Son zamanlarda ülkenin içerisinde bulunduğu ahval ve şerait birçoğumuzun ortak endişesi olmuş durumda. Toplumsal yozlaşma, devlet mekanizmalarındaki bozulmalar, Öcalan ve “çözüm süreci” tartışmaları, ekonomik koşullar yani genel anlamıyla Cumhuriyetin adım adım bozulması ve çözülmesi. Bütün bunlar olurken siyasal ve toplumsal muhalefetin içler acısı vaziyeti de kendini gittikçe daha da gösterir hale gelmiş durumda. Hal böyle iken vatansever ve Cumhuriyetperver her Türk gencine, bizlere, düşen görev ise Cumhuriyeti bu organize ve aralıksız tehditlere karşı, her ne pahasına olursa olsun, savunmak. Bu savunmayı yapabilmek için de en önemlisi mücadele ettiğimiz alanı, bugüne kadar kaybettiğimiz ve bugün oluşturma imkânımız olan mevzileri anlamak. Ancak bu şekilde mevzilenebilir ve bütün bunlara karşı mücadele edebiliriz.
Tarihi Arka Plan
Mustafa Kemal’ler ile taçlanan cumhuriyet ve aydınlanma mücadelesini 19. yüzyıla kadar takip etmek mümkün. Şu anda ise belki de bu 200 yıllık örgütlü mücadele tarihinde en zayıf olduğumuz noktalarından birinde yer alıyoruz. Günümüz her ne kadar 2. Abdülhamit devrine benzetilse de koşulların ve yöntemlerin farklı olduğunu söylemek mümkün. Ne Abdülhamit istibdadında ne de 12 Eylül’ün karşı devrimci ve baskıcı siyasi ortamında Cumhuriyet bu denli sahipsiz kalmıştı. Bu günleri daha iyi anlamak adına 30 yıl öncesine, 90’lara baktığımızda, başta 12 Eylül ve 12 Mart müdahalelerinin etkisiyle zayıflatılmış, sindirilmeye ve özünden koparılmaya çalışılan bir Cumhuriyetçi hareketin var olduğunu söylemek mümkün.
Zaten ne 20’lerdeki ne de 60’lardaki gücünde olmayan hareket, belki de tarihinin en kanlı ve sert saldırılara maruz kalacağı bu zorlu döneme 1991 seçimleri itibariyle SHP(20%) ve DSP(10%) olarak ikiye bölünmüş bir halde giriyordu. Bunun yanı sıra, hareket, sanatçı ve aydınlardaki Cumhuriyetçi birikim ve irade sayesinde neoliberal siyasetin hakimiyetine giren dünyanın etkisindeki FETÖ ve PKK gibi örgütlerin dahi güçlenmeye başladığı 12 Eylül sonrası Türkiye’sinde tutunmaya, yer edinmeye çalışıyordu. 2000’lere gelen süreçte bu bölünme belki de AKP’yi iktidara taşıyan yapı taşlarından biri oldu.
1994 yerel seçimlerinde İstanbul’da oyların sadece ¼’ünü alan Recep Tayyip Erdoğan belediye başkanı olmaya hak kazanmıştı. Bu süreçte Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı gibi Kemalist, Cumhuriyetçi aydınlar suikasta uğruyor, devlet Susurluk’ta ayyuka çıktığı üzere mafya-aşiret-tarikat yapıları ile iç içe geçiyor, Kürt sorunu faili meçhuller ve derin devlet yapılanmaları ile bastırılmaya çalışılıyor ve bu karışıklık içerisinden de siyasal islamcı hareket 1995 seçimlerinden birinci olarak çıkıyordu. Menderes döneminden beri eski gücünü kazanamamış ya çatı sağ partiler ya da sağ ittifaklar içerisinde yer almış olan bu hareket bu yıllarda uzun süre sonra ilk defa ittifakın lideri olarak 28 Haziran 1996 tarihinde iktidara geldi.
Refah Partisi, Erdoğan ve AKP’den farklı olarak siyasal islamcı yönlerini ön planda tutuyor, diğer sağ partileri de içine alan bir çatı sağ parti olma yoluna gitmiyor ve 1997 itibariyle bütün tepki ve karşı duruşlara rağmen karşı devrimci saiklerini bütün çıplaklığı ile sergiliyordu. Elbette ki birçok farklı faktörün de etkisiyle birlikte bu özellikleri onları tam anlamıyla bir iktidar olmaktan alıkoyacak, devlet kurum ve kuruluşlarındaki etkisini azaltacaktı. Öyle ki devletteki kurum ve kuruluşlara hatta medyaya o tarihte hâkim olan seküler oluşumlar olası bir Refah iktidarına karşı çıkacak ve 28 Şubat süreciyle birlikte, bu oluşumlar, hareketi duraklatacaktı. Burada belirtmek gerekir ki bu seküler yapıları Cumhuriyetçilik ve Kemalizm ile eşlemek pek doğru olmayacaktır. Her ne kadar Kemalist devrimin izlerini içlerinde taşısalar ve devrimin bir ulusal burjuva yaratma çabasının meyveleri olan seküler yapılar olsalar da o tarihte çoktan bu siyasi hattan ayrılmış durumdaydılar. Dolayısıyla tam bir Cumhuriyetçi irade ortaya koyamadan bu eylemlerini sürdürmeye çalışıyorlardı. Bu iradesizlik en nihayetinde hepsinin kontrolünün İslamcılara geçmesini kolaylaştıran etmenlerden biri olacaktı. Aynı zamanda islamcı hareket zayıflasa dahi yok olmamış, halkta ve devlette örgütlenmeye devam ediyordu. Refah Partisi’nin kapanması ve islamcı siyasetçilerin duraklaması ile eşzamanlı gelen krizler ve basiretsiz yönetimler siyasal islamın daha kuvvetli ve yayılmacı bir biçimde gelmesi için bir zemin oluşturuyordu. Bu örgütlenme de yalnız tek bir kanattan değil hem cemaatler hem de siyasiler tarafından birçok koldan yürütülüyordu.
2000’lerin başına geldiğimizde bu örgütlenme meyvesini bir FETÖ-AKP koalisyonunda verdi. Böylece “Milli Görüş gömleğini çıkaran” AKP, neo-liberal bir program ile Refah Partisinin aksine daha geniş bir kitleyi arkasına alarak iktidara geldi. Yaklaşık 10 sene sürecek olan bu koalisyon, iktidarının ilk yıllarında bir yandan popülist bir iç ve dış siyaset ile birlikte kitlesini konsolide etmeye devam ederken diğer bir yandan da devlet içerisinde halihazırda var olan gücünü kullanarak bir bir tüm Cumhuriyetçi kuvvetleri saldırılarıyla zayıflatıyordu.
Ergenekon ve Balyoz kumpasları, Kışlalı ve Hablemitoğlu cinayetleri, Türkan Saylan’a yapılan baskılar, ordunun bozulması ve kurumların yozlaşması yapılan saldırıların yalnız birkaçı olarak sayılabilir. Koalisyon on seneye yakın bir süre iktidarda kaldıktan sonra gerek maddi şartlar gerekse toplumsal muhalefetin etkisiyle 2010’lu yıllarda bozuldu. Türkiye sermayesi büyüme hevesiyle girdiği bu yolda krizin de etkisiyle yeni bir yol denemeye karar verdi ve çözüm sürecine başladı. Çözüm süreci, PKK kanadının fazla güçlü ve kendine güvenli olması gibi maddi koşulların yetersizliğinden dolayı sekteye uğradı. AKP iktidarı sancılı geçen 2013-2016 yılları arasındaki üç yıllık dönemden iktidarını koruyarak çıkmıştı.
İlk on yılda yaptığı koalisyon ve liberal söylemleri terk eden AKP iktidarı 2016 sonrası dönemde MHP ile yeni bir koalisyona yelken açtı ve “milli beka” retoriğini benimsedi. Günümüzde ise ilkine benzer bir biçimde büyümek ve genişlemek isteyen güç sahipleri ilk çözüm süreci benzeri bir sürece daha tecrübeli ve hazır biçimde adım attılar. Büyümenin ve gelişmenin, daha doğrusu emperyalleşmenin, önündeki “engel olan” Cumhuriyetinin var kalıntılarının ise tasfiyenin eşiğinde olduğu aşikar. Bununla birlikte, her ne kadar iktidar daha tecrübeli ve hazır olsa da, Cumhuriyetçilerin elinde de ciddi fırsatlar olduğunu söylemek gerekir.
Günümüzdeki Siyasi Ortam
Günümüzde ise düzen siyasetinde var olan çok az siyasetçinin Cumhuriyetçiliği benimsediği ve Cumhuriyeti savunduğunu görebiliyoruz. Bu da iktidarın Cumhuriyete olan saldırılarında işlerini epey kolaylaştırmakta. On yıllardır süren kesintisiz saldırıların bizleri zayıflattığını ve en sonunda Cumhuriyeti savunamayacak hale getirdiğini söylemek mümkün. Son dönemlerde amansız saldırılara kalan ve Cumhuriyetin kurucusu olan CHP’nin içerisinde dahi Cumhuriyetçi diyebileceğimiz pek insan yer almıyor. CHP bu tutuklama ve baskılara karşı her ne kadar dirayetli dursa da esasında savunması gereken şeyi tam anlamıyla savunamıyor olması da saldırıları bertaraf edebilecek altyapının oluşmasını engelleyen faktörlerden biri. Oluşturmaya çalıştığı siyasi elit, halkın koşullarına ve parti ideolojisine yabancılaştıkça
Neredeyse bağımsız hiçbir kurumun kalmadığı ve otoriterleşmenin gittikçe arttığı bu günlerde sözde bağımsız birçok fikir ve sanat kuruluşunun da Cumhuriyete saldırıları birçok farklı açıdan devam etmekte. Bizatihi kendisini Cumhuriyetin var ettiği sermaye sınıfı Cumhuriyeti savunmamakta ve kârını korumak ya da veya emperyal ilişkiler kurmak adına Cumhuriyeti yalnız bırakmış durumda. Böylece, halkın çıkarını ve Cumhuriyeti savunan oluşum sayısı tükenmiş bulunuyor. Elbetteki tüm bunlar sol hareketlerin dünya genelinde içerisinde bulunduğu durumdan bağımsız değil.
Dünya Solunun Açmazları
Günümüzde sol siyasetin ise hem ülkemizde hem de dünyada birçok teorik açmazı ve bunu takip eden birçok pratik tıkanmışlığı söz konusu. Dünya ve Türkiye’de “Sol” halka gittikçe daha sönük bir alternatif olarak gelirken yoksul halk kesimleri de daha kötü günler geçiriyor. Bununla birlikte solun durumundan dolayı birçok halk günümüzde tepkisini özellikle internet ortamında kendine alan bulan yeni tür sağ hareketlerle besliyor. Türkiye başta olmak üzere tüm dünyada sol siyasal hareketlerin içerisinde bulundukları teorik açmazlardan çıkmaları, günümüz dünyası için güncel tahliller yapmalı ve düzene karşı ayakları yere daha fazla basan, halkta karşılığı bulunan hareketleri başlatmalı. Kemalizm, geçtiğimiz yüzyılda üzerinde artan baskılarla birlikte tükenme noktasına gelmesine rağmen ayakta kalan bir sol ideoloji olarak bu bağlamda büyük bir önem taşımakta.
Sol, özellikle de devletlerin gücünün ve nüfuz ettikleri alanın fazlasıyla artmasından sonra yeni bir devrim stratejisi üretmekte ciddi bir tıkanmışlık yaşıyor. Bu sorundaki en büyük payın yirmibirinci yüzyılın devlet yapısının halen dahi kavramsallaştırılarak teoriye eklenmemiş olmasının olduğunu söylemek mümkün. Benzer bir durumun sınıf tahlilinde olduğunu söylemek mümkün. Teorisyenler ve akımlar arasında bu konuda ciddi ayrışmalar söz konusuyken henüz günümüzün sınıf yapısının tahliliyle teoriye oturaklı bir ekleme yapılmış değil. Tüm bunlar solun dünyada patinaj çekmesine ve revizyona uğramış sol akımların bu revizyonlarını düzene eklemlenecek bir biçimde yaparak pasifize olmasına sebep oluyor.
Yoksul Halk Kesimlerinin Durumu
Sol siyasal hareketlerdeki bu düşüş yoksul, işçi halk kesimlerinin yaşam standardında ve siyasal gücünde de bariz bir gerileme yaratmıştır. Yoksulluğu bitirmek hâlen dahi zor bir engel olarak görülürken özellikle ülkeler arasındaki farklar artmakta ve global eşitsizlik ölçütleri dalgalı bir eğilim göstermekte (World Bank, 2024). Sendikal hareketler, özellikle de neoliberalizm sonrası, güç kaybetmiş ve ikinci dünya savaşından beri en güçsüz noktasına ulaşmıştır (Vachon, 2016). Bütün bunların da neticesinde, kapitalizm ve neoliberalizm özellikle de halk nezdinde alternatifi dahi düşünülemeyen bir sistem olarak kabul görmüştür.
İrade ve Birikim
Cumhuriyetçilerin bu denli zayıfladığı bu dönemde zayıflamanın nedenlerini irdelemek adına irade ve birikim konularını daha fazla tartışmaya açmakta fayda var. Özellikle zayıflığımızın en büyük sebeplerinden biri olarak iradesizliğimizin eleştirisini vermek gerekir. Burada iki farklı anlamda iradeden bahsedilebilir. Birincisi “neyi” savunacağımıza dair bir irade, ikincisi ise “ne ölçüde” savunacağımıza dair bir irade. İki anlamı da içerisinde barındırmayan bir irade mutlaka yarım kalacaktır. Bugün siyasetçilere duyduğumuz güvensizliğin en büyük sebeplerinden biri de bu irade eksikliğidir.
CHP bizatihi kendisinin kurmuş olduğu Cumhuriyet konusunda bu irade bağlamında sınıfta kalırken bundan dolayı herhangi bir “politik iddia” ortaya koymayı da başaramamaktadır (politik iddia terimi için bkz. Tilly & Tarrow, 2006). Bu iddiasızlık hali iktidarın istikrar argümanlarına can suyu olurken hem örgütlenme pratiklerinde kronik sorunlar oluşturmakta hem de seçmeni partiden uzak tutmaktadır. Ana muhalefetin doğal liderinin bu durumdaki CHP olması da tüm toplumsal muhalefeti bir açmaza sürüklemektedir.
Kemalizmin Vizyonu
Hem dünyadaki sol hareketlerin güncel durumu hem de Türkiye’de Cumhuriyetçi birikimin yok olma noktasına gelmesi sebebiyle bugün Cumhuriyetçilere ve özellikle de Kemalistlere büyük bir görev düşmektedir. Kemalistlerin en büyük görevi Kemalizmi “günü kurtarma” stratejisi olarak gören anlayışlara karşı durarak Kemalizmi tekrardan olması gerektiği gibi kapsamlı ve ayakları yere basan bir ideoloji olarak ortaya çıkmalıdır. İdeolojinin felsefesi oluşturulmalı ve iktisadi, sosyolojik anlayışı günümüz dünyasına göre revize edilmelidir. Bu bağlamda sınıfsal tahlili yenilenmeli, teoriye birçok farklı açıdan derinlik katılmalıdır. Farklı yorumlamaları ile birlikte Kemalizm geniş ve sağlam bir çerçeve sunmalıdır. Vizyonumuz, kendi felsefesiyle tutarlı, tarihiyle bütünleşik bir sol hareket olarak Kemalizmi tekrardan yaratmak olmalıdır. Bu hareket, diğer sol hareketlere kıyasla halka daha fazla fayda sağlamayı hedef edinmeli ve ayrışma noktasını buradan çizmelidir. Kemalizm, Türk halkı için yalnız tek değil aynı zamanda en iyi seçenek olmalıdır.
Bununla birlikte “neyi” savunacağımız belirlenmiş olacaktır. Ardından, “ne ölçüde” savunması gerektiğini bilen ve yeri geldiğinde fedakarlık yapabilecek nesillerin yetişmesini sağlamak yine en büyük görevlerimizdendir. Ancak “neyi”, “ne ölçüde” savunacağını bilen bu nesiller, bu kadrolar sürekli politik iddialarla birlikte iktidar mücadelesinde somut bir alternatif olabilecektir. Bunlar, günümüzdeki siyasi konjonktürden dolayı daha büyük önem taşımak ve daha çok fırsat oluşturmakla birlikte geçici siyasi dalgalanmalardan bağımsız bir tavırdır.
Kaynakça
- World Bank Group (2024) Poverty, Prosperity, and Planet Report 2024
- Vachon, E. Todd. (2016) Union Decline in a Neoliberal Age: Globalization, Financialization, European Integration, and Union Density in 18 Affluent Democracies
- Tilly, Charles & Tarrow, (2006) Sidney Contentious Politics