Doğayı korumak millî bir görevdir”

-Mustafa Kemal Atatürk, 1925

Kemalizm’in tam olarak ne olduğu konusu Atatürk’ün aramızdan ayrılmasından beri Cumhuriyet tarihindeki en çok tartışılan konular arasında yer almıştır. Gerek Altı Ok dediğimiz Atatürk ilkeleri hem bütün olarak hem de ayrı ayrı olacak şekilde, gerek Kemalizm’in doğuşunda etkilendiği düşünce akımlarının neler olduğu, gerek siyasi pusulada konumlandığı yeri, hatta ve hatta Kemalizm’in Cumhuriyet için amaçladığı nihai hedef bile bu sorgulamalardan ve yeniden tanımlama çalışmalarından nasibini aldı, Kemalist düşüncenin tamamı en ince ayrıntılarına kadar sorgulanmıştır, tartışılmıştır ve manipüle edilmeye çalışılmıştır.

Tüm bu tartışmalar boyunca vatandaşlar, Kemalizm’i ele alırken kendi halihazırdaki düşüncelerinin merceği altına değerlendirmiş ve kendilerince Kemalizm’i düşünce sistemlerini meşrulaştıracak şekilde tanımlamaya çalışmıştır, sonuçta Atatürk’ü seven hiçbir Türk Kemalizm’i tamamen reddedemeyeceği için hepsi onu doğal olarak kendi düşünce yapısına göre şekillendirmeye çalışıyor. Doğan Avcıoğlu’nun da Türkiye’nin Düzeni kitabında ifade ettiği gibi: “Kemalizm, herkesin kendi düşüncesine göre çekip uzattığı, sınırları belirsiz bir kavram haline getirilmiştir”.  Bunun en güzel örneğini de rastgele dört Atatürkçüyü bir araya getirip “Kemalizm nedir?” diye sorduğunuzda görürüz, çünkü o dört kişiden fikirsel olarak ne kadar yakın olurlarsa olsunlar asla aynı cevabı alamazsınız, ki bunun üzerine bir de kendini Kemalist olarak tanımlayan insanların arasında iktisadi olarak sosyalist-kapitalist, sosyokültürel olarak da Türkçü, Liberal, Sosyal Demokrat, Muhafazakâr olmak üzere ayrımlar olduğunu da ele alırsak işler iyice karmaşıklaşıyor.

 

Altı Ok oklarının tek başlarına olan anlamı, bütünsel anlamı, düşünsel kökeni bu yazının konusu değil, o yüzden şimdilik onları ele almaya gerek yok. Bu yazı Kemalizm’i net bir sınıflandırmaya ve tanımlamaya tabi tutmayı amaçlamıyor, onun yerine Kemalizm’in yüz yıldır tartışılan diğer özelliğini, yani Kemalizm’in hedeflediği nihai hedefi tanımlayıp içini detaylandırmayı amaçlıyor. Ben, Kemalizm’in özünü ve nihai hedefini Atatürk’ün şu sözlerinde çok net bir şekilde görebiliyorum:  “Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir.”

 

Peki Atatürk’ün burada bahsettiği “Tam Bağımsızlık” kavramı nedir, nasıl tanımlanır? Tam bağımsızlık, ulusal egemenliğin yalnızca kâğıt üzerinde hukuki bir statü olarak değil, koşulsuz şartsız bir şekilde de faaliyete geçirilmesi anlamına gelir. Bir ülkenin kendi sınırları içinde nihai yetkiye sahip olması, hiçbir dış etkene danışmadan karar verebilmesi, yani iç ve dış politikasını kendi isteklerine ve ihtiyaçlarına göre özgürce belirleyebilmesi, ekonomik kaynaklarını başka ülkelere bağımlı olmadan kullanabilmesi, ekonomik faaliyetlerini uluslararası kuruluşların çizdiği sınırlara bağlı olmadan belirleyebilmesi, kendi toprak bütünlüğünü ve vatandaşlarının güvenliğini özgürce ve tam kapasite ile sağlayabilmesi ve kültürel kimliğini koruyarak geleceğini şekillendirebilmesi günümüzün siyasi ve akademik çevrelerinde ve uluslararası hukuka göre tam bağımsızlığın söz konusu olabilmesi için gereken ana koşullardır.
Bunları özetlemek gerekirse Tam Bağımsızlığın temel sütunlarını şu şekilde belirtebiliriz: Askeri Bağımsızlık, Ekonomik Bağımsızlık, Kültürel Bağımsızlık ve Siyasi Bağımsızlık ( Bu da dahili ve harici olmak üzere İdari Bağımsızlık ve Diplomatik Bağımsızlık olarak ikiye ayrılmaktadır). İşte Atatürk’ün yaşarken Türk Milleti için hedeflediği ve hayatını adadığı Esas’a sahip olmak için gereken, Atatürk’ün yaptığı her icraatın dayandırıldığını açıkça görebildiğimiz ve her Kemalist’in de Türkiye için uğruna mücadele etmesi gereken temel sütunlardır.

 

O zaman Tam Bağımsızlık teoremlerinde ve tanımlamalarında kullanılan bu sütunlar ve temel geçerliliğini hala sürdürmekte mi? Sonuçta 2 yıl önce Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girdik, bu tartışmalar ve belirlenen ilkeler Atatürk yaşarken bile yüz yıllık tartışmalardı, tanımlamalardı. Sorunun cevabı ise tahmin edebileceğiniz şekilde evet, bu 4 sütun temel ilkelerden ibaret olduğu için içerikleri modern şekilde yeniden tanımlanmasına rağmen geçerliliğine devam etmekte, fakat günümüzde akademik ve siyasi çevrelerde bu sütunlara eklemeler yapılması tartışılıyor. Bunlardan en çok kabul görülen Dijital Çağ’da yaşamamızla geçerliliğe giren Teknolojik ve Dijital bağımsızlıktır. Fakat 21. Yüzyıl’da eklenmesi gereken ve hepsinden daha da önemli bir temel sütun, ilke daha var: Ekolojik Bağımsızlık

Ekolojik Bağımsızlık akademik ve politik çevrelerde kullanıldığında nasıl diğer bağımsızlıklardan bahsedilirken kullanılıyorsa o şekilde kullanılıyor. Yani örnek olarak ekonomik bağımsızlık ülkenin ekonomi politikaları konusunda mutlak hakimiyet ve karar verme yetkisi olması ise Ekolojik Bağımsızlık klasik anlamında bir ülkenin kendi sınırları içindeki doğal kaynaklarının kontrolünde son söze sahip olması anlamına geliyor. Lakin ben bu tanımlamayı indirgeyici ve kısıtlayıcı bulmakla beraber aynı zamanda da bu tanımlamanın Ekonomik ve Siyasi Bağımsızlık ilkelerinin içinde zaten kapsandığına inanıyorum. Bu yüzden Ekolojik Bağımsızlığı bir ülkenin kendi ekolojik ve doğal faktörlerini güvenceye alarak kendi doğal ihtiyaçları söz konusu olduğunda; yani su, toprak, gıda, ekolojik dengenin etkilediği faktörleri vs., kendi kendine yetebilmesinin sürekliliğini sağlaması ve bu sayede kendi bağımsızlığını sürdürülebilir kılması olarak yeniden tanımlamalıyız. Bu yeni tanımıyla birlikte Ekolojik Bağımsızlık, Atatürk’ün hedeflediği gibi haysiyetli ve şerefli bir şekilde yaşayabilmemiz esasına ulaşmamız için elde etmemiz gereken temel kazanımlardan biridir.

Atatürk’ün doğa ve çevre sevgisini hepimiz ilkokuldan beri biliyoruz. Her Türk çocuğunun bildiği Yürüyen Köşk ile Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluş hikayeleri Atatürk’ün içindeki doğa sevgisinin ne kadar içten olduğunu kanıtlamak için yeterli, lakin bu iki klasik hikâye buzdağının sadece görülen yüzü. Atatürk’ün 1928 yılından itibaren Milli Eğitim Bakanlığı’na öğrencilerle her yıl Ağaç Bayramı’nı kutlaması yönünde verdiği direktiflerden resmi izin almadan kanunsuz bir şekilde işaretlenmemiş ağaç kesen köylülere hapis cezasına kadar, Ankara Belediye başkanına bütçesinde ağaçlandırma ödeneği belirtmediği için azarlamasından 1937 yılında Orman Koruma Teşkilat Kanunu ile ormanları koruma görevini askerlere vermesine… Bütün bunlar ve daha yazamadığım nice eylemleri Atatürk’ün başta ormanlar olmak üzere doğaya verdiği önemi çok net bir şekilde görmemizi sağlıyor zira ona göre vatan, üzerinde yaşanılan topraktan ibaret olmayıp, o toprağı canlı, yeşil ve verimli kılan her şeyle ayrılamaz bir bütün oluşturuyor. Açıkçası onun bu farkındalığı, doğaya beslediği sevgi ile verdiği önem onun ne kadar büyük bir vizyoner kişilik olduğunun en somut yansımalarındandır. Atatürk, Türklerin bozkırlaşmış çorak anavatanını kaderine terk etmek yerine tıpkı eskiden olduğu gibi ağaçlandırarak yeniden yemyeşil, ormanlık bir vatan yapmanın hayaliyle yaşıyordu. Orman Çiftliği’nin kuruluşunda söylediği o meşhur sözü de buna tek başına yeterli bir kanıttır.

“Ormansız bir yurt, vatan değildir”

-Mustafa Kemal Atatürk

Atatürk’ün doğaya karşı duyduğu bu sevgi sadece ağaçlara ve hayvanlara duyduğu kişisel bir sempatiden ibaret de değildi, bunlar Atatürk için aynı zamanda modern bir millet inşa etme projesinin temel taşlarından da biriydi. Çünkü ona göre güçlü ve medeni bir millet olmanın en önemli koşulları aynı zamanda doğayı korumaktan ve geliştirmekten geçiyordu. Bir ülkenin sınırları içindeki doğal kaynakların, koşulların ve imkanların devamlılığını sağlamanın o ülkenin hem bağımsız kalabilmesi için hem de ülke topraklarının o topraklarda yaşayan milletin yurdu olarak devamlılığının sağlanmasının güvencesi olarak görüyordu. Atatürk’ün doğa sevgisinin ardındaki asıl derin mantık da tam olarak budur: Türkiye Cumhuriyet’in kurulduğu Anadolu topraklarını, o toprakları bin yıllık vatanı belirlemiş Türk milletini nesillerce besleyip barındırabilecek, onlara bağımsız bir hayatın kaynaklarını ve imkanını sunan “sürdürülebilir” bir yurt haline getirmek ve yeni nesillere bir miras olarak bırakmak.
Atatürk’ün en meşhur sözlerinden biri olan “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözündeki ebediyetin kilit noktasını işte tam olarak bu şekilde ele alıyoruz: Sürdürülebilir Cumhuriyet

En temel seviyede, “Sürdürülebilir Cumhuriyet”, Cumhuriyet’in sürdürülebilmesidir. Hem döneminde hem de gelecek dönemlerde yaşanabilecek problemleri retro aktif bir şekilde ele alarak hepsine gerekli çözümleri üretebilecek bir yasama vizyonuna, çıkabilecek krizleri uygun şekilde yönetebilecek bir yürütme kapasitesine, Türk milletinin insanlık ve vatandaşlık onurunu koruyabilecek bir yargıya, Bir bütün olarak ülkenin refahını ve yurttaki yaşama standartlarının muasır medeniyetler seviyesinde olmasının devamlılığını sağlayacak, özetle Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ün vizyonunda olduğu gibi ilelebet payidar kalabilmesini sağlayacak şekilde yeniden tasarlanmış bir sistemdir. Ülkenin, vatanın, yurdun sadece birinci yüzyılda değil, ikinci yüzyılda da hatta ve hatta yüzyıllarca ayakta durabilmesini garantiye almış bir cumhuriyet demektir. Bunu sağlamak için de Tam Bağımsızlık kriterlerini konuşurken ele aldığımız konvensiyonel anlayışın içinde olan ekonomik, askeri, siyasi, diplomatik garantilerin yanı sıra Türkiye’nin topraklarını, su kaynaklarının, ekolojik dengesinin, doğal ikliminin, vahşi yaşam alanlarının da garantiye alınmasını gerektiğine inanıyoruz. Sonuçta, verimli topraklarını erozyon gibi engellenebilecek doğal sebeplerle ya da yanlış ve agresif tarım politikaları sonucunda kaybeden, tatlı su kaynaklarını döngüsel arıtma sistemi kullanmadan kontrolsüz tüketim ile köküne kadar kurutan, havasını zehirleyen, doğal bitki örtüsünü kesen ve yabani hayvanlarını yok eden bir ülke uzun vadede ayakta kalamaz, kalması imkansızdır. Türkiye şu anda bu yolu izlemekte ve korkunç bir hızla yol katetmektedir ve işin en kötü yanı Türk ulusu Cumhuriyet’in ve dolayısıyla kendi boynundaki bu ilmeğin farkında değil. Bizler, yani Kemalist gençler bunun önüne geçmek ve Türkiye’de gerçekleşmesine engel olmak zorundayız. Bu hepimizin Atatürk’e ve Cumhuriyet’e olan borcudur, bunun için de elimizden gelen her şeyi yaparak Türk halkına gerekli farkındalığı vermek için etkinlikler düzenlemeli, seminerler vermeliyiz, hatta vakti geldiğinde miting bile yapmamız gerekiyor.

Türkiye, doğal faktörlerinin kontrolünü ele almalı, tatlı su kaynaklarının varlığını zor kullanarak bile olsa güvenceye almalı, Nehir havzalarını korumalı, fabrikaları ve sermayeyi dizginleyerek döviz kuru ile 3-5 kuruş daha fazla kar etme uğruna anavatanın zehirlenmesine engel olmalı, Avrupa’nın çöplerini ithal etmeyi yasaklamalı, doğal ekosistemlerini maddi kaynaklı sömürüden korumalı, köylüye ve çiftçiye eğitim vererek toprağa zarar vermeyen, hatta toprak sağlığını arttıran tarım metotları öğretmeli, ülkeyi demiryolları ile donatarak emisyonsuz ve ucuz ulaşım sağlamalı, başta nükleer enerji olmak üzere çevre dostu enerji üretimi sağlamalı. Ancak ve ancak bu ve benzer politikaların uygulanmasıyla Anadolu topraklarının varlığımızı kaldırabileceğini garanti altına alırız.

İşte Sürdürülebilir Cumhuriyet, atmamız gereken adımların, uygulamamız gereken politikaların, işlenmesi gereken kanunların ve günü geldiğinde hazırlayıp vatandaşa onaylatarak yürürlülüğe koymak zorunda olduğumuz halkçı/milliyetçi anayasa için kullandığımız sistemsel çerçevenin adıdır.

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çevre problemleri hakkında maalesef ki yeterli kamuoyu bilgisi yok. Burada hem çözüm üretmeyi geç, halkı bilgilendirmeye tenezzül etmeyen devlet hem de biz yani bildiği halde yeteri kadar farkındalık yaratamamış gençler olarak suçluyuz. Türkiye’de maalesef neredeyse kimse çevre sorunlarının gerçek anlamda farkında değil, İklim değişikliği bilimsel ve kanıtlı bir gerçek olsa da halkımızın çoğu tarafından reddedilmekte. İşin en ironik ve açıkçası en hayal kırıklığı yaratan tarafı ise Türkiye’nin yaşadığı ve riski altında bulunduğu konuları en çok reddeden kesimin bu konuda en çok hassasiyet göstermesi gereken kesim olması: Türk Milliyetçileri. Osmanlı’nın yıkılma döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçü/Türk Milliyetçisi dediğimiz önde gelen isimlerin neredeyse tamamının politik eksende solda konumlanmasına rağmen bugünkü siyasi atmosferde milliyetçilere önderlik eden isimlerin hepsi sağda kalıyor, bunun da özellikle Z kuşağının içindeki ana akım milliyetçi gençlerinin küresel ölçekteki sağ popülizm ve alt-right hareketlerinin etki alanında kalmasına sebep olmasından dolayı doğa hassasiyeti, çevre farkındalığı, iklim mücadelesi gibi kavramlar hem 18-28 yaşları arasındaki genç hem de 28-58 yaş arası milliyetçilerde maalesef fonksiyonel olarak yok. Bu anlamda bir farkındalık ve hassasiyete sahip olduğunu gördüğümüz sadece iki milliyetçi kesim var: Z kuşağının içinde son yıllarda hızla artış gösteren Sol Milliyetçi gençler ve Kemalist gençlik. Yazının önceki paragraflarında yeterince açık bir şekilde belirttiğim için yinelemeye gerek duymadığım sebeplerden dolayı bu problemlerin önemini, hatta direkt varlığını reddedenlerin aslında en çok çözüm üretebilmek için en çok uğraşması gereken kesim olduğuna inanıyorum. Ciddiye alınmayan, varlığı bile reddedilen bu problemler Türkiye’nin zaten varlığı şüpheli bağımsızlığını daha da tehlikeye atıyor

Bu yazı boyunca Türkiye’nin çevre sorunları diye tekrar edip durdum ve bunu yaparken sorunlardan sadece yüzeysel olarak bahsettim. Her ne kadar bu problemlerin detaylı bir analizi bu yazının kapsamında olmasa da ve daha sonra bunlar hakkında ayrı yazılar kaleme alacak olsam da en azından sade bir şekilde ele almam gerekiyor. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çeşitli çevre sorunlarından en kritik öneme sahip olanı ve açık bir şekilde en tehlikelisi Türkiye’nin tatlı su kaynaklarında yaşanan stres; yani azalma ve bazı durumlarda da kuruyarak doğrudan yok olma tehlikesi. Mesela bunun hakkında ilk öğrendiğimde kanımı çeken bir örnek var: Türkiye’de son 60 yılda isim verilen 240 doğal gölden 186’sı tamamen kurumuştur, su seviyesinde çekilme ya da mevsimsel kurumalardan bahsetmiyorum. Doğal göllerimizin %77,5ini tamamen kaybettik. Baraj göllerimizin çoğu her yaz mevsimi kuruyor, özellikle Büyükşehirlerin su ihtiyacını karşılamak için çevre illerden veya yeraltı kuyularıyla takviye yapmamız gerekiyor. Yeraltı kuyusu demişken yeraltı su kaynakları da son 50 yılda inanılmaz bir şekilde geriledi. Başta Trakya, Ege ve Konya bölgeleri olmak üzere su seviyesi yeraltı kaynaklarında 100 metreye yakın bir şekilde geriledi. Bireysel tüketim için kişi başına düşen yıllık tatlı su miktarı 2000 yılında 1750m3 iken bu yıl 1300 seviyesine gerilediği için Türkiye su stresi çeken bir ülke sınıfına düştü. Gerekli önlemler alınmazsa bu gidişle Türkiye kendi milletine içme suyu sağlayamayacak bir ülke haline gelecek. Hayatta kalabilmek için tamamen yurt dışına bağımlı kalacağız ve olası bir savaşta veya küresel krizde Türkiye’ye diz çöktürmek sadece bu dışardan gelecek su kaynaklarının kesilmesiyle kolayca başarılabilinecek.

Türkiye, toprak kaybının en ciddi yaşandığı ulaştığı ülkelerden de biridir. Toprak kaybını illa savaş sonucu değişen sınırlar olarak düşünmeyin, Türkiye’de her yıl ortalama 642 milyon ton toprak erozyonla taşınarak kaybolmakta, bu da bizi Avrupa’nın birincisi yapıyor. 642 milyon ton demek Türkiye’nin verimli üst toprak tabakasından, ki bu tarımda toprak kalitesini belirleyen katmandır, her yıl 0,1 cm toprak kaybettiği anlamına geliyor. Bu süreç zaten su stresi yaşayan ve kuraklık riskinde bulunan ülkemizin çölleşme riskini daha da artırmaktadır; Türk topraklarının %47’si orta ve üst düzeyde çölleşme riski altındayken, Konya Karapınar gibi bölgelerde rüzgar erozyonu ve yeraltı sularındaki çekilme nedeniyle oluşan devasa obruklar (bunları haberlerde ve sosyal medyada düzenli olarak görüyoruz) bu tehlikenin büyüklüğünü gözle görülür kılmaktadır. Özetle, her yıl kaybettiğimiz yüz milyonlarca ton toprak, gıda güvencemizi ve geleceğimizi tehdit eden, bağımsızlığımızı fiilen kaldırabilecek kadar tehlikeli, acil ve etkili önlemler almamızı gerektiren ekolojik bir kriz.

Yani toparlamak gerekirse su kaynaklarının hızla tükenmesi, toprak erozyonu, çölleşme tehdidi ve doğal hazinelerimizin kontrolsüzce sömürülmesi, ulusal güvenliğimizi ve tam bağımsızlığımızı doğrudan tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini ve gelecek vizyonunu şekillendiren Kemalizm, yalnızca siyasi, askeri ve ekonomik bağımsızlıkla sınırlı kalmayıp, ekolojik bağımsızlığı ve sürdürülebilirlik prensiplerini de temel bir ilke olarak benimsemelidir. Bu, günümüzde lanse edilmeye çalışıldığı gibi yalnızca aktivist bir solculuğun meselesi değil, vatanın bütünlüğüne ve milletin haysiyetine, onuruna ve refahına sahip çıkmanın vazgeçilemez bir koşuludur. Kemalist düşünce, ancak doğayla uyumlu, kaynaklarına sahip çıkan ve gelecek nesillere yaşanabilir bir Türkiye bırakmak için mücadele eden bir anlayışa yeniden kavuşmak zorundadır. Ancak ve ancak bu şekilde Sürdürülebilir Cumhuriyet’i kurarız ve Atatürk’ün dediği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin İlelebet Payidar kalmasını güvence altına alabiliriz

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir