Screenshot_1
Merkez Bankası Bağımsızlığını Savunmak: Bir Düşünce Yazısı

20 Eylül 2024 tarihinde Dizgin’de çok ilginç bir iktisat yazısının Türkçe çevirisi yayınlandı.[1] Bahsi geçen yazıda, artık bugün neredeyse kültleşmiş bir ezbere dönüşen bağımsız merkez bankacılığı söylemi eleştirel bir biçimde masaya yatırılmaktaydı. Yazının teması ilginç olunca, ben de Twitter (X)’da kendimi tutamayıp yazının eleştirel perspektifinde ciddi eksikler olduğunu ifade ettiğim bir alıntı girdim [2], dergiden bazı arkadaşlarım da bunun üzerine, merkez bankası bağımsızlığı hakkındaki düşüncelerimi kısa bir makale şekline getirmem için cesaretlendirdi. Tabii konu epey ilginç olunca ben de hemen kollarımı sıvayıp klavyenin başına oturdum. Hemen en baştan söyleyeyim, bu makale Fields ve Rochon’ın yazısının doğrudan bir eleştirisi değildir, ifade edeceğim tezlerde çoğunlukla onlara göre zıt bir yön izleyeceğim ve bazı Fields ve Rochon’ın önemli bulduğum argümanlarını dile getirip bunlar hakkında aksi yöndeki kendi tezlerimi dile getireceğim. Ama yine de bu makale komple, baştan sona tutarlı ve yekpare bir eleştiri yazısı olmayacaktır. Daha ziyade bu makalemde, bir düşünce yazısı olarak bağımsız merkez bankacılığının savunusunu üstlenecek ve Fields ile Rochon’ın makalesindeki bazı karşı çıkış noktalarımı da yol haritamdaki bir uğrak olarak kullanacağım. Fakat bu hususun yine de makalemin düşünce yazısı ve hatta bir amatör deneme mahiyetini berhava edeceğini zannetmiyorum.

Öncelikle, bağımsız merkez bankalarındaki para politikası tasavvurunu kategorik olarak tek bir bağlamda ele almanın doğru olmayacağını düşünüyorum, mesela FED’in tarihi, farklı para politikası düşüncelerinin tarihidir. (FED 1951 yılında bağımsız olmuştu ama yine de bağımsızlık statüsü, yazının ilerleyen kısımında da göreceğimiz gibi bugüne göre daha muğlaktı.) Bu hususu en iyi biçimde Allen Greenspan ve William Chesney Martin Jr.’ın iki zıt merkez bankacılığı anlayışlarından görebiliriz.[3] Bir zamanlar Phillips eğrisi çok efektif bir yol gösterici olarak telakki edilirken, artık Phillips eğrisi, Lucas kritiğinin çağrısı ile hesaba katılmış “beklentiler” faktörü yüzünden merkez bankacılığı çevrelerindeki saygınlığını yitirmiş durumda.[4] FED veya diğer merkez bankaları şüphesiz ki geçmişte birçok hata yaptılar, örneğin Alan Greenspan, 1996’daki ünlü “Akıl dışı taşkınlık” konuşmasından sonra, faizleri yükseltmekten itina etmesi sonucunda oluşan balonların bedelini tüm küresel ekonomi çok ağır ödedi. Demek istediğim husus, merkez bankacılığında geçmişte 1970’lerin sonundan 2000’lerin sonlarına kadar, Neoliberal paradigmanın hâkim olduğu doğrudur, lakin bugün artık bağımsız merkez bankalarının para politikalarını salt bir “neoliberalizm” başlığı altında okumanın bizleri özcü ve indirgemeci normatif önermelere saptırmasından korkmaktayım.

Merkez bankalarının, bağımsız olması beraberinde birçok cereme getirdi. Crotty’nin, 2007 krizinin temel sebebi olarak enine boyuna analiz ettiği “Yeni Finansal Mimari”nin oluşumundaki rollerini bu ceremelerin en büyüğü olarak da düşünebiliriz. [5] Özetle, bağımsız merkez bankacılığı beraberinde makroekonomik açıdan birçok istenmeyen sonuçlara sebep oldu. Fakat bunlarla beraber yine de ben, merkez bankalarının bağımsızlığının fiyat istikrarı için zaruret olduğu kanısındayım ve bu kanaatimi de yazının ilerleyen kısımında, bu konudaki ampirik bulguları aktararak delillendireceğim.

Enflasyon doğal olarak tek bir sebepten dolayı ortaya çıkmaz. Mesela, Covid-19 döneminde yaşadığımız enflasyon hem önemli ölçüde arz şoklarından kaynaklanmakla beraber, [6] aynı zamanda da devletlerin genişleyen mali tedbirleri dolayısıyla artan güçlü talebin etkisinden de (özellikle 2021 sonrası) açık bir biçimde etkilenmişti.[7] Türkiye’deki enflasyonun sebebiyse, Yılmazkuday’ın ampirik bulgularının işaret ettiği gibi küresel petrol fiyatları, döviz kuru hareketleri ve faiz şoklarıdır[8] Hülasa, enflasyonun zaman ve mekana bağlı olarak birçok farklı sebebi vardır, bununla beraber enflasyonun kontrol altına alınması için merkez bankaları bağımsızlığı, tek olmasa bile en önemli koşullardan birisidir. Peki neye dayanarak bunu ifade ediyorum? Dayanak noktamı oluşturan bazı ampirik çalışmalardan bahsederek bu soruyu cevaplayabilirim. Özellikle Cuckierman’dan sonra, 1990’lardan itibaren merkez bankalarının bağımsızlığının fiyat istikrarı üzerindeki olumlu etkilerini gösteren dağ gibi bir literatür oluştu, ama ben yine de sadece son yıllardaki bazı çalışmaları örnek göstererek kendimi sınırlayacağım.

Garriga ve Rodriguez, 1980-2013 arası 118 gelişmekte olan ülkelerin verilerine dayanarak, gelişmekte olan ülkelerde merkez bankası bağımsızlığının düşük enflasyona sebep olduğu ve bu nedenselliğin de birçok kontrol değişkenine de dayanıklı olduğu yönünde ampirik bulgular sunmaktadır.[9] Bilhassa, makale, gelişmekte olan ülkelerde merkez bankası bağımsızlığının fiyat istikrarı üzerindeki hayati rolünü ortaya koyduğu için bence Türkiye örneğine de hitap eder. Unsal ve Papageorgio 2007-2021 arası 50 gelişmiş ülke için, merkez bankası bağımsızlığını da kapsayan bir endeks oluştururlar, Fields ve Rochon’ın yazısındaki “merkez bankası bağımsızlığı ölçümü keyfi” itirazına karşın, son derece titiz bir şekilde sınıflandırma yapıyorlar ve oluşturdukları endeks ile çeşitli makroekonomik değişkenlerin bağlantısını araştırıyorlar. Makalede birçok bulgu var, ama enflasyon bağlamında, merkez bankası bağımsızlığının negatif bir ilişkiye sahip oldukları ortaya konmaktadır.[10] Bir diğer önemli çalışma ise 17 Latin Amerika ülkesinin merkez bankalarının bağımsızlığı ve enflasyon ilişkisini son 100 yıl bazında ele alır ve merkez bankası bağımsızlığının fiyat istikrarına sebep olduğu yönünde çok sağlam ampirik bulgular ortaya koyulur.[11] Dako ve diğerleri de merkez bankası bağımsızlığının etkilerini 1970-2012 arasında, 44 sahra-altı Afrika ülkesi üzerinden ele alır. Çalışmanın sunduğu ampirik bulguya göre, merkez bankasının bağımsız olması, bu ülkelerde doğrudan enflasyonun kontrol altına alınmasına sebep olmakta ve daha da önemlisi bu düşük enflasyon da sefaleti azaltmaktadır.[12]

Peki merkez bankası bağımsızlığının ihlali ne gibi sonuçlar verir? Açıkçası, bu sorunun cevabını muhtemelen en açık şekilde Türk halkı deneyimledi. Ama yine de ABD üzerine yapılan bir ekonometrik çalışma da bizlere bir ipucu sunabilir. Bianchi ve diğerleri, Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak, Fed kararlarını eleştiren tivitlerinin makroekonomik etkilerini incelerler.[13] Nitekim Trump’ın bu minvaldeki tivitleri FED bağımsızlığının bir ihlalini ihtiva eder. Trump’ın FED faiz kararını eleştiren her bir tiviti, tek başına ABD’nin uzun vadeli hazine tahvillerinin faizini arttırmış, borsada düşüşlere sebep olmuş, doların uluslararası piyasalarda değerini düşürmüş ve birçok makroekonomik değişkeni de negatif etkilemiştir. Dolayısıyla Trump’ın müdahalesinin negatif makroekonomik sonuçları, merkez bankası bağımsızlığına karşı en ufak bir ihlalin bile doğurabileceği olumsuz sonuçların bir örneğini teşkil eder.

Şu hususu da ifade etmek isterim, bu bulgulara karşın, farklı bulgulara da işaret eden bazı çalışmalar da yok değildir, fakat bu çalışmalar benim gözlemlediğim kadarıyla, çoğunlukla nitelik ve nicelik açısından maalesef zayıf kalmakta(1-2 tanesi hariç.) ve literatürde ezici büyük bir çoğunluk da merkez bankası bağımsızlığının önemine işaret etmektedir.[14]

Peki merkez bankalarının bağımsızlığı gelir eşitsizliğini nasıl etkiler? Fields’a ve Rochon’a göre cevap olumsuzdur, zira merkez bankalarının bağımsızlığı “neoliberal bir Truva atı” olarak, burjuvazinin çıkarlarının muhafızıdır. Bu görüşe iki açıdan eleştirel bir bakış sunmak istiyorum. İlk olarak, merkez bankası bağımsızlığı salt olarak kendi başına eşitsizlikleri arttırmaz. Örneğin, Sturm ve diğerlerinin 1980-2018 arası 140 ülke üzerinden yaptıkları bir araştırma, merkez bankası bağımsızlığının ekonomik eşitsizlik ile pek ilişkili olmadığı yönünde ekonometrik kanıtlar sunmaktadır.[15] Merkez bankalarının bağımsızlık statülerinden ziyade, 1970’ler ve 1980’lerde para politikasına hâkim paradigmanın bir sonucu gelir eşitsizliğin artmasıydı. Bu husustan, tek başına merkez bankası bağımsızlığı konseptinin doğası gereği bu sonuçlara gebe olduğu yönünde bir çıkarım yapmamız çok yanıltıcı olacaktır. Nitekim, artık bu paradigmanın da dünya merkez bankacılığı üzerinde etkilerinin gitgide silikleştiğini düşününce, bence bu minvalde bir tezin inandırıcılığı azalıyor. Yine de yukarıda ifade edilen ampirik çalışma bağlamında da ifade etmeliyiz ki, salt olarak iktisadi eşitsizlik ve merkez bankası bağımsızlığı arasında somut ve dayanıklı bir nedensellik ve hatta bir korelasyon bağı olduğunu öne sürmek doğru olmayacaktır. İkinci itirazımsa, Marx’ın “modern devlet egemen sınıfın çıkarlarının muhafızıdır” söylemini andırırcasına, merkez bankacılığı bağımsızlığını da burjuvazinin bir muhafızı olarak telakki etmeye yöneliktir. Merkez bankacılığının tam anlamıyla bağımsız olması ve bu bağımsızlığının sadece dejure’da kalmaması için birden fazla veto yetkisine sahip farklı görüşteki siyasal aktörün bulunması gerektiği, alakalı literatürde 1990’lardan beri ifade edilmektedir. Bu konuyu en iyi ele alanlardan olan Stasavage ve Keefer’in bir çalışması bilhassa açıklayıcıdır.[16] Çalışmanın da gösterdiği gibi merkez bankası bağımsızlığının piyasa ve halkın tasavvurunda anlaşılması ve güvenilir olması için birden fazla farklı görüşteki siyasal veto aktörünün bulunması ve ancak böyle tam güvenilir bir bağımsızlığın hayata geçirilebileceği bulgusu, en baştan merkez bankası bağımsızlığı konseptine normatif olarak tek bir grubun muhafızlığı etiketi yakıştırmanın yanıltıcı olacağına işaret etmektedir. Zira en baştan bu bağımsızlığı yaşatacak şey, farklı grupların veto yetkisinin bulunmasıdır. Aksi koşullarda, Türkiye’nin yaşadığı duruma dönülür.

Hülasa, sadece son yıllarda bile birçok ampirik çalışma merkez bankası bağımsızlığının fiyat istikrarı için hayati olduğuna dikkat çekiyor. Karaca’nın 1987-2002 yılı Türkiye ekonomisi bazında bulduğu ekonometrik bulguların, Türkiye’deki yüzde 1’lik enflasyon artışının milli gelirdeki yıllık büyümeyi yüzde 0.37 düşürdüğüne işaret ettiği de düşünülürse, Türkiye için merkez bankası bağımsızlığının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.[17]

Peki, merkez bankalarının enflasyonu doğrudan düşürebilmesi için sadece bağımsız olmaları yeter mi? Merkez bankası bağımsızlığı fiyat istikrarı için neredeyse bir olmazsa olmaz olsa da merkez bankalarının bağımsızlığının tesis edildiği bölgelerde de uzun erimli enflasyonlar görebiliyoruz. Peki bu gelişmeler, yukarıdaki tüm ampirik bulguları çöpe atmak için yeterli midir? Bence hayır. Tam tersine, bu gelişmeler yukarıdaki ekonometrik çalışmaların çizdikleri çerçeveyi genişletmemiz için bizleri teşvik ederler. Peki, eğer fiyat istikrarı için merkez bankası bağımsızlığını tek gereken unsurdan ziyade, tamamlayıcı bir faktör olarak değerlendirirsek; o zaman yekpare bir tutarlı açıklama sunabilir miyiz? Şunu kastediyorum, bir mikroiktisat analojisi yapacak olursak; Fiyat istikrarını üretim fonksiyonun çıktısı ve merkez bankası bağımsızlığının tesisini da tamamlayıcı bir mal(complementary good) olarak yeniden düşünmek bize bir çıkış yolu sağlayabilir mi? Yani, merkez bankası bağımsızlığının tesisi, acaba ancak başka bir faktör ile birleştiğinde mi fiyat istikrarını doğurmaktadır? Benim bu soruya cevabım evettir. Şöyle ki, merkez bankası bağımsızlığının tesisinin ardından, sert enflasyon düşüşünü, iki farklı birbirini tamamlayıcı etkenin bir çocuğu olarak değerlendirmeliyiz, tek başlarına bu iki etken de fiyat istikrarını sağlayamaz; ancak ve ancak beraber ve aynı anda mevcut olduklarında istenen etkiyi sağlamaya muktedirlerdir. Nedir bu tamamlayıcı ikinci etken? Devletlerde yürütme ve siyasal erk üzerindeki sınırlamalar. Bu olguyu, Acemoğlu, Querubini, Johnson ve Robinson’ın muazzam bir makalesi, titiz bir biçimde, önce teorik ve ardından da ampirik olarak ortaya koymaktadır.[18] Çalışmanın bulgularını kısaca özetlemek isterim.

Merkez Bankaları’nın bağımsızlığını sağlayan reformlar, tek başlarına, ancak devletin yürütme erkinin otoritesinin üzerinde sınırlamalarla birleştiğinde enflasyonu düşürür ve fiyat istikrarını sağlarlar. Çalışmanın ampirik verilerinin de işaret ettiği gibi, siyasi yürütme erkinin gücünün ancak zayıf bir biçimde sınırlandırıldığı ülkelerde, merkez bankası bağımsızlığını tesis eden reformlar amaçlarına ulaşamaz. Başka bir deyişle, siyasi erkin keyfiliğinin önüne geçilemediği bir ülkede, istendiği kadar gerek dejure gerek defacto biçimde merkez bankasının bağımsızlığı tesis edilsin, bu fiyat istikrarını sağlamayacaktır. Peki, yürütme erkinin gücünün çok efektif ve güçlü anayasal sınırlamalarla sınırlandırıldığı ülkelerde merkez bankasının bağımsızlığının tesisi ne gibi sonuçlar verir? Şaşırtıcı gelebilir, lakin kastedilen minvaldeki ülkelerde merkez bankası bağımsızlığını tesis eden reformlar tek başlarına enflasyonu o kadar da düşürememiştir. Bunun iki tane sebebi vardır. İlk olarak, siyasal iktidar önünde çok güçlü sınırlamalar olduğu için, en baştan enflasyonist ve popülist politikaların kesintisiz biçimde izlenmesi, zayıf sınırlamaların olduğu ülkelere nispeten olanaksızdır. Durum böyle olunca da, merkez bankası bağımsızlığının tesisi enflasyonu o kadar da dramatik bir biçimde düşürmeyecektir, zira halihazırda para politikasının bağımsızlığının tesisiyle engellenmesi gereken popülist politikalar manzumesi büyük ihtimalle bulunmayacaktır.[19] İkinci olarak da halihazırda siyasal erkin keyfiliği, yasal bir biçimde minimum düzeye indirildiği ve bu yüzden de devletin içerisindeki diğer aktörlerin de nispeten daha bağımsız hareket edebileceği ve veto yetkisini de kullanabileceği için, merkez bankası daha dejure bir biçimde bir bağımsızlık statüsüne kavuşmadan önce bile, siyasal iktidarın taleplerine, her ne kadar dejure bağımsızlık statüsünü kazandığındaki gibi olmasa da göğüs gerebilecektir. Bu iki sebepten dolayı da siyasal yürütme erki üzerinde güçlü veya zayıf sınırlamaların bulunduğu ülkelerde, merkez bankası bağımsızlığının dejure tesisi, aman aman bir fark yaratmayabilir. Esas olarak, iktidar erki üzerinde ortalama düzeyde anayasal sınırlamaların olduğu bir ülkede, merkez bankasının bağımsızlığını tesis etmek fiyat istikrarını tek başına sağlayabilir. Zira iktidar üzerinde zayıf sınırlamaların olduğu bir senaryoda, tek başına merkez bankası bağımsızlığı yeterli gelmeyecek, iktidar üzerinde çok güçlü sınırlamaların olduğu bir senaryoda da merkez bankası bağımsızlığının tesisi halihazırda muhtemelen zaten bulunan fiyat istikrarını daha etkili biçimde sürdürülebilmesine rağmen, yine de kendi başına o kadar da muazzam ve dramatik bir enflasyon düşüşüne sebep vermeyecektir. Ancak siyasal iktidar üzerinde ortalama bir sınırın bulunduğu bir ülkede merkez bankası bağımsızlığının tesisi çok güçlü bir biçimde enflasyonu düşürüp, kendi başına fiyat istikrarı sağlayabilecektir. Acemoğlu ve diğerlerinin bahsi geçen makalesiyse bu bahsedilen olguları önce teorik olarak modeller, ardından da ampirik kanıtlar sunarak çok titiz bir biçimde ortaya koymaktadır. Şu noktanın da altını çizmek isterim, burada bahsi geçen mevzu, fiyat istikrarının bağımsız merkez bankalarıyla beraber mevcut olması değildir, fiyat istikrarının merkez bankalarının bağımsızlığının tesisi ile sağlanması, yoktan var edilmesidir.

Kısacası, tek başına merkez bankalarının bağımsızlıklarının tesisini inceleyip bir sonuca varmak yeterli değildir, bu bağımsızlık tesisinin ne çeşitte siyasal kurumlarla etkileşime girdiğini de hesaba katmak zarurettir. Bodea ve Hicks’in bir çalışması da aynı derecede ilginçtir.[20] Çalışma, merkez bankaları bağımsızlığının otoriteryen ve demokratik rejimler altındaki sonuçlarını araştırır. Çalışmanın sunduğu ampirik bulgulara göre, bağımsız merkez bankaları çoğunlukla demokratik rejimler altında fiyat istikrarına neden olur ve sürdürebilirlerdir. Yani, merkez bankası bağımsızlığının olumlu sonuçlar doğurması, söz konusu ülkedeki siyasal rejimin muhtevası ve yapısal özelliklerine bağlıdır. Merkez bankalarının bağımsızlıklarının olumlu sonuç verip vermeyeceğini de tam olarak buradan anlayabiliriz. Nitekim merkez bankası ve enflasyon ilişkisini ele alırken, üçüncü bir değişken olarak siyasal kurumları da analize dahil etmemiz, bizleri daha tutarlı bir sonuca ulaştırabilir.

Bağımsız merkez bankacılığının alameti farikası sadece enflasyon ve fiyat istikrarı ile de alakalı değildir. Mesela COVID 19 dönemi ekonomik krizini ele alalım. Elgin, Yalman, Yasar ve Başbuğ’un çalışması COVID 19 dönemi ekonomik krizinin atlatılmasında merkez bankalarının bağımsızlığının rolünü ele alır.[21] Bulgulara göre merkez bankalarının bağımsızlığı, COVID 19 salgının olumsuz ekonomik etkilerini hafifletmeye yönelik ekonomik politikalarıyla ilişkilidir. Böylece bu ekonometrik bulgular, merkez bankalarının bağımsızlıklarının ehemmiyetine bir kez daha dikkat çekmektedir.

Şunu bir kez daha ifade etmek isterim ki bu makalede 1-2 çok önemli bulduğum istisna dışında, hep son yıllarda yayınlanan güncel ampirik çalışmalara atıf yaparak kendimi sınırlamaya çalıştım. Zira eğer literatürü en başından başlayarak tüm ampirik bulgulara değinmeye teşebbüs etseydim, makale küçük bir kitap boyutuna ulaşabilirdi. Makalemi bitirmeden önce bir tarihsel örneğe temas etmek ve hatta cesur da bir iddia öne sürmek istiyorum. Fields ve Rochon yazılarında bağımsız merkez bankacılığını “neoliberal bir Truva atı” olarak adlandırır. Oysa bence belki de 1960’lar ve 1970’lerin başında, ABD’de FED bugün ki kadar bağımsız olsaydı (1951’de esasında FED’in bağımsızlığı tesis edilmişti, fakat yine de 1980’lere kadar FED siyasal iktidarın taleplerine karşı savunmasız ve bugüne kıyasla siyasal iktidara daha bağımlıydı), belki de neoliberalizm bu kadar radikal biçimde yükselmeyecekti. Şöyle ki, 1960’lar ve 1970’lerin başı boyunca ABD Başkanları Lyndon Johnson ve Richard Nixon, tüm uyarılara rağmen, FED’i düşük faiz politikası uygulaması için her fırsatta sıkıştırmaya çalışmıştı.[22] Özellikle, Başkan Nixon, Fed Başkanı Burns’ü düşük faiz politikası izlemesi için tam anlamıyla zorbalıyordu. (Bu senaryo sanki bana bir yerlerden tanıdık geliyor!) Dönemin Fed Başkanı Burns bu konuda hatta bizzathi şöyle yazıyordu: ”Başkan’ın (yani Nixon’ın) yeniden seçilmek için her şeyi yapacağına ikna oldum.”[23] Her ne kadar ABD’de kuvvetler ayrılığına dayalı kurumlar ve birden fazla veto yetkisine sahip siyasal aktörler mevcut olsa da FED’in önce Johnson ardından da Nixon’ın çok sert baskılarına dayanması, en azından o dönemde FED bağımsızlığı prensibinin bugün ki kadar oturmamasından dolayı çok mümkün gözükmüyordu. Hele ki Nixon’ın şahsının, bir kişilik özelliği olarak, anayasal ve hukuki ilkelere uyma gibi bir alışkanlığının olmadığını düşünürsek [24], Burns her ne kadar örtülü bir şekilde ayak diremeye çalışsa da, FED 1970’lerdeki enflasyona doğru bir biçimde müdahale edememiş ve Nixon’ın düşük faiz ısrarına boyun eğmek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla FED’in politikaları, 1970’lerin başındaki enflasyonun ateşine benzin atmış ve sorunların daha da derinleşmesine sebep olmuştur. Peki bu derinleşen enflasyon döngüsü ne gibi politik iktisadi sonuçlara sebep oldu? Cevap kanımca açık: Keynesyen refah devleti modeline radikal bir karşı çıkış olarak neoliberalizm. 1970’lerdeki enflasyonun derinleşmesinin tek sebebi Fed’in üzerindeki bu baskı değildi belki de veya 1970’lerin başında Volcker’ın sonradan yaptıkları yapılıp enflasyon bitirilse belki yine neoliberalizm popüler olacaktı. Ama ben yine de 1970’lerde FED eğer Johnson ve Nixon’ın ihtiraslarından bağımsız olabilseydi, enflasyonun kontrol altına alınabileceği ve böylece de neoliberal başkaldırının önü belki alınamasa bile, 1980’lerdeki şöhretine erişemeyeceğini düşünmekteyim. Bu minvalde dönem hakkında yapılmış bir ampirik çalışma sanırsam henüz mevcut da değil, o yüzden kesin konuşmanın doğru olmayacağını da biliyorum. Ama yine de eğer en baştan merkez bankacılığı bugün ki gibi bağımsız olsa, neoliberalizmin bu kadar radikal bir tepki olarak tezahür etmeyeceğini düşünmek, son derece spekülatif bir önerme olsa da akla yatkın geliyor. Bu tarihi örnekten başka bir mesaj da çıkartabiliriz. ABD gibi kuvvetler ayrılığının epey sıkı olduğu bir ülkede bile, merkez bankasının tam bağımsızlık statüsünün tam anlamıyla içselleştirilmesinden önce, bu boyutlardaki siyasal baskılara maruz kaldığını ve sonuç olarak da bu baskıların doğurduğu felaketleri düşünürsek; Türkiye gibi daha kuvvetler ayrılığı prensibinin devlet katında tam anlamıyla özümsenemediği bir coğrafyada, merkez bankasının bağımsız olmasının zaruriliği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Sonuç olarak ben merkez bankası bağımsızlığının gerek fiyat istikrarı gerekse başka makroekonomik parametreler için zaruret olduğunu düşünmekteyim.[25] Ama bu hususu bir tabu haline getirmemeli ve cesurca kamunun önünde tartışabilmeliyiz. Tartışılmayan bir şey anlaşılamaz çünkü. Bugün Türkiye’de herkesin ağzında bir “yapısal reform” söylemi var, ama bunun bileşenleri artık öyle kültleşti ve ezber oldu ki, iktisat tartışmalarının entelektüel zenginliğinin kısırlaşmasına sebep olmaktadır. Bu sebepten dolayı Fields ve Rochon’ın yazısını çok kıymetli buluyorum.

Alp Buğdaycı, İstanbul, Eylül 2024

Dipnotlar:

[1] David Fields, Louis-Phillippe Rochon, Merkez Bankası Bağımsızlığına Ölüm, çev: Enver Mete, 20 Eylül 2024, Dizgin Dergisi, https://dizgin.com.tr/merkez-bankasi-bagimsizligina-olum/ .

[2] https://x.com/alp_jefferson/status/1837192274372944197?s=61

[3] Paul Krugman, Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü ve Küresel Kriz, çev: Neşenur Domaniç, Literatür Yayınları, 2010, s. 127-8.

[4] FED Başkanı Powell’a göre artık Phillips eğrisi artık geçersizdir: https://youtu.be/N_ee_TCY3rc?si=UH57VOHK6e3U3tk8

[5] James Crotty, Structural causes of the global financial crisis: a critical assessment of the ‘new financial architecture’, Cambridge Journal of Economics, Volume 33, Issue 4, July 2009, P. 563–580. Şu noktayı da dile getirmek gerekir, 2007 krizindeki emlak balonunu tabiki de komple Greenspan’a yıkmak doğru değil, oluşan balonun yapısal sebebi şu deregülasyonun uygulanmasıydı: “1982’de Kongre yerel ipotekli konut kredisi piyasasının temel kayaları olan tasarruf ve kredi bankalarına mevduat çürük tahviller ve yüksek getiri vaat eden diğer yüksek riskli girişimler de dahil olmak üzere geniş bir yelpazeye yayılan finansal ürünlere yatırma izni vererek bir başka büyük sermaye havuzunu daha kullanıma soktu.”(Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, çev: Abdullah Cemal Balcı, Efil Yayınevi, 2020, s. S.157) Yani Crotty’nin de işaret ettiği gibi, esas konsantre olunması gerekenler ekonomik kurumlardır. Bu kurumlara baktığımızda mütemadiyen 1975 yılından beri deregüle edilen ve neoliberal piyasa ilişkileri bağlamında iyice serbest hale getirilen finans piyasasının zayıflığı yatar. Bankaların mevduatlarını TBS gibi spekülatif yerlere yatırmalarının önündeki engeller kaldırılmış, bdk’lar ve SEC gibi kurumlar sınırlanmış, New Deal sonrası çıkan 1934 borsa kanunu ve bankacılık kanunu kaldırılıp büyük kaldıraç işlemlerinin önü açılmıştı. Şu da kayda değerdir, evet balonun oluşumunda kesinlikle FED’in rolü vardı, bu konuya eleştirel bakılmalı; fakat mortgage piyasalarında asıl balonun tetikleyicisi CDS piyasasıydı. Mortgagelerin bir menkul kıymetler paketi haline sokulup bunların risklerini düzgünce hesaplamadan, özel denetim kuruluşlarına para verip a+ puanla piyasaya sürülmesinin sebebi para politikası değil, işte 1982’deki bu neoliberal düzenlemeydi. Ayrıca Olivier Blanchard çok önemli başka bir noktaya parmak basar, 2007 krizinde patlayan balonun büyüklüğü ABD GSYH’sının sadece yüzde 2’sine tekabül ediyordu. Esas sormamız gereken belki de balonun nasıl oluştuğundan ziyade, GSYH’nin sadece yüzde 2’si düzeyindeki balon nasıl tüm ABD ekonomisini komple sarsmayı başarabilmiş olduğudur.( Olivier Blanchard, Macroeconomic Eight Edition, Pearson, 2021, s. 141.) İşte bu soru da dönemin ekonomi kurumlarının ne kadar zayıf ve dayanıksız olduğunu bir kez daha kavrayabilmemize olanak sağlar.

[6] Blanchard, Olivier and Bernanke, Ben, An Analysis of Pandemic-Era Inflation in 11 Economies (May 2024). NBER Working Paper No. w32532. Ayrıca özellikle Euro bölgesinde enflasyonun artmasında artan kurumsal karlarda rol oynamıştır, bak:. Niels-Jakob H Hansen & Frederik G Toscani & Jing Zhou, 2023. “Euro Area Inflation after the Pandemic and Energy Shock: Import Prices, Profits and Wages,”IMF Working Papers 2023/131, International Monetary Fund.

[7] Pandemi sonrası dönemde artan enflasyonun aniden artan güçlü talepten çok önemli ölçüde etkilendiği yönünde de sağlam ampirik kanıtlar mevcuttur. Bak: Robert J. Barro & Francesco Bianchi, 2023. “Fiscal Influences on Inflation in OECD Countries, 2020-2023,”NBER Working Papers 31838, National Bureau of Economic Research, Inc.Giannone, Domenico and Primiceri, Giorgio E., The Drivers of Post-Pandemic Inflation (August 2024). NBER Working Paper No. w32859. Peki pandemi sonrası enflasyonun sebepleri altındaki farklı bulgular çelişir mi? Bence hayır, Pandemi dönemi enflasyonunu dalgalar halinde ele alabiliriz. 2020-1 enflasyonu büyük ölçüde arz şoklarıyla ilgiliyken, 2021-2 enflasyonun da önemli ölçülerde artan güçlü talep şoklarından etkilendiğini gösteren bir ampirik çalışma için bak:

Di Giovanni, Julian; Kalemli-Ozcan, Sebnem; Silva, Álvaro; Yıldırım, Muhammed

Ali (2023): Pandemic-era inflation drivers and global spillovers, Staff Reports, No. 1080, Federal Reserve Bank of New York.

[8] Yilmazkuday, H. (2022). Drivers of Turkish Inflation. Quarterly Review of Economics and Finance. 84, 315-323.

[9] Garriga, A. C., & Rodriguez, C. M. (2020). More effective than we thought: Central bank independence and inflation in developing countries. Economic Modelling, 85, 87-105.

[10] Filiz D Unsal, Chris Papageorgiou, Hendre Garbers, 2022. “Monetary Policy Frameworks: An Index and New Evidence,” IMF Working Papers 2022/022, International Monetary Fund.

[11] Jacome, L. I., & Pienknagura (2022). Central bank independence and inflation in Latin America – Through the lens of history (International Monetary Fund Working Paper No.186). Washington DC: International Monetary Fund.

[12] Agyapomaa Gyeke-Dako; Elikplimi Komla Agbloyor; Abel Mawuko Agoba; Festus Turkson and Emmanuel Abbey, (2022),Central Bank Independence, Inflation, and Poverty in Africa, Journal of Emerging Market Finance, 21, (2), 211-236

[13] Bianchi, Francesco & Gómez-Cram, Roberto & Kind, Thilo & Kung, Howard, 2023. “Threats to central bank independence: High-frequency identification with twitter,” Journal of Monetary Economics, Elsevier, vol. 135(C), pages 37-54.

[14] Bauman ve diğerlerinin bir makalesi örneğin bir istisnadır. Makalede iktisat ve ekonometri analizlerinde çok sık rastlanmayan bir yöntem kullanır. Bak: Baumann, P F M, M Schomaker and E Rossi (2021), “Estimating the Effect of Central Bank Independence on Inflation Using Longitudinal Targeted Maximum Likelihood Estimation”, Journal of Causal Inference 9(1): 109–146.

[15] Sturm, JE., Bodea, C., de Haan, J. et al. Central bank independence, income inequality and poverty: What do the data say?. J Econ Inequal(2024)

[16] KEEFER, PHILIP, and DAVID STASAVAGE. “The Limits of Delegation: Veto Players, Central Bank Independence, and the Credibility of Monetary Policy.” American Political Science Review 97, no. 3 (2003): 407–23.

[17] Karaca, O. (2003). Türkiye’de Enflasyon – Büyüme İlişkisi : Zaman Serisi Analizi. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4(2), 247-255.

[18] Daron Acemoglu & Simon Johnson & Pablo Querubin & James A. Robinson, 2008. “When Does Policy Reform Work? The Case of Central Bank Independence,” Brookings Papers on Economic Activity, Economic Studies Program, The Brookings Institution, vol. 39(1 (Spring), pages 351-429.

[19] Burada ifade edilmeli ki, kurumlar çoğu zaman ekonomi politikalarından daha etkili bir biçimde ekonomik istikrarsızlığı etkileyebilir. Makroekonomik istikrarsızlığın da altında çoğu zaman kurumlar yatar. Bu konu için bak:

Acemoglu, Daron & Johnson, Simon & Robinson, James & Thaicharoen, Yunyong, 2003. “Institutional causes, macroeconomic symptoms: volatility, crises and growth,”Journal of Monetary Economics, Elsevier, vol. 50(1), pages 49-123.

[20] Bodea, C., & Hicks, R. (2015). Price Stability and Central Bank Independence: Discipline, Credibility, and Democratic Institutions. International Organization69(1), 35–61

[21] Elgin, Ceyhun & Yalaman, Abdullah & Yasar, Sezer & Basbug, Gokce, 2021. “Economic policy responses to the COVID-19 pandemic: The role of central bank independence,”Economics Letters, Elsevier, vol. 204(C).

[22] Ben Bernanke, 21. Yüzyıl Para Politikaları, çev: Deniz Kılınç, Scala Yayıncılık, 2022, s. 34-5 ve 53-3.

[23] Aktaran: Ben Bernanke, 21. Yüzyıl Para Politikaları, 2022, s. 53.

[24] Nixon’un bulaştığı anayasal skandalların sınırı yok. Bu skandallardan en ünlü ikisi; daha ABD Başkan adayıyken Vietnam Barış Görüşmelerini seçimi kazanmak için sabote etmesi ve siyasi kariyerini bitiren Watergate skandalıdır.

[25] Makale boyunca para politikasının makroekonomi üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu varsayımına dayandım. Peki, merkez bankasının para politikası ekonomiyi ders kitaplarında varsayıldığı gibi cidden temelden etkiler mi? FED üzerinden yapılmış epey kapsamlı bir çalışma, bu varsayımın ampirik olarak doğru olduğunu ortaya koyar, bak: Romer, Christina, D., and David H. Romer. 2004. “A New Measure of Monetary Shocks: Derivation and Implications.”American Economic Review, 94 (4): 1055–1084.

Avrupa Aydınlanma’sının Cumhuriyeti: Edebiyat Cumhuriyeti

“La Republique des Lettres”, Türkçesiyle “Edebiyat Cumhuriyeti”[1], Aydınlanma Çağı elitlerinin dönemin bilimsel bulgularını ve felsefi görüşlerini tartıştığı ve yaydığı Avrupa çapında bir forumdu. Edebiyat Cumhuriyeti; Newton, Voltaire, Leibniz, Erasmus, Benjamin Franklin, Kant, Montesquie, d’Holbach, Fichte, Hume… gibi dönemin çoğu entelektüelinden oluşmakta ve Aydınlanma düşüncesinin lokomatifi görevini üstlenmekte olan bir topluluktu. Her ne kadar Edebiyat Cumhuriyeti enformel bir kurum olsa da fiilen Cumhuriyet sıfatını taşımayı hak ediyordu, zira Avrupa’da Cumhuriyetçiliğin doğuşunun şafağında egaliteryanizm (eşitlikçilik) ve burjuva kamusallığının tasavvurunun temsiline soyunmuştu. Edebiyat Cumhuriyeti, Avrupa Aydınlanmasının ruhani cumhuriyeti ve modern cumhuriyetçiliğin de bir habercisiydi. Goodman şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti ismini hakkıyla yansıtıyordu, çünkü belli bir hiyerarşi yoktu.”[2] Dolayısıyla, Modern Cumhuriyetçiliğin erken Modern Avrupa’da, aydınlanmanın iki çocuğu olan modernizmin evrenselliği ile milliyetçiliğin özgücülüğünün gerilim hatları arasında doğuşunu kavrayabilmek için Edebiyat Cumhuriyeti’ni ve altında yatan Aydınlanma felsefesini kavramak zarurettir. Edebiyat Cumhuriyeti, evvela, Aydınlanma’nın kozmpolit ve uluslararası bir tezahür biçimidir. Edebiyat Cumhuriyeti sadece Aydınlanma felsefesinin muhtevasını anlamaya ışık tutmaz; aynı zamanda, Withers’in de altını çizdiği gibi Aydınlanma’nın dinamik ve çok-uluslu yapısını kavramamıza da yardımcı olur.[3] İşte bu yazı da bu noktaları ele alma amacını taşımaktadır. Öncelikle yazıda Aydınlanma düşüncesi ele alınacak, ardından da bunun bir tezahür şekli olan Edebiyat Cumhuriyeti analiz edilecektir.

Kant, ünlü “Aydınlanma Nedir?” makalesinde Aydınlanma olgusunu “aklın kamusal kullanımı” olarak tanımlamıştı.[4] Kant’ın bu tanımlamayla işaret etmeye çalıştığı nokta insan aklının kamusal ve toplumsal sorunlarla meşgul olmasından ziyade, aklın kullanımın çıktılarının şeffaf bir biçimde kamunun huzuruna sunulmasıydı: “Aklın kamusal kullanımından, bir kimsenin bütün okuyucular dünyasının oluşturduğu kamusal topluluğun huzurunda bilge sıfatıyla aklını kullanmasını anlıyorum.”[5] Yani, anlaşılacağı üzere “aklın kamusal kullanımının” alamet-i farikası, aklın ürünü olan kuramların, bilgilerin ve düşüncelerin şeffaf biçimde kamunun önünde üretilmesi ve kamunun da aklın kullanımından elde edilen bu çıktılara erişebilmesiydi. Bu felsefeye müstenit şekilde filizlenen Aydınlanma’nın elde ettiği kazanımlar sadece bilimsel sathdaki devrimsel yenilikler ve icatlalar ile de sınırlandırılamaz, Habermas’ın da işaret ettiği gibi, “aklın kamusal kullanımı” anlayışının temelini oluşturduğu kamusallık tasavvuru esasında “” cumhuriyetçi anayasa” altında liberal hukuk devletinin örgütlenme ilkesi” ni de oluşturarak ciddi bir siyasal işlev de taşımıştı.[6]

Aydınlanma’yı tek bir bağlamda tanımlamak ve weberyan tabirle tek bir “ideal tip”e sıkıştırmak olanaksızdır, çünkü Aydınlanma “mümkün olan her yerde reformcu yaratımın üzerine bir şeyler kuruyordu.”[7] Bu yüzden de doğal olarak Aydınlanma’yı yekpare bir olgu ve akım olarak da ele alamayız, ülkelere ve kişilere göre Aydınlanma’nın tasavvur ediniliş şekli farklılık göstermekteydi. [8] Örneğin, Britanya Adası’ndaki Aydınlanma sürecinde, Kıta Avrupa’sına kıyasla daha fazla ampirizm ve pragmatizm öne çıkmıştı.[9] Aynı şekilde, her ne kadar Aydınlanma açıkça dine karşı bir tavır al(a)madıysa da yine de içinde farklı ve heterojen sesler barındırmaktaydı.[10]) Buna rağmen, “Aydınlanma” tasavvurlarının önemli bir kısmının ortak paydası, insanlığın gelişiminde “faydalı bilgilerin” artması ve yayılmasının anahtar rol oynayabileceği inancıdır. [11] Bu inanç kendi içinde iki tane temel düşünce barındırır: 1. Bilgiyi pragmatik bir gözden idrak etmek, bilgiyi insan ırkının maddi olarak daha iyi bir yere gelmesi için kullanılabilecek bir merdiven, bir araç olarak değerlendirmek ve bilgiyi insanlığın dünyevi çıkarlarının hizmetine sunulması gerektiği. 2. İnsanlığın gelişimi için faydalı bilginin gerek niteliksel anlamda iyileşmesi, gerek niceliksel manada artması, çoğalması gerektiği ve bu çoğalma ve iyileşme kadar onun yaygınlaşması ve geniş kitlelerce kolayca ulaşılabilir olmasının şart olması.

Bu iki alt-düşünceyi üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. İlk alt-düşünceyi Mokyr kusursuzca açıklar: “18. Yüzyıl filozofları giderek artan bir biçimde, Tanrı’nın bilgeliğini veya en yaratıcı insan özelliği olan merak duygusunu açıklamak gibi dini bir noktayı kanıtlamak yerine, 18. yüzyıldaki doğa bilgisinin temel amacının insanlığın maddi koşullarını iyileştirmek olduğu fikrinin etkisi altına girdiler..”[12] Yani, Aydınlanma Düşüncesi, “bilgi” olgusunu uhrevi veya kendi başına bir amaç olarak ele almamış, insanın gelişimi için araçsallaştırmış ve “Bilgiyi daima eylemle yakın ilişki içerisinde”[13] ele almıştır. Bu anlayışı en iyi şekilde Francis Bacon’da görmekteyiz.[14] Bacon çok ünlü satırlarında şöyle yazmaktaydı: “İnsanın egemenliği bilgide gizlidir, kralların ve hazinelerinin satın alamayacağı pek çok şey orada saklıdır… şimdi doğayı düşüncede yönetiyoruz ama zorunlulukta ona esir düşüyoruz, oysa buluşta onun tarafından yönlendirilmek istiyorsak, eylemde ona hükmetmeliyiz.”[15] Adorno ve Horkheimer, Bacon hakkında şöyle yazar: “Bacon’a göre bilginin hala “muhafaza ettiği pek çok şey” aslında yalnızca birer araçtır: Bu durumda (bilgi) radyo daha incelikle tasarlanmış bir matbaa, bombardıman uçağı, sahra topunun daha etkili bir biçimi, radar, daha güvenilir bir pusuladır. İnsanların doğadan öğrenmek istediği şey doğaya ve insanlara tümüyle egemen olmak üzere doğayı kullanabilmektir.”[16] Hülasa, Bacon’a göre “Bilginin temel amacı, insanın duygusunu tatmin etmek veya tanrının bilgeliğini göstermek gibi metafizik bir noktayı göstermekten ziyade, insanlığın (yaşama) koşullarını iyileştirmekti.”[17] Bacon’un düşünceleri mercek altındaki döneme ölçülemeyecek kadar büyük derin etkiler bırakması ve söz konusu dönemin; Locke, Newton, Diderot, Benjamin Franklin, Montesquie, Adam Smith, Rousseau gibi çoğu düşünürünü derinden etkilemesi[18] bir yana, bu düşünceler bir zihniyet ve kültür yaratmıştı.[19]

İkinci alt-düşünceyse ilk alt-düşüncenin tanımladığı ve tasavvur ettiği faydalı bilginin geliştirilmesi ve daha da önemlisi yayılmasını istemek anlamına gelmekteydi. Aydınlanma Düşüncesi, aklın ürünü olan bilgilerin kamusal alanın kullanımına sunulmasına epey önem vermişti. Habermas bu tavrı, “(…) aydınlanma açısından kendi kendine düşünmek ile sesli düşünmek ve aklın kullanımı ile onun kamusal kullanımı örtüşür (…)”[20] şeklinde özetler. Yani, bilgi zaman ve mekân içinde yayılması ve böylece de toplumlar tarafından kolayca ulaşılabilir bir statü kazanması son derece mühimdi. Bu anlayışça ifade edilmek istenilen şey şuydu: Faydalı bilgi son kertede insanın zihninde bulunur ve toplumsal açıdan fayda getirebilmesi ve verimli olabilmesi içinse bilginin insanlar arasında genişçe yayılması ve paylaşılması gerekir.[21] Bu anlayışın bir sonucu olarak bilginin belli bir azınlığın ayrıcalıklarının sembolü olmaması, tam tersine kamusal ve ortak bir mal olarak idrak edilmesi gerektiği vurgusu oluştu. Bu devrimsel bir yenilikti zira geçmişte, özellikle de Orta çağ döneminde bilgi olgusu bir imtiyaz aracı olarak değerlendirilmiş, olabildiğince belli bir seçkin sınıfa sınırlı bırakılmaya çalışılmış ve bilim de katı bir toplumsal hiyerarşik anlayış barındırmıştı[22] Hülasa, bilgiye erişimin maliyetinin en azami düzeye düşürülmesi ve böylece de isteyen herkesin kolayca bilgiye erişmeye muktedir olması, Aydınlanma’nın çok önemli bir prensibiydi. Bilginin kamusal ve ortak bir nesne olarak tasavvur edilmesi ve bu yüzden de herkesin ona erişim hakkının olduğu aynı zamanda da Aydınlanma’nın egaliteryan felsefesinin bir yansımasıydı. Bu anlayışın bir sonucu olarak, “açık bilim” denilen olgu doğdu. Mokyr bu konuda şöyle yazar: “(…) bilgi giderek daha fazla mülkiyet dışı hale geldi ve bilimsel ilerlemeler ve keşifler halkla serbestçe paylaşıldı. Böylece bilimsel bilgi, ortaçağ Avrupası’ndaki gelenekte olduğu gibi gizli, ayrıcalıklı bir azınlığa hapsedilmek yerine özgürce iletilen bir kamu malı haline geldi.”[23] Dönemin tanığı olan William Goldwin’in 1789’daki şu sözleri her şeyi özetlemektedir: “Bilimin tekeli(yani bilimin tekel altında tutulması) önemli ölçüde sona ermiştir.”[24] Todorov da bu bağlamda, Aydınlanma sayesinde bilginin çok geniş bir özerklik alanı kazandığına dikkat çeker.[25] Şurada da durmakta fayda vardır ki Aydınlanma Düşüncesi’nin “Açık Bilim” fikri Avrupa’daki devletlerarası yoğun rekabetten yararlı bir biçimde etkilenmiş ve hatta “Açık Bilim”in doğuşu bir açıdan da devletlerarası artan rekabetin bir sonucu olmuştur, çünkü yöneticiler arasındaki artan rekabet bilim adamlarına daha büyük bir hareket alan ve özerklik tanımıştır.[26]

Bu dönemde bilgiye erişimin kolaylaşması birçok yolla gerçekleşmiştir. Örneğin, herkese açık bilim ve felsefe toplulukları, mason cemiyetleri, kahveler, salonlar, artan popüler bilim kitapları, herkesin satın alabileceği ansiklopediler [27] … [28] Açık ve serbest bilimin bünyesinde hayata geçiren sivil toplum kuruluşlarının üstünde durmakta bilhassa fayda vardır, zira bunlar sadece bilginin yayılmasını sağlamıyordu, işin başka bir boyutu daha vardı. Habermas şöyle yazar: “Aydınlanma cemiyetleri, eğitim birlikleri, gizli mason örgütleri ve aydınlatmacı tarikatlar, üyelerinin serbest yani özel kararlarıyla kurulan, gönüllü katılımcılardan oluşan ve kendi içlerinde eşitlikçi ilişki biçimleri, tartışma özgürlüğü ve karar almada çoğunluk ilkesi uygulayan topluluklardı. Elbette burjuvalarca henüz dışlayıcı biçimde oluşturulan bu sosyetelerde, geleceğin toplumunun siyasal eşitlik ölçüleri tecrübe edilebiliyordu.”[29] Diğer bir deyişle, bu tür aydınlanmacı topluluklar çeşitli demokratik ve eşitlikçi mekanizmaları bünyesinde barındırmaktaydı ve bu yüzden de bireylerin demokratik bir muhtevaya sahip kamusal ortamlara alışmalarına epey önemli katkılar sağlamışlardı.[30]

Aydınlanma düşüncesi, yukarıda analiz edildiği gibi, insanlığın gelişiminde “faydalı bilgilerin” artması ve yayılmasının anahtar rol oynayabileceği inancına dayanmaktaydı. Bu inançsa birbirlerini tamamlayan iki tane alt-düşünceden meydana geliyordu: 1. Bilginin insanlığın maddi gelişimi için bir araç olması. 2. Bu bahsi geçen türden bilginin yayılmasının gerekliliği. Şüphesiz ki Aydınlanma Avrupa’sında bu inancın önünde büyük engeller bulunmaktaydı. Teknoloji ve ulaşım sorunları bir yana, söz konusu dönemin İmparatorluklar, şehir devletleri ve erken Modern Devletler arasında parçalanmış Avrupa’sına ölçeği ve sıklığı gittikçe artan savaşlar damga vurmakta ve bunlar yüzünden de bilgiye erişimin maliyeti epey yükselmekteydi.[31] Ayrıca Ortaçağ döneminde bilim ve bilginin tartışılabileceği ve yayılabileceği “özel alandan ayrışmış, kendi başına bir alan olarak kamudan”[32] bahsetmek olanaksızdı. Nitekim Aydınlanma bilgiye erişim maliyetinin yüksek olduğu bir dönemde, bu yüksek erişim maliyetine bir tepki olarak doğuyordu.

Edebiyat Cumhuriyeti esasında Aydınlanma’nın yararlı bilginin yaratılması ve geniş kesimlere yayılmasının önündeki engellerin kaldırılması gerektiği yönündeki inancının bir tezahür biçimiydi. Edebiyat Cumhuriyet’i basitçe Aydınlanma Avrupa’sında doğmakta olan yeni kültürel kamusal alanın bir tarifidir[33] ve bu yüzden de Aydınlanma ile Edebiyat Cumhuriyeti birbirinden ayrılamayacak kadar yakından bağlıydı.[34] Edebiyat Cumhuriyeti, bilginin olabildiğince geniş yayılması ve paylaşılması gereken kamusal bir mal olduğu anlayışına dayanan, uluslararası düzeyde bağlantılı akademisyenler ve entelektüellerden oluşan bir “görünmez enstitü”ydü.[35] Edebiyat Cumhuriyeti, Erken Modern Avrupa’sında aydınların ve bilim adamlarının birbirleriyle genellikle mektup yoluyla iletişim kurdukları bir topluluk olmakla beraber aynı zamanda da yeni oluşmakta olan modern modern kültürel kamusallığının doğuşuydu. Sadece akademisyen ve bilim adamlarından da oluşmuyordu, içinde avukatlar, doktorlar, müzisyenler ve çoğu meslek erbabından kişiler vardı. Bu aydınlar sık sık birbirleriyle mektup yoluyla yazışarak, tüm Avrupa’yı kapsayan esnek bir uluslararası ağlar topluluğu ve bir çeşit uluslararası forum meydana getirmişti. İnsanlar, bilimsel bulgular ve diğer felsefi meseleler hakkında Avrupa’nın diğer aydınlarına mektuplar yazarak ağın parçası olabiliyordu. [36] Anlaşılacağı üzere, Edebiyat Cumhuriyeti resmi bir kurum veya dernek değildi, bir tür sanal topluluktu. Dönemin Çağdaşları açıkça böyle bir kurumun olduğunu farkındaydı, zira bu enformel kurum parçası olan aydınlara belli normlar dayatıyordu. Bununla beraber topluluğun herhangi bir başı veya liderlik pozisyonu bulunmuyordu. [37] Örneğin 1747’de anonim bir yazar, Edebiyat Cumhuriyeti’nin işleyişini anarşikliğinden yakınıyor ve durumu düzeltmek için Edebiyat Cumhuriyeti için genel bir büro öneriyordu.[38] Edebiyat Cumhuriyeti’nin bu başsız ve ademi merkezi yapısının sebep olduğu üyeler arasındaki zayıf sosyal bağlar, ilerleyen kısımlarda da bahsedileceği üzere, başarısında temel bir oynayacaktı.

Avrupalı Aydınlar için Edebiyat Cumhuriyeti bir topluluk olduğu kadar, bir kültürel kimlikti de. Çoğu zaman, aydınlar kendi kimliklerini “Edebiyat Cumhuriyeti” bağlamında tanımlamaktaydı. [39] Edebiyat Cumhuriyeti’nin mensupları kendilerini Avrupa’da Aydınlanma’nın dinamosu olarak telakki ediyor ve doğal olarak da bundan gurur duyarcasına kendi kimliklerini de bu bağlamda tanımlıyorlardı. Edebiyat Cumhuriyeti kavramı, şuanlık tespit edilebildiği kadar, ilk kez 1417 yılında Venedikli Hümanist Francesco Barbaro’nun mektubunda kullanılmıştır. [40] Edebiyat Cumhuriyeti’nin en ünlü vatandaşlarından birisi olan Voltaire, Edebiyat Cumhuriyeti’nin kuruluşunu şöyle kaleme almaktaydı: “Filozoflar arasında bu dönemden daha evrensel bir iletişim hiç olmamıştı. En inatçı savaşların ve çok sayıda farklı dinin ortasında, Avrupa’da bilinçsizce bir Edebiyat Cumhuriyeti kuruldu; sanatlar ve bilimler, hepsi böylece birbirlerinden karşılıklı yardım aldılar ve akademiler bu cumhuriyetin oluşmasına yardımcı oldu. (…) Her mezhepten ve her bir bölgeye yayılmış gerçek bilginler, bu topluluğun (yani Edebiyat Cumhuriyeti’nin) bağlarını güçlendirdiler.”[41]

Her ne kadar ilk kez 15. Yüzyılın başlarında adından bahsedilse de, Edebiyat Cumhuriyeti, büyük bir entelektüel kurum ve topluluk olarak ilk olarak Erasmus’un döneminde ortaya çıkmış ve 1680-1720 yılları arasındaysa zirvesine ulaşmıştı.[42] Edebiyat Cumhuriyeti ilk başta Güney Avrupa ve İtalya’nın şehir devletleri civarında yoğunlaşmıştı. Hatta öyle ki Dellaloğlu, Floransa ve Venedik Cumhuriyetlerinin Edebiyat Cumhuriyeti’ne dönüştüğünü ifade eder.[43] İlerleyen dönemlerdeyse, Edebiyat Cumhuriyeti’nin ağırlık merkezi daha kuzey’e kaymıştır.[44] Bununla beraber Edebiyat Cumhuriyeti, Balkan Osmanlısı’na kadar tüm Avrupa’ya genişçe yayılmıştı. Dönemin Osmanlı tebaasının bir parçası olan Yunan felsefeci Theophilos Corydalleus veya çağının en önde gelen matematikçilerinden olan Polonyalı Jan Brozek gibi Avrupa’nın Doğu’sunda yaşayan çoğu insan Edebiyat Cumhuriyeti’nin yurttaşları olmuştu.

Peki Edebiyat Cumhuriyeti’nin kaç mensubu vardı? Edebiyat Cumhuriyeti, üyeliğin kayıt altına alındığı resmi bir sivil toplum kuruluşu olmadığı için mensuplarının kaç kişi olduğunu kestirmek çok zordur. Ama yine de bir tahmine göre, Fransız Devrimi sırasında Cumhuriyet’in 30 bin civarında mensubu vardı.[45] Mektuplaşma üyeleri birbirine bağlayan ana iletişim ağıydı ve bu ağ toplamda milyonlarca mektup meydana getirmiştir. Sadece Leibniz, şu ana kadar tespit edilebildiği kadar, 20 bin mektup kaleme almıştır. Erasmus ise 700’den fazla kişiyle mektuplaşmış ve 3200 civarında mektup yazmıştır.[46] Edebiyat Cumhuriyeti’nden bugüne tahminen 1 ya da 2 milyon mektup gelebilmiştir, ama maalesef bunlar da Avrupa’nın dört bir yanındaki arşivler ve kütüphanelere tasnifsiz olarak dağılmış durumdadırlar.[47]

Başlangıçta Edebiyat Cumhuriyeti’nin iletişim dili Latinceydi, hatta Erasmus Edebiyat Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmak için iyi düzeyde Latin kültürü bilmek gerektiğine de dikkat çekmişti. [48] Fakat ilerleyen dönemlerinde Latincenin yerini Fransızca aldı. İfade edildiği gibi Edebiyat Cumhuriyeti’nin mensuplarının temel haberleşme amacı mektuplaşmaydı. [49] Üyeler, bilimsel buluşlarını, felsefi görüşlerini, yaptıkları deneylerin sonucunu, icat ettikleri nesneleri ve daha nicesini mektuplarında anlatıyor ve bu mektupları Avrupa’nın dört bir yanına dağılmış Edebiyat Cumhuriyeti’nin diğer vatandaşlarına yolluyordu. Aslında yazışmaların içeriği son derece çeşitliydi, kimi zaman uzun ve hacimli bilimsel raporlar, kimi zamansa nispeten şahsi sayılabilecek kısa notlar vardı.[50] Yurttaşlar arasındaki sürekli mektuplaşmalardan oluşan sosyal ağ Edebiyat Cumhuriyeti’nin iskeletini oluşturmaktaydı. Fakat mektuplaşma iletişim ağının sürdürülmesi için tek yol da değildi. Özellikle 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimsel toplumlar, kulüpler ve salonlar bu ağın sürdürülmesinde önemli roller oynamaya başladılar.[51]

Edebiyat Cumhuriyeti, Aydınlanma kültürü ve tasavvurunun somutlaşmış haliydi. Withers bu konuyu şöyle yazmaktaydı: “Aydınlanma, genel kavramlarla kozmopolit bir Edebiyat Cumhuriyetiydi.”[52] Bacon’un felsefesinden derinden etkilenmiş Edebiyat Cumhuriyeti vatandaşlarının amacı bilgi üretimi ve paylaşımıyla insanlığa hizmet etmekti.[53] Aydınlanma’nın açık bilim olgusu Edebiyat Cumhuriyeti’nin şahsında ifadesini bulmuştu. Özellikle geç ortaçağ’ın skolastik ve feodal zihniyetine karşı Edebiyat Cumhuriyet yeni ve devrimsel bir bilim anlayış inşa etmekteydi. Bu anlayış sadece bilimsel bilginin kamunun hizmetine sunulmasını teşvik etmiyor, aynı zamanda saygılı ve akademik bir tartışma kültürünün tohumlarını atıyordu. Dönemin önde gelen felsefecisi ve Edebiyat Cumhuriyetinin vatandaşı Pierre Bayle bu hususu metaforik bir üslupla şöyle anlatmaktaydı: “(Edebiyat Cumhuriyeti’nde) tanınan tek egemenlik hakikat ve akıl egemenliğidir; onların himayesinde, savaş masumca herkese açılabilir (…) Herkes hem egemendir ve hem de hukuken herkese karşı sorumludur. Toplumun yasaları, hata ve cehaletle ilgili olarak doğa durumunun bağımsızlığını zedelememiştir; bu konuda her birey silahlanma hakkına sahiptir ve bu hakkı, yöneticilerden izin almadan kullanabilir… Bir kitaba yöneltilen eleştiriler yalnızca yazarının bu ya da şu ölçüde bir kavrayışa (aydınlanmaya) sahip olmadığını göstermekle sınırlıdır; ancak bu bilgi eksikliğiyle bile yazar, bu toplumun tüm hak ve ayrıcalıklarından faydalanabilir ve onur sahibi ve iyi bir vatandaş olarak ünü en küçük bir zarar görmeden devam edebilir; bir eleştirmen, bir kitaptaki hataları kamuoyuna açıklarken, Devlet’in İhtişamına (yani Edebiyat Cumhuriyeti’ne) etki eden hiçbir şeyi kendisine mal etmemektedir.”[54]

Hemen not edilmeli ki burada “savaş” ve “silah” kavramları, tartışma ve eleştirinin metaforlarıdır. Özetle Bayle Edebiyat Cumhuriyeti içerisindeki tartışma kültürünün mahiyettine dikkat çekmekteydi. Cumhuriyet içerisindeki tartışma kültürü Aydınlanma’nın her şeyi yargılayıcı, sorgulayıcı ve şüpheci tavrından kaynaklandığı kadar [55], ilerleyen kısımlarda da analiz edileceği üzere, Edebiyat Cumhuriyeti’nin “zayıf sosyal ağ” niteliğinden de kaynaklanmaktaydı. Şöyle ki yazarlar birbirleriyle yüzyüze tanışıklıkları olmadığı için okudukları mektupları daha irdeleyici ve eleştirel ele alma eğilimindelerdi. Elbette ki bu minvalde bir tartışma kültürünün oturması sancılı olmuştu, zira bazen mektuplardan sürdürülen tartışmalarda hakaret etmek ile eleştiri yapmak arasındaki sınır muğlaklaşmış ve bunun için de topluluk belli bir tartışma normları oluşturmak amacıyla söz konusu iki eylemin sınırlarını keskince belirlemeye eğilmiştir.[56]

Mokyr, Edebiyat Cumhuriyeti’nin normlarını şöyle özetler: “Edebiyat Cumhuriyeti’ni yöneten temel normlar; giriş özgürlüğü, itiraz edilebilirlik, yani her türlü bilgi biçimine itiraz etme hakkı, uluslararasılık ve yeni bilgiyi kamusal alana yerleştirme taahhüdüydü. Bu son kural, şimdi açık bilim dediğimiz şeyin anahtarıdır ve Edebiyat Cumhuriyeti’nin etik temeliydi. Bilginin özgürce değişimi ve açık dolaşımı, “Cumhuriyet”in zımni kurallarıydı.(…) İlahiyat, filoloji, astronomi, tıp ve doğa felsefesindeki çoğu konuda, Cumhuriyet üyeleri büyük ölçüde farklı görüşlere sahip olabilirdi. Ancak, bu tür anlaşmazlıkların nasıl yürütüleceği ve nasıl çözülebileceği konusunda genel olarak hemfikirdiler.”[57] Mokyr’in özeti epey açıklayıcı olmasına rağmen çok önemli bir norm atlanmıştır: eşitlikçilik/ egaliteryanizm. Bu normların teker teker üzerlerinde durmakta büyük fayda vardır.

Edebiyat Cumhuriyeti, en azından teoride, olabildiğince kapsayıcı olmaya çalışan bir topluluktu. 1699’da Vigneul-Marviel şöyle yazmaktaydı: “(Edebiyat Cumhuriyeti) dünyayı kucaklıyor ve bütün milletlerden, bütün sosyal sınıflardan [durumlardan], bütün yaşlardan ve her iki cinsiyetten oluşuyor.”[58] Edebiyat Cumhuriyeti sadece aydınların ve bilimadamlarının kendi bulgularını paylaştığı ve bir nevi akademik diyalektikler yürüttüğü bir topluluk değildi; zira bilim Adamları ve filozoflardan çok daha geniş bir meslek erbabını kapsaması bir yana, aynı zamanda da bir eğitim misyonuna da sahipti. Bu eğitim misyonuysa sıradan insanlara kamunun önünde aklını kullanmayı ve tartışmayı öğretmekti. Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelenlerinden birisi olan Erasmus, Edebiyat Cumhuriyeti’ne katılımın şartlarını şöyle ifade etmişti: “(katılmak isteyenlerin her biri) iyi mektupları iyi değerlerle birleştirmeli, yunanca ve latin kültürlerinde bilgili olmalı, nazik ve zeki bir sohbetçi olmalı(…) (ve her şeyden önce) ortak iyilik anlayışına yönelik son derece gelişmiş ve gayretli bir vatandaşlık duygusuna sahip olmalı.”[59] İfade edilmeli ki, Erasmus’un döneminde yunan ve latin kültürüne aşinalık entellektüelliğin bir ön şartı olarak telakki ediliyordu, ama bu anlayış ilerleyen yıllarda yavaş yavaş silindi. Pratikte de zaten Edebiyat Cumhuriyeti’ne herhangi bir resmi giriş şartı bulunmuyordu. Genellikle öğrenme ve bilim tutkusu, insancıllık ve alçak gönüllük gibi özellikler ile belli bir düzeyin üstünde bilgi birikimine sahip olduğunu yazdıkları mektuplarda belli eden kişiler topluluğa kabul ediliyordu.[60] Goodman Edebiyat Cumhuriyeti’ne kabul koşullar hakkında şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti bölgesel olarak tanımlanmadığı için, belki de tarihte rızaya dayanan vatandaşlığın bulunduğu tek cumhuriyetti. Edebiyat Cumhuriyeti’nde doğmak veya oraya taşınmak da mümkün değildi. Vatandaş olmak, (Edebiyat Cumhuriyeti’nin) değerlerini onaylamak, uygulamalarına katılmak ve bu değerlerin ve uygulamaların gerçekleştirilebileceği kibar tartışma kurallarına rıza göstermekle olurdu.”[61]

Edebiyat Cumhuriyeti, eleştirel tartışmalar yürüten bir kamu tahayyül etmekte ve Cumhuriyet’in vatandaşları da kendilerini bu yeni kamunun bir temsilcisi olarak görmekteydi. Özellikle 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Edebiyat Cumhuriyeti’nden etkilenen sosyal salonlar ve kahvelerin faaliyete geçmesiyle, Cumhuriyet tam anlamıyla kamuoyunu belirlemeye ve vatandaşları da toplumsal tartışmaların merkezine oturmaya başladı.[62] Durum böyle olunca Edebiyat Cumhuriyeti daha da geniş kitleleri kapsamaya ve hatta sıradan insanları tartışmalara dahil ederek onları da kendi vatandaşı yapmaya çalıştı.[63] Bununla beraber tabi ki de bu kapsayıcılığı da abartmamak gerekir zira her ne kadar kapsayıcılık temel bir değer olarak vurgulansa da o dönemde bahsedilen minvalde entelektüel ve bilimsel tartışmaları takip eden ve bunların parçası olmak isteyen kişiler nüfusun sadece küçük bir bölümünü teşkil etmekteydi. Mokyr şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti vatandaşları neredeyse tamamı, tanım gereği oldukça eğitimliydi ve birkaç istisna dışında hem Latince hem de kendi dillerinde okuryazardı. Üyelerin büyük bir kısmı tıp ve hukuk alanında eğitim almış ve bu alanda çalışan kişilerden oluşuyordu, ancak elbette birçoğunun geniş bir bilgi ve ilgi alanı yelpazesi vardı.”[64] Hülasa kapsayıcılık ve açıklığın dönemin şartları dolayısıyla önemli ölçüde teoride kaldığına işaret etmekte fayda vardır. Ama teoride bile bu değerlerin sahiplenilmesi yine de devrimsel bir adımdı.

İtiraz edilebilirlik, Edebiyat Cumhuriyeti’nin en temel değerlerinden birisiydi zira Edebiyat Cumhuriyeti anti-dogmatizme ve en azından teoride olsa da her düşünceye itiraz edilebilme hürriyetine inanan bir topluluktu. Özellikle önceki kuşaklardaki eski bilim adamları ve filozofların düşüncelerinin dokunulmaz olamayacağı, hatta tam tersine onların yanlışlarının da hiç çekinilmeden eleştirilmesi gerektiği inancı mevcuttu. Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelen bir vatandaşı Jean Le Clerc bu inancı şöyle özetler: “Bir şey kendi başına kötüyse, eskilerin örneği onu daha iyi yapmaz. Hiçbir şey bizi onları geliştirmekten alıkoymamalıdır. Edebiyat Cumhuriyeti sonunda aklın ve aydınlığın diyarı haline geldi, otorite ve kör inanç diyarı değil(…)”[65] Keza Mokyr da bu olguyu şöyle özetler: “Fizik, astronomi, tıp ve diğer alanlardaki eski otoriteler hâlâ saygıyla karşılanıyor ve onlara sözde destek veriliyordu; ancak toplumun temel varsayımı, eskilerin söylediği her şeyin sorgulanmasının ve kanıtlar gerektiriyorsa bulgularını çürütmenin kabul edilebilir olduğuydu. Eski otoritelerin birçok konuda yanıldığı kabul ediliyordu.” [66] Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelen vatandaşlarından olan Bayle, Edebiyat Cumhuriyeti’ndeki geniş tartışma ortamını edebi, metaforik ve biraz da abartılı bir üslupla şöyle de betimlemekteydi: “Bu Cumhuriyet son derece özgür bir devlettir. Hakikat’ın imparatorluğu yalnızca burada tanınır ve onun koruması altında dostların arkadaşlarına, Babaların çocuklarına karşı tetikte olması gereken herkese karşı masum bir savaş yürütülür.”[67] Yeniden ifade etmekte fayda vardır ki burada kullanılan “savaş” ifadesi Edebiyat Cumhuriyeti içindeki hareketli tartışma ortamının hakkını vermek için kullanılan bir metaforudur. Bununla beraber pratikte birtakım kusurlar vardı. Örneğin, gelenekleri ve dini radikalce eleştiren insanlar topluluk tarafından bastırılmaya çalışılmış ve dışlanmıştı.[68] Buna rağmen yine de ifade edilmeli ki ifade ve eleştiri hürriyetinin daha bir ütopya olduğu Avrupa’da, Edebiyat Cumhuriyeti epey özgür bir tartışma ortamı sağlıyordu.

Edebiyat Cumhuriyeti belli bir ulusun veya ülkenin tekelinde değildi. Daha önce de ifade edildiği gibi etkisi Osmanlı Balkanlarına kadar uzanmakta ve kozmopolitliği en temel değerlerinden birisi olarak görmekteydi.[69] Mokyr bu hususta şöyle yazar: “Kurum gerçekten kozmopolit bir yapıya sahipti; sınırları veya dini pek umursamıyor, etnik köken veya dil gibi doğuştan sahip olunan özellikleri ise genellikle göz ardı ediyordu. Paris’ten uzak bölgeler de dahil olmak üzere Avrupa’nın büyük bir kısmına yayılmıştı.”[70] Edebiyat Cumhuriyeti’nin öncüllerinden olan Petrarca, “Edebiyat öğrenenler için yalnızlık bir vatandır, özgürlüktür, mutluluktur.”[71] diyerek açık evrensellik tasavvuru yansıtmaktaydı. Cumhuriyet’in kozmpolit yapısı, farklı ülkedeki vatandaşlarının sürekli yazışmalarıyla canlı tutulmaktaydı.[72] Örneğin, Voltaire’in Edebiyat Cumhuriyeti bağlamında mektuplaştığı kişilerin Avrupa’da bölgelere göre dağılımı aşağıdaki gibidir [73]:

Bu bağlamda Edebiyat Cumhuriyeti, Aydınlanma’nın muhtevasını teşkil eden evrenselci ve kozmopolit özü içselleştirmişti. Fakat buna karşın, unutulmamalı ki aydınlanmanın muhtevası sadece kozmopolit bir evrensellik tasavvurundan oluşmuyordu; Greenfeld’in de yazdığı gibi: “Millet fikri aydınlanmanın getirdikleri arasındaydı.” [74] Dolayısıyla, her ne kadar kozmopolit tarafı hâkim olsa da, Edebiyat Cumhuriyeti çeşitli şekillerde içinde milliyetçilik fikrilerini de barındıracaktı. Edebiyat Cumhuriyeti’nin öncüllerinden olan Erasmus şöyle yazmaktaydı: “Doğa, yalnızca belirli insanlara değil, hatta her millete bir tür ortak öz sevgi yerleştirmiştir ve onsuz neredeyse hiçbir şehir yoktur. Ve bu nedenle İngilizler, diğer şeylerin yanı sıra, özellikle güzellik, müzik ve şölenlerde meydan okurlar. (…) Parisliler, diğerlerini dışlayarak, kendilerine ilahiyatın tek bilgisini atfederler.”[75] Dizenin devamında, Erasmus, milletlerin kendilerine duydukları bu öz-sevgiyi olumlar. Fumaroli, Erasmus’un kullandığı “öz-sevgi” kavramının bugünün terminolojisiyle milliyetçiliğe tekabül ettiğini yazar, fakat bu yine de konuda ihtiyatlı olmak gerekir.[76] Aynı zamanda Cumhuriyet’in en ünlü mensuplarından birisi olan Voltaire’in Fransız ulusal kimliğine çok ciddi katkılarda bulunduğunu unutmamalıyız. Bu bağlamda ifade edilebilir ki Edebiyat Cumhuriyeti her ne kadar prensip olarak bir kozmopolit bir tavır sergilemeye çalışsa ve önemli ölçüde bu tavrı sergilese de; yine de, pratikte, kimi zaman bir töz olarak olsa da, milliyetçiliği de barındırmıştır.[77]

Yeni bilgiyi kamusal alana yerleştirme taahhüdüydüyse, topluluğun “en önemli işlevsel kuralıydı.”[78] Önceki kısımlarda da üzerinde durulduğu gibi, esasında bu prensip Aydınlanma felsefesi’nin en temel olgusuydu. Edebiyat Cumhuriyeti, aydınların, bilim adamlarının veya filozofların, kuramlarını veya bulgularını paylaştığı ve bunlar üzerine tartışmalar yürüttüğü bir sosyal ağdı. Önceden de ifade edildiği gibi, topluluk Bacon’cu felsefeden derinden etkilenmiş ve bilginin ortak çalışmaya dayalı kamusal doğasını özümsenmişti. Mokyr bu hususu şöyle özetler: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin çoğu vatandaşının ortak paydası(…) bilginin büyümesi ve özgürce yayılması inancına olan bağlılıkları ve bu bilginin sonunda tüm insanlığın hizmetinde olabileceğine dair Baconcu inançlarıydı.”[79] Bu inançları, Edebiyat Cumhuriyeti’nin gelişkin ağları sayesinde Avrupa’nın her köşesine yayılacak ve Avrupa tarihinin ilk fikir pazarını meydana getirecekti. Bilgiyi kamusal alana yerleştirme taahhüdü, daha önce de bahsedildiği üzere, bilginin kamusal bir mal olarak anlaşılmaya başlanmasının bir sonucuydu. Bu anlayışa göre bilgi belli bir sınıfın imtiyazı içinde olmamalı ve tüm sınıflar için bilgiye erişim ortak bir hak olmalıydı. Bu hem açık bilimin temeli hem de Avrupa’da eşitlikçi bir toplum tahayyülünün habercisiydi. Zira bu tahayyüldeki kamusallığa göre, Aydınlanma görüşünce insanlığın kurtuluşu için en önemli olgu olarak görülen bilgiye, hangi sınıfta olursa olsun, her insanın erişimi temel bir haktı. Bilgi, bugün modern dünyada hala bir toplum için en kritik olgudur. Otoriteryen rejimler her şeyden önce bilgiyi kontrol ve manipüle etmeye eğilimlilerdir. Bu sebepten dolayı da bilginin kamusal bir mal olarak herkesin erişimine açık olması gerektiği inancı, Avrupa’da yeni bir siyaset anlayışının öncüsüydü.

Egaliteryanizm, yani eşitlikçilik Edebiyat Cumhuriyeti’ni bir “cumhuriyet” yapan olguların başında gelmekteydi. Edebiyat Cumhuriyeti, kendisini Avrupa’nın ilk egaliteryan topluluğu olarak tahayyül etmiş[80] ve kendi vatandaşları arasındaki eşitlik prensibi üzerine kurulmuştu.[81] Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelen yurttaşı olan Pierre Bayle, Edebiyat Cumhuriyeti’nde tartışılan yeni konuları ve bilgileri yayınlamak için çıkardığı Nouvelles de la Republique des Lettres(Edebiyat Cumhuriyeti’nden Haberler) isimli gazetesinde şöyle yazmaktaydı: Vatandaşlar, hepimiz eşitiz, çünkü hepimiz Apollo’nun çocuklarıyız.”[82] Edebiyat Cumhuriyeti o zamanın aristokratik dünyasındaki her türlü hiyerarşiyi reddetmekteydi. Goodman bu konuda şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin seçkin bir vatandaşı, Fransız monarşisinin en üst düzey tebaasına eşit, hatta daha iyi olmalıydı, Fransız toplumu ve Edebiyat Cumhuriyeti farklı toplumsal kategorilerle işliyordu.”[83] Aynı zamanda Cumhuriyet içerisinde dini farklılıklar da önemsenmiyor ve insanların dini görüşlerindeki farklılıklar saygıyla karşılanıyordu.

Edebiyat Cumhuriyeti içerisindeki eşitlikçilik prensibi Cumhuriyet’in “Karşılıklılık” (reciprocity) kuralınca da temellendirilmişti. Edebiyat Cumhuriyeti her şeyden öte iletişimdeki karşılıklılık kuralı sayesinde dinamizmini uzun süre sürdürebilmişti. Bu kurala göre Cumhuriyet’in bir üyesi, kendisine gelen mektuba cevap vermek zorundaydı. Herkes, kendilerine gelen mektuplara cevap vermeyi Cumhuriyet’in ahlaki bir yükümlülüğü sayıyordu. [84] Bu karşılıklılık prensibi herkesin herkes ile iletişim içerisinde olabilmesini mümkün kılmıştı, örneğin Cumhuriyet’in bir mensubu olan sıradan Polonyalı bir matbaacı, Voltaire ile yazışabilme ve sosyal meseleleri tartışabilme imkanına sahipti veya Balkanlar’daki bir doktorun Benjamin Franklin ile yazışma imkanı vardı, zira Cumhuriyet’in prensiplerine göre vatandaşlar birbirlerinin mektuplarına cevap vermeliydi. Bu karşılıklılık normu, Edebiyat Cumhuriyeti’nde tam anlamıyla bir egaliteryan topluluk ruhu yaratmıştı. Hülasa Goodman’ın da kaydettiği gibi. “Yazışmanın karşılıklılık prensibi, hem Cumhuriyet vatandaşları arasındaki ilişkileri yapılandıran eşitlik duygusunu yansıttı hem de bu duyguyu güçlendirdi. “[85] Bu egaliteryanizm tasavvuru aynı zamanda kendi içlerinde temellendirdikleri Cumhuriyet’in vatandaşlığı hissiyatını da somutlaştırmıştı. Örneğin, Cumhuriyet’in mensubu Antoine-Leonard Thomas’a göre entelektüelliğin özünde krala karşı kişisel sadakat değil, hakikate karşı bağımsız bir sadakat duygusu vardı ve bu hakikata sadakat duygusu da insanı Edebiyat Cumhuriyeti’nin yurttaşı yapmaktaydı. [86] Demek ki, hakikate duyulan sadakat, egaliteryanizmin somutlaştığı vatandaşlık kavramının temelini teşkil ediyordu. Hülasa, kişilerin servet ve ünvanlarının en azından doğrudan Edebiyat Cumhuriyet’indeki konumları üzerinde bir etkisi yoktu.[87] Edebiyat Cumhuriyeti’nde bireyler yazdıkları mektupların içeriğine ve bu mektupların içinde sundukları bilimsel bulgu ve teorilerin kapsamına göre değer görmekteydi.

Cumhuriyet’in egaliteryanizm tasavvuru sadece mektupların karşılıklılık ilkesine yansımamıştı, Cumhuriyet’ten etkilenerek faaliyete geçen bilim toplulukları, kahveler ve salonlarda da açıkça hissedilmekteydi. Edebiyat Cumhuriyeti’nin üzerine oturduğu sosyal ağ çoğunlukla mektuplaşmalarla oluşuyordu, ama 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Edebiyat Cumhuriyeti’ndeki tartışmalar özellikle Fransa’da oluşan yeni kamusal mekanların sosyal ağlarına da dayanmaya başladı. Bu kamusal alanlardan en önemlisi salonlardı, zira salonlar edebiyat cumhuriyetinin sosyal temelini oluşturuyordu.[88] Edebiyat Cumhuriyetindeki tartışma ortamından ilham alarak oluşturulan salonlar 18. Yüzyıl koşullarında devrimsel mahiyetteydi, çünkü salonların iç yönetimleri cumhuriyetçi bir anlayışa dayanmaktaydı. Salonlardaki tartışmaların belli saygı ve adap kurallar çevresinde yürütülmesi gerekmekteydi. Daha önceden bir kamusal tartışma kültürü mevcut olmadığından, insanlar kimi zaman eleştirmek ile hakaret etmek arasındaki farkı kaçırabiliyorlardı. Bu yüzden de salonlar kendi içlerindeki tartışmaları modere etmek ve düzeni sağlamak için bazı kurallar koymaya başladılar. Nitekim salonların devrimsel mahiyetti, sadece yeni bir kamusal tartışma kültürünü halkın çeşitli kesimlerine aşılamasından ibaret değildi; aynı zamanda salonlarda tartışmaların moderasyonu için koyulan kurallar cumhuriyetçi bir anlayışın tohumlarını atmaktaydı. Goodman bu olguya şöyle dikkat çeker: “Çağdaş mutlak monarşi teorilerine göre, kral, belirli bir toplumsal yapı içinde birliği ve düzeni sağlamakla görevliydi. Kral, farklı grupların çelişkili taleplerini üst bir pozisyondan otoriter bir şekilde uzlaştırarak düzeni sağlıyordu. Oysa salon sahibi de düzensiz bir toplumda düzen yarattı, fakat bunu Tanrı ve tarih tarafından onaylanmış bir kutsal otorite ile değil, John Locke’un tanımladığı gibi, yönetilenlerin rızasıyla, yani bir cumhuriyetçi bir şekilde gerçekleştirdi. Amerikan kolonileri 18. yüzyılda cumhuriyetçi yönetim için Locke’un teorisine başvurdular; Edebiyat Cumhuriyeti’nin vatandaşları ise bu uygulamayı (çok daha önce) Paris’teki salonlarda deneyimlediler. Daha sonra seçilecek olan devlet başkanı gibi ve Fransız kralının aksine, salon yöneticisi ne yasaların kaynağıydı ne de onların üstündeydi; ne yasama yetkisine sahipti ne de mutlak bir hükümdardı. Salon sahibi, toplumda düzeni, her bireyin rıza gösterdiği hukukun kuralını somutlaştırarak ve uygulayarak sağlıyordu.”[89] Ayriyeten, kadınlar da salonlardaki tartışmalara ve konuşmalara serbestçe katılabiliyor ve erkeklerle eşit muamele görüyorlardı.[90] Hatta öyle ki, birçok salonun yöneticisi de kadındı ve bu yönetici olan kadınların tartışmalarda moderatör olarak rol almaları, Edebiyat Cumhuriyeti yurttaşları tarafından kabul ediliyordu.[91] Dolayısıyla, Edebiyat Cumhuriyeti, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmasının kabul edildiği bir kamusal ortamın inşasının ilk adımlarından birisiydi. Kısacası, Edebiyat Cumhuriyeti çoğu açıdan eşitlikçi bir tasavvuru taşımakta ve bu anlayışı da Avrupa’nın dört bir yaymaktaydı.

Edebiyat Cumhuriyeti’nin dayandığı normlar ve felsefenin özetinden sonra, sıklıkla ihmal edilen bir konuya değinmek gerekir. Edebiyat Cumhuriyeti esasında bir yandan da Aydınlanma felsefesinin yarattığı bir sorunun pratik bir çözümüydü. Yazının önceki kısımlarında da ifade edildiği gibi, Aydınlanma fikrinin ana ilkelerinden birisi bilginin kamusal bir olgu olarak görülmesi ve dolaşımının da serbest olmasını savunmaktır. Bu fikir en iyi şekilde “açık bilim” olgusunda ifadesini bulur. Aynı zamanda Aydınlanma’nın Baconcu felsefesi bilginin artışı ve yayılışını insanlığın gelişiminin temeli olarak görüyor ve bunların teşvik edilmesi gerektiğini savunuyordu. Böylelikle bir gerilim meydana gelmekteydi: “Bilgi kamu malı olarak görülüp serbestçe dağıtılırsa, bu bilgiyi üretenler nasıl teşvik edilir ve ödüllendirilir?”[92] Aydınlanma’nın bilgi tasavvuru kendisiyle beraber bir teşvik sorunu doğurmaktaydı, eğer bilgi kamusal bir mal olarak görülürse, bu bilgiyi üretecek insanların nasıl teşvik edileceği sorusu çok önemliydi, çünkü bilginin üretilmesi ve çoğalmasının da insanlığın gelişiminde kilit bir oynayacağı düşünülmekteydi. Edebiyat Cumhuriyeti, söz konusu teşvik sorununa verilen bir cevap niteliği de taşımaktadır. Edebiyat Cumhuriyeti bir enformel itibar mekanizması üzerinden işlemekteydi. [93] Cumhuriyet’in yurttaşları kendi fikir ve bulgularını kamusal alana çeşitli sosyal ağlar aracılığıyla duyuruyor ve diğer yurttaşların bu fikir ve bulgular hakkındaki değerlendirmelerine göre değişen bir saygınlık ve şöhret elde ediyorlardı. Bir insanın cumhuriyet içerisindeki saygınlığı ve şöhreti, kendi yaptığı çalışmaların kalitesine göre değişkenlik göstermekteydi. Çalışmalarının kalitesi de doğal olarak onları okuyan Cumhuriyet’in diğer yurttaşlarının değerlendirmelerine bağlıydı. Örneğin, bir bilim adamı bir buluş yaparsa, kendi saygınlığı, diğer yurttaşların bu buluşa biçtiği değer kadar artıyordu. Bu o dönem için çok önemliydi, zira unutulmamalıdır ki Edebiyat Cumhuriyeti Avrupa’nın en önde gelen aydınlarını kapsıyordu. Farzı misal, Voltaire’in veya Newton’ın takdirini kazanan bir insan aşırı bir şöhret elde edebilir, üniversitelerde iyi işler bulabilir veya daha iyi araştırma fonları alabilirdi. Edebiyat Cumhuriyeti içerisinde bilginin üretimine teşvik parasal değildi, teşvik daha ziyade Avrupa etrafında şöhret ve nüfuzun artmasını ihtiva etmekteydi. Bir insan kendi yaptığı deneyin sonuçlarını kamusal alana koyarak kendi saygınlığını arttırmayı hedefliyordu. Doğal olarak artan bu saygınlık çoğu ihtimalde dolaylı olarak maddi kazançlar da getirmekteydi. Söz konusu dönemde modern ve tercih edilen bir patent sisteminin olmadığı da göz önünde tutulursa, Edebiyat Cumhuriyeti bilginin üretimi için gayet makul bir teşvik sağlıyor ve böylece de Açık Bilim’in getirdiği teşvik sorununa bir çözüm öneriyordu.[94] Ayriyeten bu husus, Edebiyat Cumhuriyeti’nin Avrupa tarihinin ilk büyük ölçekteki fikir pazarı olduğunu da ortaya koymaktadır

Edebiyat Cumhuriyeti’nin ünlü yurttaşlarından birisi olan Jean le Rond d’Ambert’ın ifadeleri, söz konusu saygınlık mekanizmasını ortaya koymaktadır: “Edebiyat Cumhuriyeti insanının itibarını ilerletmek için geniş bir mektup alışverişinden daha iyi bir şey yoktur… Hatta büyük Leibniz bile en sönük yazarlarla bile mektuplaşarak bunu(yani bu prensibi) uygulamıştır.”[95] Bu sayede çeşitli bilgilerin Avrupa’nın dört bir yanına yayılabilmesi ve bunların da çeşitli insanlar tarafından kullanılabilmesi için uygun bir ortam meydana gelmişti. Yayılan faydalı bilgiler sadece teknolojik veya bilimsel bilgiler de değildi, örneğin optimal Fabrika organizasyonu hakkındaki bilgilerin yayılması, erken 19. Yüzyılın Fransız tekstil endüstrisinde çok önemli bir rol oynayacaktı. [96] Her halükârda, bilginin bu kadar hızlı yayılabileceği bir altyapının inşası ekonomi için çok kritikti, zira bir ekonomideki üretkenlik artışı sadece icatların ve inovatif faaliyetlerin olmasından ziyade bu icat ve inovatif araçların yaygınlaşmasına ve erişilebilmesine bağlıdır.[97] Bu bağlamda Edebiyat Cumhuriyeti, Avrupa’da 18. Yüzyılda meydana gelecek olan devrimsel teknolojik değişimin kaynaklarından birisini oluşturmaktaydı.[98]

Son olarak bir noktaya daha değinmek şarttır. Doğal olarak birisi şöyle makul bir soru sorabilir: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin bilgi ağını oluşturan çoğu insanın hayatı boyunca birbirleriyle tanışmamış olmalarına rağmen niçin Edebiyat Cumhuriyeti’nde iletişim ve bilgi aktarımı bu kadar verimliydi?” Anlaşılacağı üzere Edebiyat Cumhuriyeti yurttaşlarının birbirleriyle kurdukları iletişim ağı zayıf bir ağdı ve gerçek hayattaki yüz-yüze tanışıklığa dayanmıyordu. Bu koşullara rağmen Cumhuriyet’in oluşturduğu ağın şaşırtıcı başarısını anlamak için Granovetter’in “Zayıf Bağların Gücü” (The Strength of Weak Ties) dediği olguyu göz önünde tutmalıyız.[99] Granovetter’in işaret ettiği gibi, yeni bilgiler zayıf bağların oluşturduğu ağlarda daha verimli bir şekilde yayılır. Çünkü birbirleriyle güçlü sosyal bağlara sahip olan insanların paylaşacakları bilgi, muhtemelen benzer kaynak ve gözlemlere dayanacakken, birbirleriyle zayıf sosyal bağları olan insanların bilgi ve gözlemlerin daha farklı kaynaklardan gelme olasılığı daha yüksektir. Ayriyeten, güçlü bağlara sahip insanların değiş tokuş edeceği bilgilerin birbirleriyle benzer olma olasılıkları da daha yüksektir. Sonuç olarak zayıf sosyal bağlara sahip insanlar, birbirleriyle farklı kaynaklardan bilgi edinme olasılıkları daha yüksek ve aynı zamanda da birbirlerinin sahip oldukları bilgiyi zaten bilme olasılıklarının daha düşük olduğundan bilginin yayılımı için daha verimli bir ortam sağlar. Bunun yanı sıra zayıf bağlarla birbirlerine bağlı insanlar birbirlerinden öğrenecekleri bilgileri sorgulamaya ve eleştiri süzgecinden geçirmeye daha meyilli olacağından, daha verimli bir tartışma ortamı doğmakta ve fikir ve bulgular daha iyi filtrelendikleri için daha verimli hale gelmekteydiler. Kısacası, Edebiyat Cumhuriyeti’nin zayıf bağlara sahip bir sosyal ağ olması, onun bir zaafı değil; tam tersine avantajıydı. [100]

Son kertede Edebiyat Cumhuriyeti Avrupa’da Aydınlanma’nın lokomotifi görevini üstlenmiş ve Mokyr’ın da ifade ettiği gibi Aydınlanma döneminde faydalı bilginin çok hızlı bir şekilde yayılmasının arkasındaki ana kurum olmuştu.[101 Fakat Edebiyat Cumhuriyeti’nin mirası bununla da sınırlı değildi. Edebiyat Cumhuriyeti’ni çalışan çoğu kişinin es geçtiği belli noktalar mevcut, Edebiyat Cumhuriyeti adlandırmasındaki “Cumhuriyet” sözcük seçimi, sadece güzel görünsün diye tercih edilmemişti. Bilakis fiilen Edebiyat Cumhuriyeti’nin eşitlikçi felsefesini yansıtmak için yapılmış bilinçli bir tercihti. Bu görünmez Cumhuriyet 1780 yılında bir yazarın şiirsel üslubuyla şöyle betimlenmekteydi:

“İnsanların kaderini belirleyen tüm hükümetlerin ve pek çoğu mutlakıyetçi olan devletlerin ortasında, insanların ve mülklerin üzerinde egemenliği bulunan hükümdarlar veya yargıçlar tarafından yönetilen bu devletlerin arasında, yalnızca akıl üzerinde egemenlik kuran bir tür imparatorluk vardır ki, buna Cumhuriyet adını veriyoruz; çünkü bu Cumhuriyet bağımsızlığını korur ve esas niteliğiyse hürriyettir. Bu, yetenek ve düşüncenin Cumhuriyetidir. Akademiler bu imparatorluğun mahkemeleridir; yetenekleriyle tanınan insanlar ise onun değerli kişileridir. Saygınlıkları onların unvanıdır; eğer isterseniz, doğanın kendilerine bahşettiği bu ayırıcı nitelikleri elde edemeyen bir tür yetim gibidirler. Liyakatleri sayesinde farklı bir tür oluştururlar ve yeryüzünün büyük güçleri kadar parlak bir üne sahip olurlar.”[102]

Edebiyat Cumhuriyeti, aristokratik imtiyazları reddetmesi, öncelediği ifade özgürlüğü ortamı ve koyu bir egaliteryan anlayışıyla Avrupa’da devrimler çağının şafağını temsil eder. Edebiyat Cumhuriyeti, Avrupa’da doğan modern cumhuriyetçi tahayyülün kaynaklarından birisi olduğu gibi aynı zamanda da bu tahayyülün muhtemelen ilk uygulayıcılarından birisiydi. Hatta, Fransa Cumhuriyeti’nin Kurucu Meclisi olan Ulusal Meclis’in önde gelen üyesi ve Fransız Devrimi’nin de liderlerinden birisi olan Henri Gregoire şöyle konuşmaktaydı: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin çabaları olmasaydı, Fransız Cumhuriyeti hala doğmamış olurdu.”[103] Bir o kadar da önemlidir ki, Edebiyat Cumhuriyeti modern cumhuriyetlerin temelini oluşturacak olan Aydınlanma’nın ahlakını temsil etmekle kalmıyor, bunu Avrupa’nın her bir köşesine de ithal ediyordu. Bu ahlakı Todorov şöyle özetler: “Aydınlanma’nın ahlakıysa öznel değil özneler-arasıdır: İyi ve kötüye dair ilkeler, potansiyel olarak tüm insanlığa ait olan bir konsensüsün konusudur ve bu konsensüs rasyonel argümanların alışverişiyle kurulur, dolayısıyla aynı zamanda evrensel nitelikte insani bir hususiyete dayanır. Aydınlanma ahlakı, insanın kendisi için duyduğu bencil aşktan değil insanlığa saygıdan kaynaklanır.” [104] Yani, Aydınlanma, özneler arası kamusallık tasavvurundan oluşan ahlakının Avrupa’nın dört bir yanına yayılmasını da Edebiyat Cumhuriyeti’nin her yere uzanan kollarına borçluydu. Sonuç olarak ifade edilmelidir ki Edebiyat Cumhuriyeti ve onun ideası anlaşılmadan ne Aydınlanma’yı ne de modern cumhuriyetçiliğin doğuşunu kavramak olanaksızdır.

Alp Buğdaycı, Ağustos 2024, İstanbul.

Dipnotlar:

[1] Bildiğim kadarıyla, “La Republique des Letter” veya “Republic of Letters”’ı Türkçeye çeviren ilk kişi olan Adnan Adıvar “Bilgi Cumhuriyeti” olarak çevirmiştir. Fakat Türkçe yazında kabul gören çeviri “Edebiyat Cumhuriyeti’dir. Bu çevirinin kısa bir tartışması için bak: Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, Timaş, 2020, s. 128.
[2] Dena Goodman, The Republic of Letters, Cornell University Press, 1996, s. 136.
[3] Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, The University of Chicago Press, 2007, s. 47.
[4] Immanuel Kant: Beantwortung der Frage: Was ist Aufklarung?, Berlinische Monatsschrift, 1784, s. 481-494.
[5] Aktaran: Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev: Tanıl Bora ve Mithat Sancar, İletişim, 2003, s. 206.
[6] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 207. Ayrıca Richard Rorty’e göre, Aydınlanma’nın iki vehçesi vardır: felsefi ve siyasal. Felsefi vehçesi din yerine rasyonal düşünceyi ve hümanizmi vurgular. (Necmettin Tozlu hümanizmi şöyle tanımlar: nitelikte ve öte dünya ile ilgili olanın değil, bu dünya ve insanla ilgili olanın yüceltildiği bir genel eğilimin uç noktasını teşkil eden ve insanı, kendi üzerinde sınırlayıcı hiçbir otoriteye ihtiyacı olmayan, kendine yeterli bir antik kategori olarak tanımlayıp, onu, hakikatin ve bütün değerlerin yegane ölçüsü ve kaynağı kabul ederek evrenin merkezine yerleştiren dünya görüşü.[Necmettin Tozlu, Eğitim Felsefesi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997, s. 332] ) Siyasal vehçe ise daha “iyi” bir siyasal düzeni hedefler. Fakat bu “iyi”lik doğal olarak muğlaktır. Bak: Rorty, Richard. 2001. “The Continuity between the Enlightenment and ‘Postmodernism’.” In Keith Michael Baker and Peter Hanns Reill, eds., What’s Left of the Enlightenment? Stanford, Calif.: Stanford University Press, pp. 19–36.
[7] Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, çev: Şebnem Sunar, Afa Yayıncılık, 1995, s. 196.
[8] Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, Dedalus, 2017, s. 16.
[9] Joel Mokyr, The Enlightened Economy, Penguin Books, 2011, s. 37. Ayriyeten Britanya’da bilim de Fransa’ya göre daha deneysel ve mekanikti. Bak: Joel Mokyr, The Lever of the Riches, Oxford University Press, 1992, s. 242.
[10] Todorov aydınlanmanın amacının dinleri reddetmek değil, bir hoşgörü ortamı sağlamaktır.(Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, çev: A. Nüvit Bingöl, bgst Yayınları, 2019, s. 11) Fakat ifade edilmeli ki Aydınlanma düşünürlerinin dine bakış açısı büyük değişiklikler gösterir. Mesela Rousseau’nun görüşü Voltaire’dan daha farklıdır.(Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, çev: Emre Arslan, Doruk Yayınları, 1999, s. 97-8.) zira Voltaire neredeyse her dine savaş açmıştı.(Servet Tanilli, Voltaire ve Aydınlanma, Cumhuriyet Kitapları, 2020, s. 209) Fakat her halükarda Karatani’nin de işaret ettiği gibi aydınlanma zihniyetini basitçe bir din eleştirisi olarak tanımlamak doğru değildir. (Kojin Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, çev: Ali Karatay, Metis, 2017, s. 296-7)
[11] Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2017, s. 34.
[12] Joel Mokyr, Long-term Economic Growth and the History of Technology, Handbook of Economic Growth, 1. Cilt, Elsevier, 2005, s. 1134.
[13] Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, 1999, s. 14.
[14] Bacon için bak: Joel Mokyr, A Culture of Growth, Princeton University Press, 2018, s. 70-98.
[15] Aktaran: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 71-2.
[16] Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev: Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayıncılık, 2014, s. 20.
[17] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 293.
[18] Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2011, s. 40-2; Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 90-7; Friedrick Copleston, Felsefe Tarihi, 7. Cilt bölüm 1; Aydınlanma, çev: Aziz Yardımlı, İdea, 2004, s. 100.
[19] Joel Mokyr bu hususa “Baconcu program” demektedir.
[20] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 2003, s. 204.
[21] Bacon da bu hususu ayriyeten vurgulamıştır. Bak: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 81.
[22] Bu konu için bak: William Eamon, Science and the Secrets of Nature, Princeton University Press, 1996; Paul A. David, The Historical Origins of ‘Open Science’: An Essay on Patronage, Reputation and Common Agency Contracting in the Scientific Revolution.” Capitalism and Society Vol. 3, No. 2, s. 1–103, 2008.
[23] Joel Mokyr, Long-term Economic Growth and the History of Technology, Handbook of Economic Growth, 1. Cilt, Elsevier, 2005, s. 1133.
[24] Aktaran: Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2011, s. 63.
[25] Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, 2019, s. 12.
[26] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 182-3.
[27] İfade edilmeli ki ansiklopediler tek başlarına önemli ölçüde ekonomik büyümeye sebep olmuşlardır. Bak: Lukas Rosenberger, Enlightenment, Industrial Revolution and the Knowledge Economy, Ludwig Maximillian Münih Üniversitesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2022, s. 117-164.
[28] Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 76-82.
[29] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 2003, s. 16.
[30] Nitekim Dahl şöyle yazar: “Vatandaşlık bilgisi; sadece resmi okul eğitimiyle değil, halkın katıldığı görüşmelerle, tartışmalarla, müzakerelerle, güvenilir bilginin ulaşılabilir olmasıyla ve özgür bir toplumun diğer kurumlarıyla sağlanır. (Robert A. Dahl, Demokrasi Üzerine, çev: Betül Kadıoğlu, Phoenix Yayın, 2021, s. 51-2.
[31] Bilgiye erişimin maliyetinin artması sadece bilginin yayılma hızını yavaşlatmaz, aynı zamanda bilginin üretimini de azaltır. Bak: Joel Mokyr, The Gifts of Athena, Princeton University Press, 2005, s. 8.
[32] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 2003, 64.
[33] Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, 2020, s. 128.
[34] L. W. B. Brockliss, Calvet’s Web Enlightenment and the Republic of Letters in Eighteenth- Century France, Oxford University Press, 2002, s. 5.
[35] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 186.
[36] Bu açıdan da bir çeşit sosyal medyaya benzerlik gösteriyordu: “İnsanlar, mektup yazma eylemiyle bu topluluğun bir parçası oldular: sürekli bir iletişim ağı kurmayan veya bunu reddeden bilim insanları, bu Cumhuriyetin vatandaşları olarak kabul edilmezdi. Bugünün sosyal medyasına benzer bir durumdu: eğer bağlı değilseniz, sosyal medyanın dışında ne kadar ‘sosyal’ bir kişi olursanız olun, onun parçası olamazsınız. Bilginler ilerleme aşamasındaki çalışmalar ve yayımlanmış kitaplar hakkında bilgi paylaşır, meslektaşlar hakkında dedikodular yapar, öğrencileri tavsiye eder, üniversitelerin, prenslerin ve kilisenin politikaları üzerinde düşünür ve aile meseleleri ile sağlık durumları hakkında bilgiler paylaşırlardı. Mektupların yanıtlanması gerekiyordu: karşılıklılık hayati bir ilkeydi(…)”( Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 270)
[37] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, çev: Lara Vergnaud, Yale University Press, 2018, s. 19
[38] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 90.
[39] Örneğin, Edebiyat Cumhuriyeti’nin mensuplarının yazdıkları mektuplarda bu görülebiliyordu. (bak: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 19.)
[40] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 69.
[41] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 23.
[42] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 4; Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 187.
[43] Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, 2020, s. 129.
[44] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 100. Hof, Paris’in Edebiyat Cumhuriyeti’nin “tartışmasız” olarak merkezi olduğunu yazar.( Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, 1995, s. 92.) Brockliss ise 18. Yüzyılın sonuna doğru Paris’in Edebiyat Cumhuriyeti içerisindeki başkent konumunun pekiştiğini kaydeder.( L. W. B. Brockliss, Calvet’s Web Enlightenment and the Republic of Letters in Eighteenth- Century France, 2002, s. 367)
[45] Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 283.
[46] Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 282.
[47] Neyse ki son yıllarda Edebiyat Cumhuriyeti’nden kalan yazışmaların tasniflenmesi, düzenlenmesi ve dijitalleşmesi için bazı önemli girişimler faaliyete geçti. Bak: https://culturesofknowledge.history.ox.ac.uk ; https://www.republicofletters.net
[48] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 21.
[49] 18. Yüzyılın ortasından sonra Edebiyat Cumhuriyeti bazı sivil toplum veya bilim kuruluşları sayesinde kurumsallaşmayı başlayınca, mektuplaşmanın ağırlığı biraz daha azaldı ama yine de hakim sosyal ağ olarak önemini korudu. (Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 96.)
[50] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 18. Ayrıca mektuplarda ele alınan konularda inanılmaz farklılıklar göstermekteydi. Mesela, Cumhuriyet’in bir vatandaşı olan Benjamin Franklin, ahlak felsefesinden meterolojiye kadar çoğu konuda yazışmalar yapıyordu. ( Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 278.)
[51] “Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’daki hemen hemen her büyük şehirde(ve hatta Amerikan kıtasındaki Philadelphia’da bile) Edebiyat Cumhuriyeti için kurumsal bir yapı vardı. (L. W. B. Brockliss, Calvet’s Web Enlightenment and the Republic of Letters in Eighteenth- Century France, 2002, s. 10.)
[52] Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 44.
[53] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 72; Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 33.

[54] Aktaran: Paul A. David, The Historical Origins of ‘Open Science’: An Essay on Patronage, Reputation and Common Agency Contracting in the Scientific Revolution.” Capitalism and Society Vol. 3, No. 2, s. 1–103, 2008, s. 46.
[55] Aydınlanma yazarlarına göre bireyin aklı bir yargıçtı. (Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, 1999, s. 36)
[56] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 96.
[57] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 189.
[58] Aktaran: Dena Goodman, The Republic of Letters, s. 16.
[59] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 21.
[60] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 8.
[61] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 105-6.
[62] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 46; Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 67.
[63] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 46; Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 149 ve 181-2.
[64] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 194.
[65] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 18.
[66] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 194.
[67] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 131.
[68] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 18.
[69] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 46; Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 23.
[70] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 188.
[71] Aktaran: Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, 2020, s. 130.
[72] Dena Goodman, The Republic of Letters, s. 20.
[73] Görsel doğrudan şuradan alınmıştır: Mark Koyama, Jared Rubin, How World Became Rich, Polity Press, 2022, Figür 8.8.
[74] Liah Greenfeld, Milliyetçilik Moderniteye Giden 5 Yol, Alfa Yayınları, 2017, s. 463.
[75] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 50.
[76] Her ne kadar milliyetçilik ve millet fikri modernitenin bir ürünü olsa da özcü çıkarımlar yapmaktan kaçınmak gerekir. Cemal Kafadar şöyle yazmaktaydı: “Şimdi kullandığımız şekliyle vatan fikrinin modern ideolojilere ve siyasetlere has olduğu doğru ve bunu bilmek özcü-köktenci dayatmalara karşı çok önemli, ama şunu unutmamak kaydıyla: Bir “yer”e aidiyet hissi, eski zamanlarda da dar ve sığ bir şey değil, o aidiyetle birlikte gelen savunmacı refleks de öyle, kaybın verdiği acı da öyle.(Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma, Metis, 2017, s. 29.)
[77] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 193.
[78] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 201.
[79] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 196-7.
[80] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 1-2.
[81] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 24.
[82] Aktaran: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 180.

[83] Dena Goodman, The Republic of Letters, s. 98.
[84] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 186.
[85] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 18.
[86] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 47.
[87] Tabiki dolaylı yollardan paranın etkisi olabilirdi. Zira ancak belli bir refah seviyesinin üzerinde yaşayan insanların kafasını entelektüel ve bilimsel işlere vermek için zamanı olacaktı.
[88] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 75 ve s. 99-100.
[89] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 105.
[90] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 83.
[91] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 91.
[92] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 183-4.
[93] Esasında bu mekanizma, bir açıdan, Avner Greif tarafından detaylıca ele alınmış olan Mağribi Tüccarları arasındaki saygınlık mekanizmasına da benzerlik göstermektedir. Bak: Greif, Avner. “Contract Enforceability and Economic Institutions in Early Trade: The Maghribi Traders’ Coalition.” The American Economic Review, vol. 83, no. 3, 1993, s. 525– 48; Avner Greif, Kurumlar ve Modern Ekonominin Gelişimi, çev: Hacer Atabaş, alBaraka Yayınları, 2022, s. 65-91.
[94] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 185-6.
[95] Aktaran: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 181-2.
[96] Juhasz, R; Squicciarini M. And Voigtlander P. (2024) Technology Adoption and Productivity Growth: Evidence from Industrialization in France, Forthcoming in the Journal of Political Economy.
[97] Buera, F. J. And Lucas R. E. (2018). Idea Flows and Economic Growth, Annual Review of Economics, 10, 305-320; Hall, B. (2004). Innovation and Diffusion. NBER Working Paper 10212.
[98] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 214.
[99] Granovetter, Mark S. “The Strength of Weak Ties.” American Journal of Sociology, vol. 78, no. 6, 1973, pp. 1360–80.
[100] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 191-2.
[101] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 189.
[102] Daston L. The Ideal and Reality of the Republic of Letters in the Enlightenment. Science in Context. 1991;4(2), s. 367-8.
[103] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 23.
[104] Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, 2019, s. 32.

 

 

  1. Bildiğim kadarıyla, “La Republique des Letter” veya “Republic of Letters”’ı Türkçeye çeviren ilk kişi olan Adnan Adıvar “Bilgi Cumhuriyeti” olarak çevirmiştir. Fakat Türkçe yazında kabul gören çeviri “Edebiyat Cumhuriyeti’dir. Bu çevirinin kısa bir tartışması için bak: Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, Timaş, 2020, s. 128.
  2. Dena Goodman, The Republic of Letters, Cornell University Press, 1996, s. 136.
  3. Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, The University of Chicago Press, 2007, s. 47.
  4. Immanuel Kant: Beantwortung der Frage: Was ist Aufklarung?, Berlinische Monatsschrift, 1784, s. 481-494.
  5. Aktaran: Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev: Tanıl Bora ve Mithat Sancar, İletişim, 2003, s. 206.
  6. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 207. Ayrıca Richard Rorty’e göre, Aydınlanma’nın iki vehçesi vardır: felsefi ve siyasal. Felsefi vehçesi din yerine rasyonal düşünceyi ve hümanizmi vurgular. (Necmettin Tozlu hümanizmi şöyle tanımlar: nitelikte ve öte dünya ile ilgili olanın değil, bu dünya ve insanla ilgili olanın yüceltildiği bir genel eğilimin uç noktasını teşkil eden ve insanı, kendi üzerinde sınırlayıcı hiçbir otoriteye ihtiyacı olmayan, kendine yeterli bir antik kategori olarak tanımlayıp, onu, hakikatin ve bütün değerlerin yegane ölçüsü ve kaynağı kabul ederek evrenin merkezine yerleştiren dünya görüşü.[Necmettin Tozlu, Eğitim Felsefesi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997, s. 332] ) Siyasal vehçe ise daha “iyi” bir siyasal düzeni hedefler. Fakat bu “iyi”lik doğal olarak muğlaktır. Bak: Rorty, Richard. 2001. “The Continuity between the Enlightenment and ‘Postmodernism’.” In Keith Michael Baker and Peter Hanns Reill, eds., What’s Left of the Enlightenment? Stanford, Calif.: Stanford University Press, pp. 19–36.
  7. Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, çev: Şebnem Sunar, Afa Yayıncılık, 1995, s. 196.
  8. Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, Dedalus, 2017, s. 16.
  9. Joel Mokyr, The Enlightened Economy, Penguin Books, 2011, s. 37. Ayriyeten Britanya’da bilim de Fransa’ya göre daha deneysel ve mekanikti. Bak: Joel Mokyr, The Lever of the Riches, Oxford University Press, 1992, s. 242.
  10. Todorov aydınlanmanın amacının dinleri reddetmek değil, bir hoşgörü ortamı sağlamaktır.(Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, çev: A. Nüvit Bingöl, bgst Yayınları, 2019, s. 11) Fakat ifade edilmeli ki Aydınlanma düşünürlerinin dine bakış açısı büyük değişiklikler gösterir. Mesela Rousseau’nun görüşü Voltaire’dan daha farklıdır.(Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, çev: Emre Arslan, Doruk Yayınları, 1999, s. 97-8.) zira Voltaire neredeyse her dine savaş açmıştı.(Servet Tanilli, Voltaire ve Aydınlanma, Cumhuriyet Kitapları, 2020, s. 209) Fakat her halükarda Karatani’nin de işaret ettiği gibi aydınlanma zihniyetini basitçe bir din eleştirisi olarak tanımlamak doğru değildir. (Kojin Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, çev: Ali Karatay, Metis, 2017, s. 296-7
  11. Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2017, s. 34.
  12. Joel Mokyr, Long-term Economic Growth and the History of Technology, Handbook of Economic Growth, 1. Cilt, Elsevier, 2005, s. 1134.
  13. Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, 1999, s. 14.
  14. Bacon için bak: Joel Mokyr, A Culture of Growth, Princeton University Press, 2018, s. 70-98.
  15. Aktaran: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 71-2.
  16. Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev: Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayıncılık, 2014, s. 20.
  17. Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 293.
  18. Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2011, s. 40-2; Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 90-7; Friedrick Copleston, Felsefe Tarihi, 7. Cilt bölüm 1; Aydınlanma, çev: Aziz Yardımlı, İdea, 2004, s. 100.
  19. Joel Mokyr bu hususa “Baconcu program” demektedir.
  20. Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 2003, s. 204.
  21. Bacon da bu hususu ayriyeten vurgulamıştır. Bak: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 81.
  22. Bu konu için bak: William Eamon, Science and the Secrets of Nature, Princeton University Press, 1996; Paul A. David, The Historical Origins of ‘Open Science’: An Essay on Patronage, Reputation and Common Agency Contracting in the Scientific Revolution.” Capitalism and Society Vol. 3, No. 2, s. 1–103, 2008.
  23. Joel Mokyr, Long-term Economic Growth and the History of Technology, Handbook of Economic Growth, 1. Cilt, Elsevier, 2005, s. 1133.
  24. Aktaran: Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2011, s. 63.
  25. Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, 2019, s. 12.
  26. Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 182-3.
Cumhuriyet’in İşçisi Olmak I: İktisadi Kalkınmanın Bedeli

“Kemalist Devletçilik Anlayışının Bir Analizi” başlıklı yazımda da gösterdiğim gibi erken cumhuriyet döneminde özel sermaye birikimini önceleyen iktisat tahayyülü[1] çok güçlü bir iktisadi büyüme trendi yakalamıştı. Hatta Türkiye, 1927-1939 arasında en hızlı sanayileşen üç ülkeden birisi olma sıfatına nail olmuştu.[2]

Fakat bu dönemi incelerken, bahsi geçen makalede de ifade ettiğim gibi, madalyonun diğer bir yüzünün olduğu da unutulmamalıdır. Fevkalade ekonomik büyümeye rağmen bu büyümenin tüm toplumsal sınıflara eşit dağıldığını ifade etmek çok zordur. İki bölümden oluşan bu yazı serisinde cumhuriyet iktisadını emekçi sınıflar açısından değerlendireceğim.

Esas itibariyle iktisadi eşitsizliğin, Piketty’nin özel teşebbüse dayalı kapitalist ekonomilerin eşitsizlik üretmeye mahkum olduğu[3] tezinden ziyade, siyasi bir mahiyete sahip olması ve devletin kurumsal yapısı ile politikalarının sonucunda ortaya çıktığını ifade etmek yanlış olmayacaktır.[4]

Bewley’nin emek ekonomisi alanında çığır açmış çalışmasında da gösterdiği gibi ücretler çoğu zaman işçinin üretkenliğiyle örtüşmeyebilir.[5] Bu yüzden de sosyal adaletsizliği ve ücretlerin seviyesini, salt olarak neoklasik iktisadın öne sürdüğü marjinal verimlilik kanunu, yani işçinin üretkenliğinin arz-talep mekanizması ile reaksiyonu açıklamasıyla izah edemeyiz.

Stiglitz bu konuda şöyle yazmaktaydı: “(Eşitsizlik) ik­tisadi olduğu kadar siyasal süreçlerin de bir sonucu(dur) (…) Modern bir ekonomide devlet, oyunun kurallarını belirler ve bu kuralları uygu­lar: adil rekabetin ne olduğu, hangi davranışların rekabet karşıtı ve yasadı­şı sayıldığı, kişinin borçlarını tamamıyla ödeyemediği iflas durumlarında ki­min eline ne geçeceği ve hangi eylemlerin dolandırıcılık olarak tanımlanıp yasaklandığına dair kuralları. Devlet aynı zamanda (bazen açık, bazen üs­tü kapalı şekilde) kaynak aktarımları yapar ve vergiler ve sosyal harcamalar aracılığıyla piyasanın oluşturduğu, teknoloji ve siyasetin şekillendirdiği ge­lir dağılımını düzenler.”[6]

Bir çalışanının ücretinin belirlenmesi, kaçınılmaz olarak, işçi-işveren arasındaki bir pazarlık süreci olarak ele alınmalıdır. Bu taraflar arasında pazarlık gücü nispi olarak fazla olan taraf, sonucun, yani ücretin belirlenmesinde son söz hakkına sahip olacaktır.[7] Tarafların pazarlık güçleri da kaçınılmaz olarak emek piyasalarının devlet tarafından oluşturulan kurumsal temellerinin dinamikleri tarafından şekillenecektir.[8]

Atkinson da iktisadi eşitsizliğin artışındaki en temel faktörün, Galbraith’in deyimiyle “dengeleyici gücün”(countervailing power) tahrip olması ve böylece pazarlıktaki güç dengelerinin değişimi olduğunu kaydetmektedir.[9]

Nitekim, cumhuriyet döneminde işçi sınıfının pastadan pay alamamasının kökeninde, kanaatimce rejimin politik iktisadi tercihleri ve emek piyasalarının kurumlarını teşkil eden yasama faaliyetleri sonucu işçi sınıfının pazarlık gücünde mütemadiyen düşüşe maruz kalması ve işveren-işçi arasındaki dengeleyici gücün, işveren ve sermaye lehine kaydırılması yatmaktadır. Özetle denebilir ki güçlü ekonomik büyümenin maliyeti, işçi sınıfının omzuna yüklenmişti. Metinsoy şöyle yazar:

“Türkiye’nin(…) devlet öncülüğünde kalkınma ve sanayileşmeye dayalı ekonomi politikası, kısa sürede üretimi ikiye katladı. Öte yandan, işgücünü kontrol etmeye ve işgücünün maliyetini mümkün olan en düşük seviyede tutmaya yönelik sert önlemler, neredeyse tüm ücretliler için eşitsiz gelir dağılımına ve ağır çalışma ve yaşam koşullarına neden oldu. Düşük gelirli şehirli ücretlilerden cumhuriyetin ekonomik kalkınma programlarının bedelini ödemeleri istendi.”[10]

Jön Türkler’in ve Kemalist rejimin dünya görüşünde burjuvazi, modern bir toplumun olmazsa olmazıydı.[11] Temel ekonomi politikaları da yerli bir burjuva sınıfı yaratma amacı etrafında şekillenmekte ve bir an önce ülkeyi sanayileşmiş ve modern kapitalist bir ekonomi yapma amacını[12] gütmekteydi. Fakat bununla beraber cumhuriyetin kurucu entelijansiyası, bilhassa Atatürk, Fransa’nın 3. Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisi olan solidarizmden de derinden etkilenmişti.[13]

Solidarizm muhtevası açısından özel teşebbüs hürriyetini sosyal adaletle bağdaştırmaktır. Yani solidarizm bir nevi üçüncü yol, veyahut Zafer Toprak’ın da ifade ettiği gibi sosyal demokrasiyle paralel bir düşündür.[14] Hakikaten, cumhuriyetin kurucu felsefesi ideolojik olarak sosyal adalet olgusunu, toplumsal huzur için bir mihenk taşı olarak görmekteydi.[15] Bununla beraber, erken cumhuriyet döneminde sosyal adalete verilen önem, tam anlamıyla pratiğe yansı(ya)mamıştı.

Muasır medeniyetleri bir an önce yakalama isteği ve “geç kalma” korkusu, Kemalistlerin bir an önce sanayileşme ve sermaye birikimini arttırma isteklerini arttırmıştı. Bu bağlamda olabildiğince çabuk bir kalkınma ve kapitalistleşme için doğal olarak öncelik, sermaye birikiminin lehine olacaktı. Bu tasavvurun doğrudan sonuçlarından birisi ise özel sermaye birikiminin arttırılması için ucuz ve disiplinli iş gücünden yararlanmak istenmesiydi.

Dolayısıyla bu dönemde sosyal adaleti ikinci planda bırakan politikalar, kasıtlı ideolojik bir seçimden daha çok dönemin şartları içerisinde geç kalmışlığın yarattığı bir teyakkuz psikolojisinin sonucuydu. İfade edildiği gibi düşünsel olarak kurucu elit solidarizme de bağlıydı. Fakat modern ekonomi ve modern bir devlet inşası için evvela bir burjuva sınıfının yaratılması, bunun için de devletin aktif bir müdahaleci rol oynaması kaçınılmazdı.

Peki, yukarıda ifade edilen hususlar pratiğe nasıl yansıdı? 1936 İş Kanunu’na kadar işçiler hakkında birtakım mevzuatlar çıkarılsa da hiç geniş kapsamlı bir iş mevzuatı yasalaşmamıştı.[16] 1921 yılında, işçilerin talebi üzerine, henüz Milli Mücadele döneminde, bir iş mevzuatı hazırlığına girişilmişti. Söz konusu iş kanunu tasarısı, 1924 sonuna doğru tamamlanıp meclise sunulmuştu.

Bu yasa işçilere grev hakkı tanımaktaydı. 12 yaş altında çocuk işçilik yasaklanmış ve maksimum çalışma süresi ise 10 saat ile sınırlanmıştı. Kısacası o dönemin şartlarına göre ilerici nitelikte bir yasaydı, hele ki o dönemde ABD gibi bir ülkede bile grevin kanun dışı olduğu göz önünde bulundurulursa.[17] Fakat Büyük Meclis Genel Kuruluna geldiğinde meclis ve hükümet üyeleri yasanın gereksiz olduğunu iddia edip yasayı bloke etmişlerdi.[18]

Ne var ki 1920’li yıllarda iş hayatını düzenleme girişimleri bununla da sınırlı kalmamıştı.

1924 Anayasası’nın 70. maddesinde içtima ve cemiyet kurma hakkının Türklerin doğal hakkı olduğu kabul edilmiş[19] böylece sendikalaşma zımnen anayasa tarafından tanınmıştı. Fakat bu hiçbir zaman pratiğe yansımamış ve sendikalaşmayla grev, devlet tarafından hoş karşılanmamıştı.[20]

Nitekim, 1 Mart 1929 Tarihli Ceza Kanunu’nun 201. maddesinde sanayi ve ticaretin tehdit veya zora başvurarak engellenmesi halinde büyük cezalar öngörülüyor ve aynı maddenin 8 Haziran tadil hükmüyle “grev” sözcüğü açıkça yer almamakla birlikte fiilen grev sayılabilecek türden hareketler için altı yıla kadar hapis cezası getiriliyordu.[21] Yine de 1936 İş Kanunu’na kadar grev tam anlamıyla yasaklanmamıştı. Hatta 1932’de hazırlanan İş Kanunu’nu tasarısı, grev hakkını tanımak istemiştir. Ahmet Makal bu tasarının, nispeten, özellikle de 1936 İş Kanunu’na göre daha liberal ve koruyucu nitelikte olduğuna dikkat çeker.[22] Alkin ve Alpay, tasarı ve bunun reddedilişi hakkında şöyle yazar:

“1932 tarihli tasarı, çalışma hayatını tümüyle kapsamayı amaçladığı gibi, grev ve iş kazaları da içinde olmak üzere, çağdaş mevzuatın işçiye sağladı­ğı hakların kurumsallaşmasını öngörmüştür. Söz konusu iş kanunu tasarısı, henüz taslak halindeyken çeşitli özel kesim kuruluşlarına gönderilmiş, fakat kabul görmemiştir. Özel kesim, İş Kanunu’na muhalif tavrını açık bir biçimde ortaya koymasa da süreci zaman içinde uzatma yolunu izlemiştir ve bu tasarı yasalaşmamıştır.”[23]

Buradan da anlaşılabileceği üzere, bu dönemin şartlarında son derece ilerici sayılabilecek bu tasarı, iş çevrelerince hoş karşılanmamış ve bunun sonucunda da yasalaşmamıştı. İş hayatının düzenlenmesi hususunda değinilmesi gereken başka bir kanun 1924 tarihli hafta tatili kanunudur. Bu kanun cuma’yı tatil günü olarak belirlemiş ve işçilerin söz konusu günde çalışmayacağını öngörmüştür. Fakat bununla berber çeşitli kararnamelerle birçok sektör, bu tatil kanunundan muaf tutulmuş ve işverenlerin sıklıkla, işçilerinin tatillerini çeşitli sebeplerle iptal etmelerine olanak sağlanmıştı.[24] Mesela 1924 tarihli bir polis raporu, özellikle demiryolu ve travmay işçilerinin, pratikte hafta tatili kanunundan yararlanamadığı, cuma günleri de çalışmak zorunda bırakıldığı, cuma günleri tatil talep eden işçilerinse kovulduğu nedeniyle hükümeti işverenleri kayırmakla suçladığını aktarır.[25]

1930 tarihli Umumi Hıfzıssıha Kanunu da bu bağlamda bahsedilmeye değerdir. Bu yasa, daha hijyenik, sağlıklı ve güvenli çalışma koşulları yaratma amacı güdüyordu.[26] Bu yasa ile çalışma koşullarında çeşitli düzenlemeler yapılmış fakat bunlar göreceğimiz gibi tam anlamıyla fiiliyata yansımamıştı[27]. 12 yaşından küçük çocukların, fabrika ve imalathane gibi sanayi kuruluşlarında çalışması yasaklanmış, fakat ticaret, ulaştırma, tarım gibi sektörlerde kullanılan çocuk emeği için herhangi bir kısıtlama getirilmiyordu.[28] Zaten, kısıtlama getirilen sektörlerde de pratikte aktif olarak hâlâ çocuk emeğinden faydalanılıyordu.

Örneğin, 1936 yılında CHF’nin bir parti müfettişi, Isparta’da yüzlerce çocuğun gün doğuşundan batımına kadar aralıksız şekilde son derece kötü koşullarda tezgahlarda çalıştırıldığını aktarmaktaydı.[29] Kanun tam anlamıyla uygulanamamıştı. Öyle ki Kasım 1935’de bir kadın işçinin Son Posta Gazetesi’ne yazdığı mektubunda Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun neredeyse hiç uygulanmadığını, bu yüzden de o dönem görüşülen ve 1936’da kanunlaşacak olan İş Kanunu’nun da koşulları iyileştireceği iddiasını şüpheli olarak değerlendirdiğini yazmaktaydı.[30]

Bu dönemde işçiler için çalışma koşulları tek kelimeyle korkunçtu. Söz konusu zaman diliminde İstanbul’daki tütün işçileri günde sadece 50 ila 100 kuruş ücret almakta ve günde 12 saat çalışmaktaydı.[31] Sümerbank gibi bir devlet kuruluşunda dahi günlük ücret sadece 50 kuruştu ve günde 10 saati aşan bir çalışma süresi mevcuttu. Anadolu kentlerinde çalışan çocuk ve kadın işçilerse günde sadece 10-15 kuruş kazanmaktaydı.

Bu dönemde İstanbul Ticaret Odası 1933’de yayınladığı raporda 4 kişilik bir ailenin açlık sınırını ayda 122 lira civarında belirlemişti. Dönemin bir gazetesine göre ise bu dönemde öğretmenler, eğer maaşlarını alabilirlerse bile ayda sadece 30 lira kazanabilmekteydi.[32] Nitekim öğretmenler, memurlar ve din görevlileri çoğu zaman maaşlarını gecikmeli alıyorlar veya hiç alamıyorlardı. 6 Ağustos 1932’de Niğde’de 22 öğretmen, Başbakan İnönü’ye mektup yazmışlar ve aylardır maaş alamadıklarını, artık şeref ve namuslarını kaybetme evresine geldiklerini ifade etmekteydiler.[33] Devlete ait olan, Seyhan’da işletilen bir fabrikada çalışan bir işçiyse, günde 14 saat çalıştığını ve çoğu zaman maaş alamadığını kaydetmekteydi.[34] Adapazarı’nda çalışan 500 işçi kadın, toplanıp Köroğlu gazetesine yazdıkları mektupta günde en az 13 saat çalıştıklarını ifade etmekteydiler.[35]

CHF’nin Çankırı yerel parti kongresi, işçilerin aşırı kötü koşullarda çalıştırıldığı ve 1930’daki Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun işyerlerinde uygulanmadığı konusunda parti genel merkezini uyarmaktaydı.[36] Samsun Parti kongresi de iş sürelerinin kısaltılması ve iş güvenliği tedbirlerinin arttırılmasını talep etmekteydi.

1930’da yapılan bir araştırmaya göre bu dönemde Türkiye’de sanayi sektöründe ortalama çalışma süresi 9 saati aşmaktaydı.[37] 1933-4’de Türkiye’de işçilerin çalışma koşullarını inceleyen Amerikalı Hines-Kemmerer uzman heyetinin işçilerin çalışma koşulları hakkındaki raporundan bazı kısımlar şöyleydi:

“Ek­seriyetle ücret seviyesi ancak idame-i hayat için kifayet edecek derecededir ve bundan dolayı ücretli sınıfın iştira kuvveti son derece düşüktür.”

“Türkiye’de işçilerin sağlığı ve güvenliği için alınan en iyi sosyal önlemler bile ilkel düzeydedir”

“İşçilerin sağlığıyla ilgili önlemler korkunç… Sosyal sigorta sistemi nadir ve çok sınırlı sayıda insanı kapsıyor.”[38]

Bir CHF parti müfettişine göre Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun getirdiği hükme rağmen neredeyse hiçbir fabrikada sağlık görevlisi istihdam edilmemekteydi.[39] Celal Bayar, 1936 tarihli Şark Raporu’nda Adana civarında işçilerin durumunun hayal bile edilemeyecek kadar “feci” olduğunu kaydeder.[40] Birçok gazete neredeyse her gün işçilerden çalışma koşullarını eleştirip devletten daha fazla koruma talep eden mektuplar almaktaydı. Çoğu işçinin tatil ve dinlenme günlerinin olmaması da ayrı bir problem ihtiva etmekteydi.

1924 tarihli hafta sonu tatili yasası ve ardından çıkarılan 1935 “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Kanunu”na rağmen pratikte yasalar uygulanmamış ve çoğu işçinin düzenli bir hafta sonu tatil günü olmamıştı. Çoğu fabrika Cumartesi hatta Pazar günü tam vardiya çalışmaya devam etmekteydi. İzmit’te çalışan bir tütün işçisi bir gazeteye iktisat vekaletine durumu defalarca bildirmelerine rağmen tüm işçilerin yasadışı şekilde Pazar günü de çalıştırılmasından yakınmaktaydı.[41] Türkiye’de sosyal politika disiplinin kurucularından olan Gerhard Kessler, 1937-1938 tarihinde ilk kez yayınlanan Türk iş istatistiklerini birçok sektörde, “işçiler için henüz muntazam bir hafta tatili mevcut olmadığı anlaşılmaktadır” sözleriyle değerlendirmekteydi.[42]

Dönemin emek tarihi açısından en mühim mevzuatı ise şüphesiz 1936 İş Kanunu’ydu. Sonraki yazımda da 1936 İş Kanunu’nu ele alacağım ve bunun işçilerin pazarlık güçlerini nasıl şekillendirdiğini ifade ettikten sonra erken cumhuriyet dönemindeki emek-sermaye eşitsizliğinin ampirik verilerini aktarıp argümanlarımı kantitatif verilerle desteklemiş olacağım. Son olarak işçilerin düşük pazarlık güçlerinin sonucu olan düşük ve yapışkan ücretlerin dönemin iktisadi büyümesi üzerindeki etkilerini ele alacağım.

Dipnotlar:
[1] https://daktilo1984.com/yazilar/kemalist-devletcilik-anlayisinin-bir-analizi/
[2] Bernard Lewis, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 637
[3] Thomas Piketty, 21. Yüzyılda Kapital, 2014, s. 625. Pikkety’nin çalışması veriler açısından literatürdeki en zengin çalışma olsa da teorik altyapı (Piketty Harrod-domar modeli kullanır ki bu modern iktisat standartlarında epey ilkeldir); analiz ve yorumlama bağlamında ciddi sorunlar barındırdığı kanısına sahibim. Piketty hakkında yerinde eleştiriler için bknz: Acemoglu, Daron, and James A. Robinson. “The Rise and Decline of General Laws of Capitalism.” The Journal of Economic Perspectives 29, no. 1 (2015): 3–28; Blume, Lawrence E., and Steven N. Durlauf. “Capital in the Twenty-First Century: A Review Essay.” Journal of Political Economy 123, no. 4 (2015): 749–77; Debraj Ray, 2015. “Nit-Piketty: A Comment on Thomas Piketty’s Capital in the Twenty First Century,” CESifo Forum, ifo Institute – Leibniz Institute for Economic Research at the University of Munich, vol. 16(01), pages 19-25.
[4] Bu konuda bknz: Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, 2020; Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli; John Kenneth Galbraith, American Capitalism, 2012; Douglas North, Kurumlar, Kurumsal değişim ve ekonomik performans, 2002, s. 145; Hacker, Pierson, Winer-Take-All Politics, 2015.
[5] Truman Bewley, Why Wages Don’t Fall During A Recession, 1999, s. 81-5.
[6] Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli, 2020, s. 81-2.
[7] Blanchard, Illing, Makroökonomie, 2021, s. 234-9.
[8] Şurası da ifade edilmeli ki emek piyasaları veya genel olarak piyasa ekonomileri spontane şekilde kendiliğinden oluşmadı; bilakis devletin yarattığı kurumsal çerçeve sonucu tarih sahnesine giriş yaptılar. Bknz: Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, 2021, s. 201-4.
[9] Anthony Atkinson, Inequality, 2015, s. 82-3.
[10] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, s. 125.
[11] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2000, s. 291; Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 1996, S. 167-8; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 2012, s. 468; Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 2015, s. 82-3
[12] Atatürk, Sovyet Büyükelçisi Aralov’a şunları söyler: “Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor”. (Aktaran: Ahmed a.g.e.) Ayriyeten bknz: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 25; Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat, 1995, s. 16-20.
[13] Zafer Toprak, Atatürk; Kurucu Felsefenin Evrimi, 2020, S. 83, 144-161 ve 273-4.
[14] Toprak a.g.e. S. 146. Ayriyeten solidarizm için bknz: HAYWARD, J. E. S. “THE OFFICIAL SOCIAL PHILOSOPHY OF THE FRENCH THIRD REPUBLIC: LÉON BOURGEOIS AND SOLIDARISM.” International Review of Social History 6, no. 1 (1961): 19–48.
[15] Afet İnan, Vatandaş için Medeni Bilgiler, 1933, S. 101-4. Kemalist elitin sosyal adalet kavramını önemsemesinin bir sebebi doğu komşularında yükselen sosyalizm tehlikesiyse, diğer bir sebebi de Osmanlı’nın oluşturduğu son derece heterojen, parçalı ve bölünmüş toplum yapısının sebep olduğu bunalımların Kemalistlerin hafızalarında hâlâ taze olması ve tarih tekerrür etmesin diye homojen, birbiriyle sıkı, bütün bir toplum tasavvurunu gerçekleştirme çabalarında sosyal adaletin önemini anlamış olmalarıydı.(Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, 2006, s. 44-5.)
[16] Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı 1908-1946, 2016, S. 230; Ahmet Makal, Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, 1999, s. 32
[17] Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, 2020. s. 165
[18] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 145; Quatert, Zürcher, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1998, S. 164; Toprak, a.g.e. s. 329
[19] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, s. 309.
[20] Toprak, a.g.e. s. 325-9.
[21] Quatert, Zürcher a.g.e. S. 163. Ayriyeten Takrir-i Sükun çıkınca islamcılardan önce sosyalist-komünist basının kovuşturmaya uğradığını kaydetmek gerekir. Bknz: Hakan Özoğlu, Cumhuriyet’in Kuruluş Savaşları, 2023, S.122-3; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1981, s. 146.
[22] Makal, a.g.e. s. 353-4.
[23] Yalın Alpay, Emre Alkin, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, 2020, s. 66.
[24] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, s. 130.
[25] Aktaran, Murat Metinsoy, a.g.e. s. 141-2.
[26] Makal, a.g.e. s. 423.
[27] Makal bu durum hakkında şöyle yazar: “Umumi Hıfzısıhha Kanunu, ücretliler açısından koruyucu düzenlemeler yapmakla birlikte, zaten sınırlı olan sosyal hü­kümleri gerekli bir denetleme örgütü kurulamadığı için uygu­lamaya yeterince aktaramamıştır.” (Makal, a.g.e. s. 344)
[28] Toprak, a.g.e. s. 175.
[29] Metinsoy, a.g.e. 132.
[30] Metinsoy, a.g.e. 146.
[31] A.g.e. s. 128.
[32] A.g.e. s. 129.
[33] A.g.e. s. 139.
[34] A.g.e. s. 140
[35] A.g.e. s. 141
[36] A.g.e. s. 141.
[37] Makal, a.g.e. s. 397.
[38] Makal, a.g.e. s. 354-5.
[39] Metinsoy, a.g.e. s. 132.
[40] Celal Bayar, Şark Raporu, 2006, s. 89.
[41] Metinsoy a.g.e. s. 142.
[42] Aktaran: Makal a.g.e. s. 335.