru sayılabilir.”[39] Esasında Bourgeois’in kastettiği şey, özel mülkiyet ve kâr işletilirken oluşan sosyal borçların, ekonomik jargonda ifade edecek olursak ekonomik dışsallıkların, vergiler yoluyla ödenmesi gerektiğiydi; Çünkü Bourgeois’e göre ancak o zaman özel mülkiyet rejimi meşru bir zemine dayanabilirdi. Bu bağlamda Leon Bourgeois’in artan oranlı vergilendirmenin en erken savunucularından biri olduğunu da bu bağlamda unutmamak gerekir. Bourgeois’e göre, vergiler yoluyla ödenen sosyal borç da modern refah devleti ile sosyal politikanın kaynağı olmalıdır.[40]

3. cumhuriyet Fransa’sında solidarizmin bir başka önde gelen kişisi olan Charles Gide, Fransız radikal partisinin l’aissez faire liberalizmi ile ekonomik sosyalizm arasında bir üçüncü yol olduğunu yazmaktaydı.[41] Charles Gide’ye göre solidarizmin tasavvuru uyarınca, “Özel mülkiyet ve özel teşebbüs, sosyal borcunu ödediği sürece özgür olacak ve saygı görecektir.”[42] Başka bir deyişle, Gide de solidarist tasavvurda, vergisini ödeyen her türlü özel teşebbüsün meşru olduğunu kaydediyordu. Bu bağlamda, Bourgeois ve Gide’nin fikirlerine bakarak, solidarizmin bir tür “Fransız sosyal demokrasisi” olarak nitelendirmenin yanlış olmadığını bir kez daha görebiliriz. Zira solidarizm, özgürlükçü parlamenter düzeni ve burjuva demokrasisini kabul eder ve ekonomik açıdan da modern piyasa ekonomisine refah devleti ve bu düzene sosyal adaleti gözeten politikaların eklemlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu bağlamda Zafer Toprak şöyle yazmaktaydı: “Almanya’da sosyal demokrasi doğarken Fransa’da bunun adı solidarizmdi ve Radikal Parti çevresinde rağbet bulmuştu.”[43]

İfade ettiğim gibi, Kemalizm de solidarizmi özümsemiş ve ondan derinden etkilenmişti. Örneğin, Atatürk’ün elyazmalarından kitaplaştırılan Vatandaş için Medeni Bilgiler’de “Bağlılık (Solidarite)” başlığında bir bölüm bulunmaktaydı.[44] Atatürk, bu bölümde Bourgeois’in kavramsallaştırdığı sosyal borç nosyonunu anlattıktan sonra, bu borcun “artar vergilerle”(muhtemelen burada artan oranlı vergiden bahsediyor.) geri ödenmesi gerektiğini ifade etmekteydi.[45] Ardından Gâzi, bu kapsamda söz konusu vergilerin finanse etmesi gereken sosyal politikaları sıralar.[46] Dönemin bir diğer önde geleni olan Mahmut Esat Bozkurt da Kemalizm’in hak teorisinin “dayanışmacı” olduğunu 1935 yılındaki bir yazısında vurgulamaktaydı.[47] Ayrıca, erken cumhuriyet döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Avrupa’da Radikal Partiler Antantı ile yakın bir işbirliği içerisinde bulunması, Avrupa’daki partiler arasından kendini Radikallerle bağdaştırması, Kemalizm’in solidarizme olan teveccühünün başka bir göstergesiydi.[48]

 Özetle, Kemalizm’in sosyo-ekonomik vizyonu solidarizme dayanmaktaydı. Devletçilik, solidarizmin ekonomi politikaları nezdindeki tezahürüyken, halkçılık ise sosyo-ekonomik vizyon nezdindeki tezahürüydü. Halkçılık bağlamına gelecek olursak, ifade edilmeli ki Kemalizm’in esas karşı olduğu şey sınıflar değil, sınıf çatışmasıydı. Örneğin CHP’nin 1931 ve 1935 programlarını inceleyen Taha Parla, programlarda toplumun zümrelere bölümlendirilme şeklini aktardıktan sonra, şöyle yazar: “Bu sınıflandırmanın meslek zümreleriyle ilgisi yoktur; sosyal sınıf kesimleri, üretim ilişkilerindeki konumlarına göre tasnif edilmiştir. “Sınıf yok” sloganı, aslında “sınıf var, çatışma yok” dernektir.”[49] Zaten, Atatürk elyazmalarında bizzati olarak eşitliğin ancak siyaseten olabileceğini ifade etmekteydi:

“Eşitlikten amaç, yasalar önünde eşitliktir, yani vatandaşların yasal haklarında eşitlikleridir. Yoksa maddi hayat koşullarında eşitlik değildir. Rusya ayrık olmak üzere bütün dünyada, her birey, menfaat ve zararı kendine ait olmak üzere hayatını düzenler. Yalnız her bireye, çalışmasında aynı yasal araçlar, haklar verilir. Eski yönetimlerde var olan sınıf farklarından doğan engeller kaldırılır. Ancak, bireysel hürriyet ve bireysel sorumluluğu bozan, ekonomik bir eşitlik, bugünkü sosyal düzeni bozar.”[50]

Özetle, devletçilik ile halkçılığı aynı denizden (solidarizmdir bu) beslenen iki nehir olarak telakki etmek, son derece isabetli olacaktır. Bu bağlamda ifade edilebilir ki, Kemalizm ile sosyalizmi bağdaştırmaya çalışmanın zorlama olduğunun en büyük göstergelerinden biri de halkçılık ilkesidir. Belki de sosyalist bir kemalizm icat etmek için devletçilik, “o dönemin şartları öyleydi!” diye keyfi biçimde geçiştirilmeye çalışılabilir. (ki bu da açıkça bir mazeret uydurmaktır.) Ama halkçılık bazında böyle bir girişime kalkışmak bu ölçüde kolay olmayacaktır. Nitekim Zafer Toprak’ın da yazdığı gibi, Solidarizm, Türkiye’de ulus inşa sürecinin omurgasını oluşturmuştu.[51] Zira halkçılığın Kemalizm’in ulus tasavvurunun sosyal dokuda temellendirilme teşebbüsü olduğunu göz önünde tutarsak, halkçılığı hiçe saymak, Kemalist ulusçuluğun içini boşaltmak anlamına da gelecektir.[52

Burada bir parantez açmak isterim. Gördüğümüz üzere Kemalizm genel hatlarıyla sosyal adalet nosyonuna duyarlı bir piyasa ekonomisini benimsemekteydi. Fakat bununla beraber, erken cumhuriyet döneminde sosyal adalete verilen önem tam anlamıyla pratiğe yansı(ya)mamıştı. Muasır medeniyetleri bir an önce yakalama isteği ve “geç kalma” korkusu, kemalistler’in bir an önce sanayileşme ve sermaye birikimini arttırma isteklerini katmerlemişti. Bu geç kalma korkusunun sebep olduğu teyakkuz hali ve acelecilik, en iyi kemalist elitin “durmayalım, düşeriz!” sloganında ifadesini bulmaktaydı. Bu bağlamda olabildiğince çabuk bir kalkınma ve kapitalistleşme için doğal olarak öncelik sermaye birikiminin lehine olmuştu. Bu tasavvurun doğrudan sonuçlarından biri ise, özel sermaye birikiminin artırılması için ucuz ve disiplinli iş gücünün yaratılmasıydı. Bu bağlamda ifade etmek gerekir ki, Kemalizm’in benimsediği kapitalist gelişim stratejisi, olması gerekenden daha da fazla özel sermaye birikimini öncelemekteydi. 1930-1939 arasında işçilerin reel ücretleri yüzde 10 civarında düşerken, kârların GSYİH’deki payı ikiye katlanmıştı.[53] Üstelik, Benham ve Picharles raporundaki hesaplamalara göre, 1932-1938 arası devlet tüm gelir vergisinin yüzde 82’sini ücretli kesimden almıştı.[54] Muasır medeniyetleri bir an önce yakalama isteği ve “geç kalma” korkusu, Kemalistlerin bir an önce sanayileşme ve sermaye birikimini artırma isteklerini artırmıştı. Bu bağlamda, olabildiğince çabuk bir kalkınma ve kapitalistleşme için öncelik sermaye birikiminin lehine tanındı. Bu tasavvurun doğrudan sonuçlarından biri ise, özel sermaye birikiminin artırılması için işçilerin ücretlerinin ve pazarlık güçlerinin baskılanmasıydı. Dolayısıyla açık konuşmak gerekirse, 1930’lardaki sanayi kalkınmasının yükü emekçi sınıfın sırtına yüklenmişti.[55] Özetle Kemalizm açıkça ideolojik anlamda sosyal adaletçi bir kapitalizmi benimsemişse de, en azından 1930’lu yılların kalkınma pratiği, açıkça özel sermayeyi önceleyen bir kapitalistleşme şeklinde gerçekleşmişti.

Hülasa, Kemalizm özel sermaye birikimine dayalı bir kapitalizm tahayyül etmekteydi. Bu tahayyül, “dönemin şartlarının” gerektirdiği pragmatik bir anlayış değildir: tam tersine ideolojik bir seçimdir. Bu tahayyüle ulaşmakta devreye sokulan araçlar değişikliklere maruz kalsa da; erken cumhuriyet dönemi boyunca bu tahayyül olduğu gibi kalmıştır. Nitekim Jön Türkler’in ve Kemalist rejimin dünya görüşünde burjuvazi, modern bir toplumun olmazsa olmazıydı.[56] Yusuf Akçura şöyle yazmaktaydı:

“Eğer Türkler, Avrupa kapitalizminden yararlanarak, kendi aralarından bir burjuva sınıfı çıkaramazlarsa, yalnızca köylülerden ve memurlardan oluşan bir Türk toplumunun yaşama şansı çok zayıf olacaktır.”[57]

Zaten Dönemin en sol görüşünü temsil eden Kadro dergisi bile, Boratav’ın deyimiyle “küçük burjuva radikalizmi”nden ileri gitmemişti.[58

Yukarıda da ifade ettiğim gibi, esasında Kemalistlerin sosyo-ekonomik tasavvuru ulus tasavvurunun sosyal dokuda temellendirmesi nazarından Kemalist ulusçuluk anlayışı ile dirsek teması halindeydi. İfade etmek gerekir ki, bu, Kemalizm’e özgü bir olgu değildir; zira tarihsel olarak kapitalist mübadele tarzından soyut bir ulus devlet kavramsallaştırmasından söz etmenin pek mümkün olamayacağı kanısındayım. Kojin Karatani’nin uzunca analiz ettiği gibi, ulus devlet, yapısı gereği kapitalist mübadele biçiminin bir kardeşidir.[59] Karatani, tarihsel mübadele tarzlarını tahlil eden kitabında özetle şu olguyu gösterir:

“Sermaye, ulus ve devlet, her biri kendi ilkelerine göre işleyen ayrı kendilikleridir; fakat öyle bir biçimde iç içe geçmişlerdir ki, tıpkı Bortomean halkaları gibi, herhangi biri ortadan kaybolsa diğerleri de dağılır.[60]

Örneğin, Liah Greenfeld’in de işaret ettiği gibi, modern iktisadi rekabetçilik olgusunun ortaya çıkışında ulusçuluk çok temel bir rol oynamıştı.[61] Dolayısıyla bence Sol Kemalizm tartışmalarında en göz ardı edilen noktalardan biri, ulusçuluk ile kapitalizmin içerisinde bulunduğu simbiyotik ilişkidir. 

Özetle, Kemalizm, dayandığı sosyo-ekonomik tasavvur ve bunun dirsek temasında olduğu ulusçuluk gibi prensipler göz önünde bulundurulduğunda sosyalizmle kolay kolay uzlaştırılabilecek bir düşünce olmadığı gerçeği bariz bir nitelik kazanmaktadır. Son olarak, Yön’ün kalkınma üzerinden kurduğu Kemalizm/Sosyalizm ilişkisine eleştirel bir bakış atmak istiyorum. Kabaca özetlenecek olursa, Sol Kemalizm ve Yön hareketinin çıkış noktası, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu kalkınma sorunuydu.[62] Bu bağlamda Yön, sosyalizmi Türkiye’yi kalkındıracak bir yol olarak telakki etmekteydi. Avcıoğlu’na göre, Atatürk’ün en büyük hatası kapitalist kalkınma yolunu seçmiş olmasıydı.[63] Bununla beraber, Yön’e göre Türkiye’yi hızlı biçimde kalkındırabilecek “tek yol” sosyalizm olduğundan, Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine ancak bu eksen üzerinden ulaşılabilirdi.[64] Kemalizm’in çağdaş uygarlık tahayyülünün modern kapitalist bir toplum ekseninde şekillendiği gerçeğini gözardı etsek bile, sosyalizmin kalkınmacı bir vasfı olduğu iddiası, en azından bugünden bakınca ciddi açıdan şüphecilikle yaklaşılmayı hak etmektedir. Mesela, Avcıoğlu Türkiye’nin izlemesi gerektiği yön hakkında Kuzey Kore, Bulgaristan ve Cezayir gibi absürt ve uçuk örneklere başvurmaktaydı.[65] Tabii, bugünden bakınca, bunun absürtlüğünün daha iyi görülmesi bir yana; modern kalkınma iktisadı literatüründeki gelişmelerin veya son 40 yıl içerisinde orta gelir tuzağını aşabilmiş ülkelerin izledikleri yolların, açıkça Avcıoğlu’nun en hızlı kalkınma yolu olarak sosyalizm iddiasını çürüttüğü çok açıktır.[66] Bundan ötürüdür ki, salt olarak sosyalizme kalkınma aracı yaklaşsak dahi (ki bu da kendi içerisinde Kemalizm’den farklı ideolojik bir yargıdır.), oluşturulan kuramsal çerçeve en baştan oldukça zayıf kalmakta ve modern iktisat literatürünü de yok saymaktadır. Örneğin, bir ülkenin demokratikleşemeden, kapsayıcı siyasi ve ekonomik kurumlar inşa etmeden kalkınmasının neredeyse olanaksız olduğunun aşırı büyük ampirik bir literatür tarafından belgelenmiş olduğunu söylemek, son derece isabetli olacaktır.[67] Durum böyle olunca da Kemalizm ile sosyalizmin bağlantısını, Kemalizm’in tüm ideolojik muhtevasını hiçe saymak pahasına, sosyalizmin Kemalizm’in “muasır medeniyetlerine” ulaştıracak bir araç olduğu iddiası üzerinden kurmak da olanaksız olduğu gibi, en baştan iktisadi gerçekliklerle de tezat halindedir. 

Alp Buğdaycı, Münih, Mayıs, 2025.

Dipnotlar:

  1. Erken Cumhuriyet döneminde de Kemalizm’in farklı yorumları mevcuttur. Bak: Lemi Atalay, 1930’larda Kemalizm ve Aydınlar, Tek Parti Döneminden Ulusalcılığa Kemalizmin Düşünsel Tarihi, Der: İhsan Ömer Atagenç, Telos Yayınları, 2025, s. 55-87; Hakkı Uyar, “1930’lar Türkiye’sinde Kemalizm Algılamaları”, Atatürkçü Düşüncenin Bilimsel ve Felsefi Temelleri, Der: Nazife Güngör, Gazi Üniversitesi Yayınları, s. 157-171. Tanıl Bora, bu yüzden “Kemalizm’ler”den bahsetmektedir.(Tanıl Bora, Cereyanlar, 2017, İletişim Yayınları, s. 156.) Ayrıca Kemalizm’in pragmatik mahiyeti için bak: Hikmet Kırık, Oya Morva, Cumhuriyet ve Pragmatizm, Doruk, 2016; Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, 2008.
  2. Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15. Cilt, Kaynak Yayınları, 2005, s. 120.
  3. S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıratları, Burçak Yayınevi, 1967, s. 234-5.
  4. Aktaran: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, İmge Kitabevi, 2006, s. 194.
  5. Belki de aynı şeyi sanayi kapitalizmi için diyemeyebiliriz. Zira 1930’lu yıllarda köycülük akımının etkisini göz önünde tutarsak, tek parti döneminde sanayileşmeci bir perspektifin başatlığını tartışmasız biçimde kabul etmek zorlaşmaktadır. Bu konuda bak: M. Asım Karaömerlioğlu, Bir Tepeden Reform Denemesi: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunun Hikayesi, Birikim, sayı 107, Mart 1998. Fakat tabii ki köycü akımın etkisini de abartmamak gerektiği fikrindeyim.
  6. Cemil Koçak, 1923-1929 yıllarında izlenen ekonomi gelişme modelinin liberal olduğu konusunda iktisat tarihçilerinin birleştiğini ifade etmektedir.(Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 1. Cilt, İletişim Yayınları, s. 29) Ne var ki, Şevket Pamuk bu hususta şöyle yazmaktadır: “Kısacası, 1920’lerdeki iktisat politikalarının temel yaklaşımı, özel sektör lehine ve özel sektörü güçlendirmek amacıyla sınırlı bir devlet müdahaleciliği olarak özetlenebilir. Bir başka deyişle, ekonomi düşük gümrük tarifeleriyle açık tutulmuş olsa da bu döneme egemen olan anlayışı liberal diye nitelendirmek doğru olmaz. 1929 yılına kadar açık ekonomi koşullarının geçerli olması, devletin diğer alanlardan da çekildiği anlamına gelmedi. Sanayileşme ve devlet eliyle bir girişimci sınıf yaratılması hedefi, dönemin iktisat politikalarına damgasını vurdu.” (Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2022, s.181.
  7. Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2020, S. 326; Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2022, s. 190. Tabii ki buradaki özel sektör istihdam hacminin çoğunun devletçilik dönemi öncesinden, hatta Osmanlı’dan kalma olduğu iddia edilebilir. Ne var ki 1927 sanayi sayımına göre toplam sanayi istihdamı 250 bin civarındaydı. Civarındaydı diyorum zira Boratav 237 bin sayısını verirken (Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, İmge Kitabevi, 2015, S. 52), Mete Tunçay 256.800 sayısını vermektedir. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015, S. 196) 1938 sanayi sayımına göre bu sayı 600 bine kadar yükselmişti. Yani her hâlükarda istihdamın çoğu 1927 sonrası dönemde oluşmuştu.
  8. Tuncer Bulutay, Yahya Seza. Tezel, Yıldırım, Türkiye Milli Geliri(1923-1938), Sevinç Matbaa, 1974, Tablo 8.2 c; Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 2015, s. 140.
  9. Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, 2022, s. 189-190.
  10. Vedat Eldem, Milli Gelir, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 1947.
  11. https://daktilo1984.com/yazilar/kemalist-devletcilik-anlayisinin-bir-analizi/
  12. İş Bankası ve İsmet Paşa Çevresinde yer alan önemli kişilerin listesi için bak: Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, 2015, s. 264. Ayrıca bak: Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le 3 Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, 1981, s. 151-2.
  13. Örneğin, Feroz Ahmad veya Şerafettin Turan Bayar’ı direk liberal olarak nitelendirir. (Feroz Ahmad, From Empire to the Republic, İstanbul Bilgi University Press, 2. Cilt, 2014, s. 14; Şerafettin Turan, Atatürk, Bilgi Yayınevi 2017, S. 552) Bununla beraber 1930’lu yıllarda Bayar’ın “liberalizm” kelimesine pek sıcak bakmadığı bariz gibidir.(bknz: Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri 1921-1938 Ekonomik Konulara Dair, Doğuş LTD. Ortaklığı Matbaası, 1955, s. 156).
  14. İsmet Paşa da Atatürk’ün bu teveccühünü kabul etmektedir. Paşa şöyle demekteydi: (Atatürk) Başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.”(Abdi İpekçi, İnönü Anlatıyor, Dünya Kitapları, 2004, s. 28.
  15. İsmet Paşa şöyle yazar: “Efradın yapabileceği bir şeyi devletin, bâhusûs bizim devletimizin yapmaması, şayanı arzudan da fazla bir şey, lazım bir şeydir.” (Başvekil İsmet, Fırkamızın Devletçilik Vasfı, Kadro Dergisi, 22. Sayı, Teşrinevvel 1933
  16. Hatta ilginçtir ki İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığının 2. Dünya Savaşı’na kadar ki ilk döneminde ekonomi politikaları nispeten liberal bir çehrede şekillenmişti. Bu konuda bak: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, s. 205-7.
  17. Konuşmayı Atatürk hazırlamıştır. Fakat onun yerine Bayar okumuştur. (Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri 1921-1938 Ekonomik Konulara Dair, 1955, s. 124-5
  18. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu, 2020, s. 441-443.
  19. Çetin Yetkin, S.C.F. Olayı, Otopsi Yayınları, 2004, s. 365. Tabii ifade etmek gerekir ki, aslında Hayek gibi birçok klasik liberal de laissez faire kapitalizmine karşı çıkmaktadır. Bak: Friedrich A. Von Hayek, Kölelik Yolu, çev: Turhan Feyzioğlu ve Yıldıray Arsan, Liberte, 1999, s. 49-53.
  20. Aktaran: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, s. 91.
  21. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, s. 30-1. Ayrıca önemlidir ki, CHF’nin devletçiliği benimsediği, ilk kez İsmet Paşa tarafınca 30 Ağustos 1930 tarihli Sivas Demiryolu açılış töreninde ifade edilmişti.(Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, Remzi Kitabevi, 2022, s. 344.
  22. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, s. 91.
  23. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, s. 164.
  24. Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, s. 58.
  25. Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, s. 500.
  26. Celal Bayar’ın Söylev ve Demeçleri 1921-1938 Ekonomik Konulara Dair, 1955, s.
  27. Şükrü Hanioğlu, Atatürk Entelektüel Biyografi, Bağlam Yayıncılık, 2023 s.403-4.
  28. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, 2020, s. 72.
  29. Feroz Ahmad, Cumhuriyet Türkiye’sinde Sınıf Bilincinin Oluşması, 1923-1945, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, Der: Donald Quatert ve Erik jan Zürhcer, çev: Cahide Ekiz, İletişim, 1998, s. 134-5; Zafer Toprak, Modern Türkiye Tarihi, 1. Cilt: Cumhuriyet ve Siyaset, Folkart, 2023, s. 67.
  30. Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, İletişim, 2006, s. 44-5.
  31. Örneğin mesela bak: Banu Turnaoğlu, The Formation of Turkish Republicanism, s. 165-6. Ayrıca unutmamak gerekir ki, Durkheim solidarizm teorisine mesafeli yaklaşmaktaydı.
  32. Anthony Crosland, sosyal demokrasi ideolojisini şu formülle tanımlar: sosyal demokrasi = siyasal liberalizm + karma ekonomi + refah devleti + keynesygil ekonomi politikaları + eşitlik ilkesine bağlılık.
  33. Zafer Toprak, Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi, İş Bankası Kültür Yayınları, 2020, s. 145.
  34. Aktaran: Charles Gide, Principles of Political Economy, çev: Ernest F. Row, AMS Press, 1971, s. 553.
  35. Zafer Toprak, Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi, 2020, s. 151.
  36. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İletişim, s. 249.
  37. Leon Bourgeois, Solidarite, Bibebook, 1902, s. 82.
  38. Leon Bourgeois, Solidarite, Bibebook, 1902, s. 45.
  39. Leon Bourgeois, Solidarite, Bibebook, 1902, s. 7.
  40. Leon Bourgeois’in solidarizm kavramsallaştırması için ayrıca bak: J.E.S. Hayward, “The Offical Social Philosophy of the French Third Republic: Leon Bourgeois and Solidarism,” lnternational Review of Social History, c. 6, 1961, s. 19-48.
  41. Charles Gide, Principles of Political Economy, 1971, s. 549-550.
  42. Charles Gide, Principles of Political Economy, 1971, s. 553.
  43. Zafer Toprak, Modern Türkiye Tarihi, 2. Cilt: Cumhuriyet ve Ekonomi, Folkart, 2023, s.71.
  44. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, 2020, s. 71-3.
  45. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, 2020, s. 71.
  46. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, 2020, s. 72. Zafer Toprak bu hususta şöyle yazar: “Atatürk’ün Afet Hanım’a yazdırdığı Yurt Bilgisi notlarında solidarizm bahsi Charles Gide’nin kitabındaki satırların tekrarıydı.”(Zafer Toprak, Modern Türkiye Tarihi, 2. Cilt: Cumhuriyet ve Ekonomi, 2023, s. 65.
  47. Mahmut Esat Bozkurt, Kâmalizmin İdeolojisi, Tan Gazetesi, 27-28 Mayıs 1935, içinde: Atatürk Devri Yazarlarının Kaleminde Altı Ok (1919-1938), Kaynak Yayınları, 2016, s. 285.
  48. Zafer Toprak, Radikal Sosyalist Enternasyonak ve Cumh 1 Zafer Toprak, “Radikal Sosyalist ‘Enternasyonal’ ve Cumhuriyet Halk Fırkası 1927 Kongresi,” Toplumsal Tarih, sayı 106, Ekim 2002, s. 42-49; Hakkı Uyar, CHP’nin Avrupa’nın Radikal ve Demokrat Partileri ile İlişkileri (1926-1935), içinde: Mete Tunçay’a Armağan, Der: Mehmet Ö. Alkan, Tanıl Bora, Murat Koraltürk, İletişim, 2007, s. 707-724. CHP, her ne kadar üye olmaktan çekinse de (bunun birçok sebebi vardır. Mesela Hakkı Uyar şöyle yazar: Ayrıca, Avrupa’nın küçük ve tek başına iktidarda olmayan partileriyle, eşit olarak değerlendirilmek – tek başına iktidar olan- CHF yönetiminin hoşuna gitmemiş olabilir.”(Uyar, a.g.e.) Ayrıca dış politika da önemli bir faktördü. Bak: Zafer Toprak, Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi, 2020, s. 276-7.), yine de kendilerini bu antant ile özdeşleştirmekteydi. Dolayısıyla Hakkı Uyar’ın işaret ettiği üzere, “Çok da homojen bir yapısı olmayan örgütün, Avrupa’da yükselen totaliter rejimler karşısında ilerici ve demokrat Avrupa’yı savunmaları, Avrupa Birliği’nin temelleri teşkil edecek fikirleri gündeme getirmeleri son derece önemlidir. Türkiye’deki Kemalist iktidarı temsil eden CHF’nin bu örgütle ilişki içerisinde olması, Cumhuriyetin kurucularının fikri temellerinin ortaya konması açısından anlamlıdır.”(Uyar, a.g.e.).
  49. Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, 3. Cilt: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, İletişim, 1992, s. 43.
  50. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, 2020, s. 68. Ben burada ama bu pasajın günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmiş versiyonunu aktardım.
  51. Zafer Toprak, Modern Türkiye Tarihi, 1. Cilt: Cumhuriyet ve Siyaset, 2023, s. 205-6.
  52. Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, 2006, s. 43.
  53. Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 2015, s. 73.
  54. Murat Metinsoy, The Power of the People, Cambridge University Press, 2021, s. 128.
  55. Bu konudaki detaylı bir makalem de bulunmaktadır: https://alpbugdayci.blogspot.com/2023/06/cumhuriyet-iktisadna-isciler-acsndan_41.html?m=1
  56. Zürcher, bu konuyu şöyle yazar: “Kemalist devlet jön Türk geleneğine uygun şekilde, yeni ve modern bir toplumun sancaktaro gibi gördüğü tüccar ve girişimcilerin yanında yer aldı ve işçi hareketini baskı altında tuttu.”(Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim, 2000, s. 291).
  57. Aktaran: Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak, 1996, s. 57.
  58. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, s. 217.
  59. Kojin Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, çev: Ali Karatay, 2022, Metis.
  60. Kojin Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, 2022, s. 17.
  61. Liah Greenfeld, Kapitalizmin Ruhu: Milliyetçilik ve Ekonomik Büyüme, çev: Ayda Rona ve Aylin Altınay, Alfa, 2024.
  62. Kalkınmacılık için bak: Ahmet İnsel, İktisat İdeolojisinin Eleştirisi, Birikim Yayınları, 2000, s. 185-6.
  63. Gökhan Atılgan, Yön-Devrim Hareketi, Yordam Kitap, 2008, s. 52.
  64. Gökhan Atılgan, Yön-Devrim Hareketi, 2008, s. 74-5.
  65. Mesela bak: Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Kırmızıkedi Yayınevi, 2013, s. 665-8 ve 690-2.
  66. Örneğin bak: Alp Buğdaycı, Orta Gelir Tuzağının Panzehiri Olarak Demokrasi, İktisat ve Toplum Dergisi, sayı: 174, s. 31-43. Ayrıca SSCB’nin ağır sanayileşme pratiği için bak: CHEREMUKHIN, ANTON, MIKHAIL GOLOSOV, SERGEI GURIEV, and ALEH TSYVINSKI. “The Industrialization and Economic Development of Russia through the Lens of a Neoclassical Growth Model.” The Review of Economic Studies 84, no. 2 (299) (2017): 613–49. [67] Ayrıca Bir Ülkenin Küresel Ticaretten Faydalanıp Faydalanamayacağını Dahi Kurumsal Formasyonu Tayin Etmektedir. Bak: Pascali, L. (2017). The Wind Of Change: Maritime Technology, Trade, And Economic Development. The American Economic Review, 107(9), 2821-2854; Nunn, N. (2007). Relationship-Specificity, Incomplete Contracts, And The Pattern Of Trade. The Quarterly Journal Of Economics, 122(2), 569–600; Nathan Nunn & Daniel Trefler, 2013. “Domestic Institutions As A Source Of Comparative Advantage,” NBER Working Papers 18851, National Bureau Of Economic Research, Inc; Andrei A. Levchenko, 2007. “Institutional Quality And International Trade,” The Review Of Economic Studies, Review Of Economic Studies Ltd, Vol. 74(3), 791-819.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir