Screenshot_1
Başlarken

Başlangıçta söz vardı ifadesi ne kadar güzeldir öyle değil mi? Başlangıç, ilerleme ve gelişim evresinin kronolojik düzlemine dair bir gönderme olarak da bunu yorumlamak mümkün. Çünkü modernitenin taşıyıcısı, duygularını ehlileştirmiş, kontrol altında tutan ve disipline eden rasyonel aklı ile siyasal ve ekonomik yaşamın içinde yer alan bireydir..Bir yola çıkma aşamasında tıkanmış yönleri sorgulamaya inanırım. Hayatın kendi dinamikleri de bunu gerektirir çünkü. Sorgulamak daha doğrusu kendine soru sormak. Bu benim gerek hayatımda gerekse dünyaya bakış açımda uğraştığım bir konu. Geçmiş ve günümüzde hatta tüm algılarımızda bizi bırakmadığına inandığım bir meseledir bu. Hafife almamak lazım. Epistemolojik anlayışta soru; bireye değer kattığı gibi asla bir zayıflık olarak görülmemeli. İşte Dizgin platformunda ben ve arkadaşlarım bu konuya yoğunlaşacağız. Burada geçmiş hataları ele alacağımız gibi kendimizi de sert şekilde eleştireceğiz hatta inandıklarımıza soru soracağız.. Sonda söylemek istediği direkt başta söylemek istiyorum. 12 Mart 1971’den bu yana ne yaptık? Veya soruyu şöyle sormak lazım biz gerçekten kimiz? Tıkanan birçok nokta olduğunu kabul edebiliyoruz ama neyin nasıl tıkandığını ve sorunun nerede olduğuna dair bir çare bulamıyoruz. Tartışmalar uzadıkça uzuyor, hepsi birbirinin benzeri, hepsi çözüm önerileri daha doğrusu teşhis ve tedavi içermekte. Ya sorunun kendisi? Yani soruya sormak. O henüz ulaşabildiğimiz bir seviye değil. Çünkü hem Dünya hem Türkiye hem de bizler tam bir kaos içindeyiz. Kaos tek ayaklı değil. Dalları, kolları oldukça geniş, oldukça tuhaf, sert ve imkansız. İnsanlar geleceklerine dair bir umut bulmakta güçlük çekiyor. Tüm bunlar yaşanırken fikir dünyamızda elbette bundan tamamen nasibini almakta. Örneğin bizler. Tabii ortada biz diye bir şey var mı açıkçası bilmiyorum. İllaki biz diye bir şey varsa şöyle sorabiliriz; Cumhuriyetçi veya Atatürkçü dediğimizde kimi görüyoruz ya da şöyle soralım ortada halen bir Cumhuriyeti görüyor musunuz ? Sert bir soru değil bu daha sert sorularda var. Bu en hafifi bile diyebilirim. O kadar fazla soru var ki nereden başlasak diye kendi kendime soruyorum. Çünkü Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ve gelecekte bambaşka bir Dünya ile karşılaşabiliriz. Bu hiç de uzak olmayan bir ihtimal. Haliyle ifadeleri kullanırken çok dikkat etmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Buna isterseniz entelektüel sorumluluk diyebilirsiniz çünkü ağzımızdan çıkan lafların ne kadar önemli olduğunu
bilmediğimiz bir devri yaşıyoruz.

Bizim ideolojik oyunumuzu kuranlar artık çoktan toprak oldular mesele bizim ne yapabileceğimize dair ifadelerdir. Cumhuriyet içinde bu geçerli. Cumhuriyetin tarihsel süreçte ele alınış biçimi mevcut siyasi ve sosyal etkenlerle şekillenir. Yani daha açık ifade etmek gerekirse rejimden ziyade kavramın içinin doldurulması esas alınmakta. Bu belki de sorunların temeli değil ama çok önemli bir ayağı. Elbette bunu da hayatın olağan akışı şeklinde yorumlamak mümkün. Bu çabanın ana nedeni de Cumhuriyetçilik dediğimiz ifadenin bir ideoloji hâline bürünmesinden dolayı yapılmakta. Yıllar geçtikçe özellikle 19. yüzyıldan 20. yüzyıla adım attığımızda Cumhuriyet, esas anlamı itibariyle insan topluluklarını yöneten devlet niteliğine evrildi. Devlet algısının, ideolojik ifadeleri bireyden alması da büyük bir kırılma ki bunu tüm kavramlar özelinde yorumlayabiliriz. Tanım ve kavramsal çerçevenin; kamusal olanı ile toplumsal olanı o denli muğlak ifadeleri beraberinde getirdi ki bunun etkilerini halen görmek mümkün. Sadece kendi ülkemiz olarak düşünmeyin bunu lütfen global manada düşündüğünüzde bazı şeyler kendini daha bariz şekilde gösteriyor. Henüz tanımda olan bu sorunun halkı ilgilendirmediğini düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. Elbette herkes her şeye vakıf olacak diye bir kural yok fakat burada bahsettiklerimiz insan yaşamının bizzat kendisi. Huzur, geçinme, barınma, konfor, kişisel üretim, haz duyma ve daha birçok başlık, o rejim içinde yaşayan insanların en doğal hakkı. Hatta fazlasına sahip olma isteği de en temel hakkı. Neden istemesin ki? Klasik anlamda düşündüğümüzde Rousseau genel iradeci Cumhuriyetçilik argümanını oluştururken Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev’in ardından, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserinde bu gibi bazı temel metaforlar üzerinde durdu. Rousseau İnsan doğasının geçirmiş olduğu evrim ile günümüz arasında diyalektik bir bağ kurarken insan doğasının geçirmiş olduğu değişimi okuyucuya sunar. Rousseau tüm bu medeniyetler içinde ; aydınlanma ve ilerleme olmasaydı insan doğası nasıl olacaktı, biz aslında gelişmek ile bir şeyler kazandık mı yoksa tamamen kaybettik mi gibi ifadelerin muhakemesini yapar. Doğal eşitliğin mülkiyet fikri ile bozulmasının ardından gelen eşitsizlik ortamında insan doğasının nasıl farklılaştığını ve nelerin insan hayatında etkili olduğunu tartışır. Rousseau “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip bu benimdir.” demek insanlar arasında başlayan eşitsizliğin ilk sembolü olarak kabul etmekte. Bu temel sorular Rousseau’nun ilk kez ürettiği ortaya koyduğu ifadeler değil. Onun öncesinde de insanlık bunları konuştu bugün konuştuğu gibi. Fakat çözüm olarak ortaya konular savlar artık günümüzdeki tıkanmayı açacak yaklaşımları sima veya topluluklara sunamıyor.

Bu noktada tekrardan bize dönelim. Her seçim sürecinde sandık meşruiyetine indirgenen irade, sorunları çözemediği gibi yeni sorunları da ortaya çıkartmakta. Partileşen herhangi bir kitle anında yozlaşmaya açık bir alan haline evriliyor sonrasında çözümü bunlardan bekliyoruz. Kitabın direkt ortasından konuşmak istiyorum! Çünkü insanlar aldatılıyor ve çok az kişi aldatıldığının farkında. Çözüm için geçmişe dönülmesi gerektiğini belirtenler geçmişi bilmiyor ve ölmüş insanlar üzerinden bir oyun kurmayı öneriyor. Çözüm için taviz verilmesi gerekenler ulus devletin yıkıldığını görmüyor. Çözüm için alternatif iradeler ortaya koyduğunu iddia edenler ise rejimi çoktan feda etmiş durumdalar. O halde kimle neyi konuşabiliriz? Öncelikle şunu itiraf etmek durumundayım. Biz bu toplumun ötekisiyiz. Sizler yani bu cümleleri okuyan, soru soran ve sorgulayanlar evet biz bu toplumun ötekisiyiz. Öteki sosyal bilimlerde yoğunlukla etnik sınıflandırma üzerinden ele alınsa da bizler toplumun gerçek ötekileriyiz. Bu aslında hem bir eleştiri hem de çok sevmemekle yapabileceğim bir teşhis. Rejimin yıkıldığını görmek veya anlamak bizler üzerinde ciddi tahribata neden oldu. Aslında bu yüzyıllardır insanların kaderi. Kaderci görünmeyi çok sevmem fakat Yaban romanında Ahmet Celal’in yaşadığı yalnızlık ve çaresizliği iyi anlıyorum. Tıpkı Annales eserinde Tacitus’un yaşadığı ızdırap gibi. Tacitus rejim değişikliğiyle yıkılan Cumhuriyet’in yasını tutarken Augustus’un verdiği ikramiyelerle orduyu ayarttığını, izlediği ucuz gıda politikası ile halk için başarılı bir yem attığını böylece senatonun, yöneticilerin ve hukukun fonksiyonlarını kendi bünyesinde topladığını ileri sürüyordu. Ve yine Tacitus bunca şeye rağmen “muhalefet mevcut değildi” ifadesini kullanmıştı. Ne kadar tanıdık öyle değil mi? Gözlemler, fikir ve aksiyon önerileri bizi bir yerlere doğru sürüklüyor. Emin olabilirsiniz ki onun için buradayız. Fakat bu çalkantılı tabloyu nasıl ve ne şekilde çözümleyeceğiz? Belki de bunu çözümlemek zorunda değiliz belki az evvel belirttiğim gibi doğru soruları sormak doğruya en yakın girişim olabilir. Sorular sormaya devam edelim o halde. Cumhuriyetçi ideal neyi hedeflemelidir? Buna dair de birçok farklı yorumu görebilirsiniz. Örneğin her seçimde vatandaşlık görevi olarak gösterilen oy verme zorunluluğu. Oysa bu Quentin Skinner gibi Cambridge Okulu ekolünde bu durum pozitif özgürlük olarak tanımlanmaz. Çünkü burada siyasal alana katılmak konusunda bireye dayatılan bir zorunluluk vardır. Eğer devletin ya da sistemin birey için çizmiş olduğu kalıplara uygun değilsen, siyasal alanda var olmadığın gibi siyasal özgürlüğünden de bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir dayatma durumunda kişinin özgürlüğünü tamamen kısıtlamaktadır. Aslında detayı çok ama bunu özellikle kendi kendime soruyorum. Çünkü bunlar Türkiye’de hiçbir zaman sorgulanmadı. Ne bizden öncekiler tarafından ne de onların öncesi tarafından. Harcadığımız Tanzimat birikimi bu soruları belki kendisine veya karşısındakine yönlendirebilirdi. İşte bu noktada en büyük çıkmazlarımızdan biri ile kronolojik düzlemde karşılaşıyoruz; hayatın akışı. Fikirsel evrimde hayatın akışı Türkiye için acımasız çıkmazlarla doluydu. Düşünün lütfen, düşmanın top seslerini rahatlıkla işitebilecek, 1912’de İstanbul’da yaşayan bir aydın hangi soruları kendisine veya karşısına sağlıklı olarak yönlendirebilir? Soru ve cevapları hazır şekilde kurgulayan Tüccarzade İbrahim Hilmi bile Felaketlerimizin Esbabı eserinde ne kadar fikri anlamda sağlıklıdır? Aynı soruyu benzer yaklaşımlarla Türkiye’nin farklı zaman dilimleri içinde kurgulayabiliriz. Bunların totalinde yapıcılık değil; kaotik, uzun vadeli olmayan, temennilere dayanan bir durum karşımıza çıkıyor. İşte bundan dolayı soru sormamız lazım üstelik fazlasıyla. Fikren rahat olduğumuzu lütfen düşünmeyin çünkü ciddi anlamda bir sansür söz konusu. Bu da yetmiyormuş gibi kendinizi de sansür etmek zorunda kalıyorsunuz. Devir öyle bir forma büründü ki herkes kendince bir sansürü talep ediyor. Böyle bir atmosferde neyi nasıl sağlıklı tartışabiliriz? Bu durumda birey kendine fikri anlamda dönüş sağlayabilir. Fikri anlamda tamamen kendine dönüş sağlamakta elbette zor bir iş özellikle bu ideolojik arayış ise. Bireyin mi toplumu belirlediği ya da toplumun mu bireyi belirlediği sorusu Cumhuriyet açısından da tartışabilir. Birey vurgusundan uzak olmayan fakat teoriler ve teorisyenler açısından toplum fikriyle iç içe olan bir bakış bizi daha doğru noktalara götürebilir. Burada biz olma bilincinden bahsetmiyorum. Biz olma bilinci oldukça zor bir sözleşme. Biz olabilmek için kimlik ve bunun özellikle sosyal, kültürel ve siyasal alandaki yansıması ve temsil gücü olan vatandaşlık sorununu çözmemiz gerekiyor. Belki de ilk etap için buna girişmek bir şekilde elde ettiğimiz birikimi boşa harcayabilir. Bazı eski düşünme tarzları için yeni isimler koymak lazım. Olgular olsun istiyoruz, bilim olsun istiyoruz ama aynı zamanda yüzde yüz bir eşitlik, adalet, rijit bir laik toplum ve ulus devlete tamamen bir yapılanma da istiyoruz. Çok açık söylemek gerekirse bu mümkün değil. Hiç olmazsa şu an ki Dünya bunun tamamen olmasına engel bir yapıda.

Bu noktada şuna geliyoruz; Cumhuriyet için her şeye yapmaya hazır mısınız? Kaybedilen rejimi yeni bir forma büründürmeye, yıllarca beklemeye ve bu doğrultuda oluşmuş fikirlerle fedakarlık yapmaya hazır mısınız? Zor bir sorumluluk farkındayım fakat birey doğanın yasa koyucusu değil, özümleyicisidir. Bu özümleyicilik; daha öncesinden bir şekilde meydana getirdiğimiz mevcut yapı üzerinden, var olan bilgiyle bir değerlendirme yaparak şartlara veya doğru olabilecek ifadeleri yakalayarak onlara uyum sağlamaktır. Bunun için sizlerde bir katkı verebilirsiniz. Örneğin olduğunuz konumda daha iyisini yapmaya çalışarak ve bir gün gelecekse o güne her anlamda hazır olarak zamanınızı Cumhuriyet ve kendiniz için değerlendirebilirsiniz. Maksadım asla mentorluk değil aksine rejim için en faydalı olabilecek yaklaşımı size sunmaya çalışıyorum. Yavaş ricat ediyor havası içinde aşkıncı bir yaklaşımla önce kendinize sonra ülkenize bakabilme yetisi. Buna yaklaştığınızda rejim ve ülkenin gidişatı hakkında daha doğru soruları kendinize sormaya başlıyorsunuz. Hatta kendinize yakın gördüğünüz çoğu kişi için önemli görülen sandık meşruiyeti gibi tartışmalara alternatif bakabiliyorsunuz. Bu mutlaka olması gereken bir tavır. Sıkça tartışılan üçüncü bir bakış ancak böylece tesis edilebilir. Üstelik bu Cumhuriyet’in evrimi için mutlaka gerekli. Cumhuriyet’in evrimi elbette ilerleyen zamanlarda üzerine çokça konuşabileceğim bir başlık fakat bu noktada bir şeyler söylemeyi kendime görev addediyorum.. Bizim Cumhuriyete dair evrimimizde Tanzimatçılar önemli bir yerde. Tanzimatçılar Osmanlı İmparatorluğu’nun idari kurumlarını sağlıklı bir evrimle düzeltmek maksadında değildi; idari reform ve radikal bir yöntemle bu işi sürdürmeyi planlıyorlardı. Bu nedenle yeni kurumlar ve yeni okullar tesis edilirken önce yeni yasalara ihtiyaçları olduğunu kavradılar. Burada hemen bir zaman atlaması yapalım. Atatürk idealinde; yasama ve yargı kuvvetini tek başına etkisiz görürken etkili kuvvetin yürütme olduğu tezini savunuyordu. Tanzimatçılar ile Atatürk’ün aynı ideolojik düzlemde olmasını zaten beklemek hata olur fakat sadece bu kıyas bile, rejim idealinin evrimi konusunda bize bazı ipuçları sunabilir. Elbette Tanzimat ideali ve sonrasındaki Islahat Fermanı ile eşit haklara sahip bir Osmanlılık ruhu inşa edilmeye çalışılması Cumhuriyete giden yolda önemli fakat yaşananlar bizi farklı bir noktaya doğru sürükledi. Çünkü bu ideolojik evrim bizi kurtaramadığı gibi aksine yıkılış parametrelerinde yeni bir başlığı açtı. Merkezi güçlü bir idareye, imtiyazların olmadığı yapılanmaya ihtiyacımız vardı. Devletin mantalitesini ampirik ve pragmatik çözümlerle; laik, bir ulus altında birleşen, merkezi hatta kendine özgü bir yapı haline getirmek zorunda kaldık. Yoksa sadece rejim değil muhtemel biz de olmayacaktık. Bunu varsayımsal olarak düşünebilirsiniz fakat kronolojik düzlemde yaşadıklarımıza baktığımızda bu ifade hiçte hatalı değil. Belirsiz-Bulanık Kavram (Fuzzy Concept) Cumhuriyetin evrimi içinde sıkça yer alsa da “yaşayanlar” bu ifadeyi zenginleştirir veya basitleştirir. Cumhuriyetin gidişatını pratikte karşılaşılan örneklerine indirgenerek yanlı bir tarzda algılamak veya buna dair yıkıcı reaksiyonlar geliştirmekte “yaşayanlara ait” bir aksiyondur. İsterseniz Cumhuriyeti törensel, âyinsel pratikler ya da ritüeller indirgeyebilirsiniz(ki bence bu bir ülke için zaruridir) isterseniz Cemil Meriç’in tuhaf saplantılarına bürünüp “Bu Ülke’yi Yeniden” düşünebilirsiniz. Fakat bu yeniden düşünme bizi korkunç yerlere doğru götürdü. Aslına bakarsanız bu da bir evrimdir ama nasıl bir evrim? Basit bir şekilde ülkenin şu an şu dakikadaki gündemlerine baktığınızda bunun nelere yol açtığını hemen görebilirsiniz. Egemen bir ampirizm (deneycilik) veya mutlakçılığın zarafetine sığınmıyorum aksine geldiğimiz noktayı bir kez daha düşünmenizi rica ediyorum. 90’lar ve 2000’lerin başında dogmaları yıkalım diyen Post Kemalistler bugün kızlarını gönderecek devlet okulu bulamıyorlar. Etek boyu sorun oluyormuş, öyle duyuyorum.. Elbette süreçler dahilinde yanılanlar sadece onlar değil, biz de bizim inandıklarımız da zamana karşı yenildi ya da sarsıldı. Bu da bir evrimdir! En temelden bakarsak tekrardan Rousseau’ya dönmek istiyorum. Rousseau şöyle diyordu “Özgür yaşamak ve özgür ölmek, yani, ne benim ne de hiç kimsenin kanunların onurlu boyunduruğunu, başka hiçbir boyunduruğa koşulmamak için yaratılmış en gururlu başların daha da uysallıkla taşıdığı bu kurtarıcı ve yumuşak boyunduruğu, silkip atamayacağı tarzda kanunlara boyun eğerek yaşamak ve ölmek isterdim.” Bu sözleri yazarken, yasaların keyfi olmayışı ya da başka bir boyunduruğa izin vermeyişinin garantisini “genel iradeye” bağlıyordu. Bu noktada bir soru daha ortaya çıkıyor; genel irade bizi ve rejimi nereye götürebilir? İşte siz bir soru daha! Tarihi deneyimlere baktığımızda bu da bizi ilginç noktalara götürüyor. Çünkü genel iradeye tam anlamıyla bağlı olduğunuzda; tasarım, özgür irade, tin ve daha birçok başlık sizi içten içe yemeye başlıyor. Ya onun tam anlamıyla esiri olmak zorundasınız ya da onun alternatiflerini üretmek. Bu o kadar ciddi bir sorun ki..En basit olarak şunu düşünmenizi rica ediyorum; genel irade, yurttaşları siyasal bir bütünün parçaları olacak biçimde birleştirme görevi taşmakta, bu irade siyasal yapının hem bütünü hem de bireyleri koruyan yasalar için bir temel. Yani yasaların da kaynağını oluşturan bu genel irade, devletin bütün üyeleri için, devlete ve üyelere göre, haklılık ve haksızlığın ölçütü. Buradan her şeyi çıkartabilirsiniz. İktidara bir şekilde gelen oluşumlar; Cumhuriyetin temel dinamiklerini kullanarak işi bir tiranlığa götürebilir. Bu oldukça kolay. Çoğunluğun tiranlığı dediğimiz şeyin panzehiri demokrasi dediğimiz sihirli ifade olamaz! Etrafınıza bakın lütfen ya da kendi ülkemize. Tiranlık ve Cumhuriyet yönetimlerinin keyfi olup olmamaları açısından karşılaştırması konusunda artık sadece Machiavelli gibi simalar üzerinden bir soru soramayız. Eğer bu konular ve simalar bir tarih dersi ise evet bunları mutlaka öğrenmeniz gerekiyor ama iş rejimin geldiği veya tıkandığı noktalar ise yeni kartları mutlaka açmanız lazım.

Cumhuriyet gibi çok katmanlı ve çok farklı yan dallarda anlam kazandırılan bir konuyu ilmek ilmek işlemek gerekiyor. Yırtılan bir sancağın yeniden dikilmesi gibi ya da anlamını yitiren, basitleştirilmeye çalışılan bir ifadenin tekrardan hatırlatılması gibi. Ezberlenmiş bir çaresizliği anmak değildir bu aksine yeniden doğuşun bir ilanıdır.

Adnan Bey ve Ulus Devlete Giden Yol

“… Bir tek adamın devlet olduğu memleketlerde küçük evlerin kapısında gece ve polis hizmetçi Şefika için de korkunçtur”

Üç İstanbul- Midhat Cemal Kuntay.

Benzer fikirlere sahip olduğum insanların olduğu meclislerde tartışma öncesi meşhur bir girizgah cümlesi var şöyle deriz;” Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum” Bu söz, bütünleştiği insanın artık öldüğünü kabul etmek zorunda olduğu(Atatürk’ten bahsediyorum) ve artık yalnızlaştığı yıllarda Falih Rıfkı Atay tarafından yazılmıştı. Onunla hiç karşılaşmadım ama onu tanıyorum. Hatalarını,abartılarını,yalanlarını,çıkmazlarını hatta hakikat arayışını biliyorum. Atay bu ve bundan sonraki cümlelerinde okuyucuları ile yine “kendince” yüzleşmek isteyecekti. Açıkçası Falih Rıfkı gibi kendimle yüzleşemiyorum . Aslında mesele korkmak veya zayıflıkların gün yüzüne çıkabileceği endişesi değil onun yaşadıklarını yaşamadığım için onun gibi yüzleşemem kendimle veya devrin bilinen simaları gibi de yüzleşemem. Ne onların deneyimlerine sahibim ne de onlar kadar çok şey gördüm. Ne Yakup Kadri’nin anlattığı, gemi enkazında kalmış kazazedenin adını andığında rahatlama hissine sahibim ne de bir savaş gördüm. 15 aylık askerlik dönemimde gönderildiğim sıcak teması saymazsak gözümün önünde cereyan eden ölümde görmedim. Fakat Türkiye’nin son 150 yılını görmeye çalışıyorum belgelerle veya eski gazete küpürleriyle veya artık unutulmuş objelerle. Danışmanlık yaptığım ,ders verdiğim yerlerde bu kısa gibi görünen fakat hiçbir zaman içinden çıkamayacağımız yılları bildiğimce aktarmaya çalışıyorum. Peki kendince bildiğim geçmişle ne kadar yüzleşebiliyorum? Tarihle yüzleşmek lafını oldum olası sevmem kişinin kendisiyle yüzleşmesi gerektiğine inanırım çünkü tarihle yüzleşemezsiniz. Bu bir paradoks değil hakkında uzun uzaya lakırtı yapılası da bir iş değil adı üzerinde geçmiş geçmişte kaldı,acı ama gerçek. Türkiye için bugün, geçmişin tortularının oluşturduğu bir zamandır . Peki kim kendisiyle kendi hataları ile yüzleşebilmiştir? Aklınıza 1912-1923 yılları arasında hayatta olan herhangi birinin hatıratları gelebilir hemen söyleyeyim yanılırsınız. Türkiye’de hatırat siyasi savunma maksatlı metinlerdir ve çoğunlukla olayın en kritik yerinde yazar bir şekilde yoktur. Belki sırf bundan dolayı Midhat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul eserini çok severim . Kurgu da olsa Adnan Bey her zaman olaylar yaşanırken oradadır ve bir taraftardır. Taraftarken kendine bakmak ciddi bir erdem özellikle bizim toplumumuzda ve tarihimizde eşine az rastlanacak bir olay. Adnan Bey ‘in inandığı ,günün adamı olduğu ve en nihayetinde şehvete düşerek kaybettiği hayatının merkezinde olan milliyetçilik benim ve bizim sorgulamak zorunda olduğumuz bir duygu. Belki bunu yaparken Adnan Bey’le, Gökalp’le hatta kendimizle bile yüzleşebiliriz açıkçası istediğimde bu.

Midhat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul eseri ; Türkçü Adnan Bey’in Sultan Hamid dönemiyle başlayan İttihat ve Terakki dönemiyle devam eden ve mütareke yılları ile sona eren hayatındaki üç farklı dönemi tek şehirde değişen koşullar ile anlatan bir roman. Adnan Bey ve çevresindekiler bu üç farklı dönemde değişim geçirirler. Aslında bu değişim tarihi birebir yansıtıyor. Dil ve edebiyat sahasındaki genel arayışın sonucunda milliyetçilik siyasi bir boyut kazandı. Johann Gottfried Herder ulusların sadece coğrafi olarak değil en özel biçimde dil,eğilim ve karakter anlamıyla kesin olarak birbirinden ayrıldığı tezini savunur. Herder’in “Volk” u döneminin imparatorluk fikrinin zıddıydı 1 Almanya’da birleşmek ve kültürlü bir ulus devlet kurma tutkusu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de politik olaylar neticesinde karşı konulmaz bir seviyeye ulaşacaktı. Olaylar neticesinde yön değişme konusunda milliyetçi duygular sadece Türkiye gibi ülkelerde değil Marksizm gibi çevrelerde de büyük bir ikilemi beraberinde getirir. Marx ve Engels’in milliyetçilik karşısındaki tavırlarının siyasi koşullar karşısında değişkenlik gösterdiği iddiası bu görüşe sahip olanları bile ikiye bölmüş durumda. Açıkçası milliyetçiliğin travmaların tetiklediğini ve olaylara göre kişilerde değişkenlik gösterdiğini söyleyenlerde hiç az değil. Günümüzde bile bunu olaylar karşısında insanların değişen milliyetçi tavırlarında görmek mümkün. Üç İstanbul’daki Adnan Bey’in muhacirlik travması milliyetçi olmasını sağlamıştır. Bunu Türkiye’nin milliyetçilik sürecindeki olaylarla değerlendirdiğimizde (Balkan Harbi’nin Travması) konu daha çok anlam kazanıyor.

19. Yüzyılda adeta dinin yerini almaya başlayan milliyetçi fikirler Avrupalıları kabile geçmişlerini aramaya sürüklemiştir. 18. Yüzyılın ortalarından başlayarak 19. ve oradan da 20. Yüzyıla kadar evrimleşen her fikrin uygun kökleri aydınlanma kültüründe bulunduğu gibi her fikir adeta kendi peygamberini, kendi dinini hatta kendi şehidini yaratmıştır. Siyasette birey ve kavram kutsallaştırılması adeta eskatolojik bir yaklaşıma sürüklenmiş; kavramlar üzerine tabuları yıkma eğilimine sahip fakat yeni tabular yaratan fikirler ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımlardan biride hiç şüphesiz milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin başlangıcı sayılan Fransız İhtilalini ele alalım. Fransız devrimcileriyle birlikte, milliyetçi propaganda bir güzel sanat haline geldi. Bu “güzel sanat”ı; Mason localarından Jakobenlere,Cordelier gibi kulüplerden toplumun her kesimine sirayet etti. Aynı gayeyle,bütün Fransız vatandaşlarına “merkezi ya da milli dil”i(yani Fransızca’yı)kullanma mecburiyeti getiren ve farklı dillerin kullanımı halinde cezalandırılacaklarına dair kanun çıkarıldı. Milliyetçilik devletçi bir yapıya bürünürken yönetici sınıflar giderek milliyetçi oldular. Sonradan milliyetçi çizgiye girecek her hükümet bu veya buna benzer uygulamalarla ulusun inşasını sağlama yoluna gidecekti.

Adnan Bey 93 Harbinde İstanbul’a bir şekilde gelip hayatta kalabilen bir muhacirdi. “Muhacir , gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir” diyen Adnan Bey o devirde yaşayan ve çıkmazda olduğuna inandığı bir dünyada yaşamaktaydı. Bir iftar gününde, taş devrinde veya tunç devrinde ısrarla Türk olduğunu dile getiriyordu. Zaten milliyetçilik kendine has olan milli kimliğini vurgulama esasına dayanır . Peki Adnan Bey’i bu duygulara neler sürüklemiştir? Hangi dünyevi koşullar ona bütün devirlerde Türk doğmak Türk ölmek refleksini sağlamıştır?

Adnan Bey’in fikirlerinin var olduğu dönem E.H Carr’ın 1945’de Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde yayınladığı Nationalism and After eserinin ikinci evre dönemine rastlar. İkinci evre, 1830’lardaki ilk milli ayaklanmalar ile başlayıp, milliyetçi ilkenin 1918’deki zirvesine kadar uzanan Milliyetçi İrredentizm evresidir. Carr bu evrenin Birinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemi eski rejimlerden rahatsızlık duyan bir kitleye de yer verir, bu kitlenin içinde yer alanlardan biri düpedüz Adnan Bey’dir. 1800’lerin ortalarında olan romantik fikrin yüzyılın sonunda siyasi bir amaca dönüşmesi , bireylerin aidiyetini bayrağa ve otoriter arayışlara sürükledi. İkinci Dünya Savaşı sonrası psikolojide otoriter kimlik arayışını ve yaşanan Holocaust’un sebeplerini sorgulayan sosyal bilimciler farklı sorunlarla karşılaştılar . Örneğin Stanley Milgram otoriter milliyetçi eğilime bürünen Almanların hususiyeti üzerinde durmuştu. Theodore Adorno ve meslektaşları ise otoriter siyasi fikirleri benimseyenlerin tam anlamıyla Freudyen bir yaklaşımla ebeveyn otoritesi ve baskısında bulunabileceğini savunur. Freudyen görüşte milliyetçi; erken gelişim evresindeki insanı ele alarak hoşlanılmayan veya kabul edilmeyen bazı yönleri tanılayarak dış dünyayı iyi ve kötü olarak bölen bireydir. İnsan, düşmanları hakkında hüküm verirken sadece onlarla ilgili değil kendi iç dünyalarında onlara dair hoşlanılamayan şeylere de hüküm vermiş olur. Dış dünyaya kendi içindeki istenmeyen yönleri yansıtan bizler bir nevi düşmanlarımıza yani ötekiye karşı duyduğumuz hisler, bizleri bilinçsiz bir şekilde kendimize karşı duyduğumuz öfkeden kurtarır.2

Peki 1900’lerin başında kendini Türk hisseden biri hangi öfkelere sahiptir? Öteki olmak mı dini bakış açısı mı geri kaldığını düşünmek mi toplumsal çöküş mü arayış mı, aslına bakarsanız hepsi. Tarihi anlamak için kullanılan kategorize ihtiyacına burada başvurmak mümkün, Türk Milliyetçiliği Türk Modernleşmesi ile aynı düzlemde ilerler. Bu, kendini diğer milliyetlere göre ve onlarla çatışma içinde tanımlayan bir milletin milliyetçiliğidir. İmparatorluğun diğer halklarına karşı tepki,İslami kültüre karşı tepki,panslavizme direnç, Avrupa hegemonyasına başkaldırı, Hıristiyanlığa karşı muhalefet gibi başlıkları içerir. 3 Türkiye’deki milliyetçilik evrelerini olay olay hatta kişilerin olaylar ve zaman karşısındaki değişimlerine göre detaylı bir şekilde incelemek zorunludur. Sadece Türkiye’ye ait olmayan bu çelişkiler ağı; Batı uygarlığı ile Doğu kültürünün birleşiminin milliyetçilik alanına aktarılmasıyla çözülemez bir sorun haline dönüşebilir4Öyle ki milliyetçiliğin bugüne kadar en çok incelenmiş siması olan Ziya Gökalp hakkında bile net bir genellemede bulunmak mümkün değil. Gökalp’in 1913’de milliyetçi tepkisi ile 1923’deki milliyetçi tepkisi arasında ciddi uçurumu bugünün okuru rahatlıkla görebilir 5

Farklılıklar öylesine derindir ki bu ister istemez felsefeye bile yansır. 1908 öncesinde Jön Türkler arasındaki iki ana eğilim Comte ve Le Play’in yaklaşımıdır. Comte evrensel ve yazgıcı yaklaşımı benimserken Le Play şahsi ve adem-i merkeziyetçidir. Comte ‘un fikirleri yaşanan travmalarla birlikte dönemin Türkçülerine daha çok sirayet etmişti. Adnan Bey’de Comte’un pozitivist fikirlerini belirtiyor hatta dini bir tutumu olmadığını o dönemin milliyetçileri gibi rahatlıkla gösterebiliyordu . Burada dikkati çeken aslında kabul görmeyecek ya da azda olsa kabul gören eğilim Le Play’in yaklaşımıdır.Prens Sabahattin’in başını çektiği bu yaklaşımda Türkiye’nin kurtuluşunun sınırların içinde bulunan farklı halkların oluşturacağı “federatif” bir devlet yönetimiyle gerçekleştirilebileceğini açıkça dile getiriliyordu.İki toplum tipinden Prens Sabahattin Communautaire yani tecemmüi(kişi değil aile kabile devlet gibi zümrelerin üstünlüğü)yerine Particulariste yani infiradi(kişisel, toplumsal zümreleşmenin kişi etrafında toplanılması) fikrini savunuyordu. Adnan Bey’in 93 Harbindeki muhacirlik günleriyle derinleşen ,Sultan Hamid dönemindeki yaşadıkları daha çok emin olduğu Türkçülük eğiliminde bireyciliğe yer yoktu. Le Play’in fikir dünyası Halide Edip Adıvar’ın Yeni Turan kitabında da çok açıkça dile getirilir. 1913’lerin Türkiyesinden 1950’lerin Türkiyesine olan bu ütopya kitabında güçlü Turan devleti federatif bir yapıya sahipti. Her halükarda Konfederasyon veya federasyon yönetimi heterojen eylem birimlerinin bir araya gelişi ile mümkündür. Montesquieu, “Her büyüklük, her güç, her erk görecedir. Gerçek büyüklüğü yükseltmeye çalışırken, görece büyüklüğü azaltmamaya dikkat etmek gerekir” ifadesini kullanır. Bu ifade tekrar ve yapı anlamında uluslaşma sürecinin dönüşümünü açıklamakta bize yardımcı olabilir. Öyle ki Adnan Bey’in içinde bulunduğu İttihat ve Terakki öncelikle Osmanlıcı bir fikir çerçevesi içindeydi. İttihat-ı Anasır yani Osmanlı kimliğinin ön plana çıkarıldığı bu üst kimlik yaşanan gelişmeler neticesinde ortadan kalktı. Balkan Harbi sonrası yaşanan hatta günümüzün resmi politikasını bile etkileyen olaylar bütünü o dönem kendini milliyetçi hissedenlerde geniş yankı bulmuştur. 2010’larda tekrar yüceltilmeye çalışılan Osmanlıcılık fikrinin 1912 itibariyle terk edilmesi hatta aşağılanmasını ancak dönemi anlatan eserlerden anlayabiliriz. Ömer Seyfettin Ashab-ı Kehfimiz eseriyle aşağıladığı Osmanlıcılık fikrini yine dönemi anlatan Yakup Kadri Hüküm Gecesi eserinde eleştirir. Azınlıklar tarafından samimi bulunmayan Osmanlıcılık fikri Hüküm Gecesi’nde Despina karakterinde hayat bulur. Sen Osmanlı değil misin diye soran Ahmet, Despina’dan “Allah göstermesin! Neden Osmanlı olacağım?” sözleriyle tepkisini gösterir.. Mithad Cemal’in kurgusundaki Adnan Bey işte böyle bir dönemde yaşamaktaydı.6

Adnan Bey romanın içinde bir roman yazıyordu; Yıkılan Vatan. Muhacir olmak onu(günümüz tabiriyle) ötekileştiriyordu ve devlete kızgındı. Tuhaf olan devlete kızgın bu insanların olaylar karşında devletleşmesidir.

“..Fakat bu talihli çocukların yanında, yaşlı insanlar kadar bedbaht olan çocuklar da vardır: Muhacir Çocukları! Bir cılız çocuğu bir devlet, bir ordu kovalar. Göğüslerinden sarı maden gözler bakan, omuzlarından siyah süngü dişler uzanan harp umacılarının önünden, anasının elini tutarak kaçan bu bir damla insan anlar ki bunlar masalın değil, tarihin umacılarıdır”7 Adnan Bey’in içinde matem ile melankoli arasında aslında bir bağlantı var. Matem halinde yoksullaşan ve bomboş bir hal alan dünyadır, melankolide ise egonun kendisi. 8

Adnan Bey Türkiye’de düşünce dünyasının önemli kitaplarından biri sayılan Suyu Arayan Adam’ın Şevket Süreyya’sı gibi de değildi. Adnan Bey, Tolstoy’un boynunda taşıdığı madalyonda Jean Jacques Rousseau’nun resmini taşıması misali kendisi de Namık Kemal’in resmini taşıyordu. Adnan Bey’in Namık Kemal’in resmini göğsünde taşımasının nedeni şaşırtıcı değil . Aydınlar 1860’ların ortalarından itibaren ideal bir millet yaratmaya çalışırken Vatan fikrinden etkilenmişlerdi. Vatan çok eskinden de kullanılıyordu, kişinin doğduğu ya da yaşadığı yer anlamına gelen dar bir terimdi. 19. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde Osmanlı’da vatan kavramı, bir Osmanlıcılık anlayışının doğal bir sonucu olarak tüm coğrafyayı içine alacak şekilde kullanılmaya başlandı. Vatan ve Hürriyet kavramını aydınlar üzerinden başlatacak kişi Namık Kemal olmuştur. Adnan Bey bu inanmışlıkla tam anlamıyla bir Sultan Hamid muhalifiydi. O da devrin tüm simaları gibi Beyoğlu’nu fethedilmeyen İstanbul olarak görüyor diğer azınlıkları ise yerden yere vuruyordu sadece biri hariç Yahudiler. Arkadaşı ve fikirdaşı Moiz’den dolayı Yahudiler’e karşı bir nefret duygusu hissetmiyordu. Aslına bakılırsa İttihat ve Terakki devrinde de önemli Yahudi simalar vardı.

Rıza Nur’un uğrunda ölmek ama yine de saklamak istediği Türk ülküsü fikri yıkılış yıllarına ait bir gönderme. Adnan Bey’in önüne geçemediği milliyetçiliği farkında olmadan onu bir sona ve yüzleşmeye götürecekti. Yazdığı Yıkılan Vatan romanında (muhtemelen) kurtarıcı olabileceğini düşünen Adnan Bey tarihin akışına uygun bir şekilde tam tersine dönüşecektir. İçinde yarattığı ağır tutku ve cinsel istek 1908 öncesindeki romantik ve duygularını yoğun yaşayan insan tiplerini bize anlatması bakımından önemli. Ali Fuat Cebesoy Vatan Yahut Silistre oyunu sergilenirken seyirci koltuğunda oturan subayların gözyaşlarına hakim olamadığını anlatır. Muhtemelen bu subaylardan çoğunluğu büyük heyecanlarla gittikleri Balkan Savaşı ya da Birinci Dünya Savaşı yıllarında hayatlarını kaybettiler. Bir insanın Doktor Jekyll’dan adeta Bay Hyde’a dönüşünün öncesini Türkiye’de 1908 ile 1914 yılları arasındaki simaların değişiminde yoğunlaştırabiliriz. Adnan Bey 23 Temmuz 1908 öncesinde Sultan Hamid’e muhalif diğerleri gibi Trabulusgarp’da sürgündeydi. Fikirleri yüzünden ülkesinden ayrılmak mecburiyetinde kalmıştı. II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra geldiği İstanbul’un İttihat ve Terakki Merkezi’nde bütün adi siyasi suçluların Hürriyet kahramanı olduğunu görüvermişti! Hatta Sultan Hamid döneminde jurnalden geçimini sağlayan Sakallı Vasfi bile kendisinden daha çok İttihatçı olmuştu. Öncesinde ve sürgün yılarında büyük parasızlık çeken Avukat Adnan artık sisteme dahil olmak zorundaydı. İttihat ve Terakki’nin o dönem bilinen hangi kişisini incelerseniz inceleyin hepsinin Adnan Bey gibi dönüşümünü görebilirsiniz. Bu aynı zamanda bir ulusun devletleşme çıkmazlarıdır. Devrimci Talat Dünya Savaşı yıllarında Talat Paşa olacak yenilikçi Cemal Paşa sert yöntemlere başvuracak ve Enver Paşa , Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey’i öldürecekti.9 Adnan Bey yaşamak istediği Mermer Yalı ve büyük şehvet duyduğu Belkıs için farkında olmadan günün adamına dönüştü. 10

“Şimdi bütün Boğaz’da bir tek dağ, bir tek deniz ve bir tek kadın görüyordu, Belkıs” ifadesi ile anlatılan Adnan’ın tutkularının benzerlerini mensubu olduğu İttihat ve Terakki üyeleri de yaşıyordu . 31 Mart’ın sonrasında kurulan sehpalar için “..Darağacının irtifaı bile çamura ve karanlığa fazla payedir” ifadesini kullanacaktı. Adnan Bey için “günün adamı” olacak süreç başlarken Türkiye’de aynı doğrultuda bir bilinmezliğe gidecekti. Hayatta kalma stratejileri sadece insanı değil bireyi de etkiler. Edmund Burke insanların çoğunluğunun mutluyken kuramlara pek merak duymadığı fakat devlet ne zaman kötü yönetilirse o vakit halkın kuramlara başvurma eğilimine girdiklerini anlatır.11 Bu eğilimin karşı konulamaz siması İttihat ve Terakki’nin neredeyse resmi düşüncesini simgeleyen Ziya Gökalp’in daha çok sivrilmesine neden olacaktı. Devlet adı verilen yapı meşruiyet sorunu ile karşı karşıyadır. Devlet hangi yönetim sisteminde olursa olsun insanlara ahlaksal bir sorumluluk kazandıracak ve yurttaşlarla paylaşılan bir anlayışı ortaya çıkarmalıdır.Bu çıkarımın esas başlangıcının Türkiye için Balkan Harbi olduğunu söylersek yanılmış olmayız.12 Balkan Harbi sonrası yaşanan ağır yenilgi ve ülkenin ana vatanı olarak gördüğü toprakların kaybı psikolojik olarak devletin ayakta kalmasını gerektirecek stratejilerin oluşmasını amaçlıyordu. Gökalp’in fikirleri bir devlet için ideal gerçekleri taşımasının etkisi sonraki yıllarda Cumhuriyet’te bile kendi hissettirmiştir. Gökalp’in tanımladığı gibi seçkinler medeniyeti götürmek için halka gitmeli halktan ise seçkinler , sahip olunan milli kültürü öğrenmeliydi. Halkın millileşme fikri ilerleyen yıllarda Cumhuriyet’in ilk dönem kurumlarında kendine yer buldu. Tuhaf olmayan bir tesadüfle benzere yakın fakat bir o kadar uzak bir başka milliyetçi Yusuf Akçura ise yıllar geçtikçe fikirlerini resmi ideolojide kabul ettiremeyecek ve Berkes’in ifadesiyle “harcanan adam” olacaktı. Yaklaşım olarak Gökalp ve Akçura çoğu konuda aynı fikirde değildi. Akçura ulusal bir burjuvazi yaratma fikri üzerinde yoğunlaşıyordu. Açıkçası savaş yılarında ayrımların daha da keskinleştiği açık. Liberal fikirleriyle bilinen Ağaoğlu Ahmet bile İttihat ve Terakki mensubu olmayan birinin Türkçü olamayacağı tezi ile ideolojiyi parti tekeline sokmaya çalışıyordu. Çünkü Adnan Bey gibi İttihatçı olmak o dönem için adeta bir çeşit tanrısal imtiyaz anlamı taşıyordu. Bu kutsal ve kurtarıcı güce muhalefet etmek ve onun iktidardan uzaklaşmasını istemek bir çeşit vatan hainliği sayılabilirdi13

Balkan Harbi’nin ağır yenilgisi sonrası sadece Adnan Bey’de değil resmi devlet politikasında ideolojik aygıt kavramını görüyoruz. Özellikle Sarıkamış ve Arap İsyanı sonrası zirve noktasına çıkan İdeolojik aygıt kavramını Louis Althusser, Engels ve Marx’ın yazdığı Alman İdeolojisi kitabından ilham alarak belirtmiştir. Devletin idaresi altında bulunan sistemli ideoloji maddi yaşamını sürdürebilmek için mutlaka kendi içinde bir hasım bulmalıdır.Dönemin Türkiye’si açıkçası bu ihtiyaca fazlasıyla yer vermiş durumda . Bir tarafta mantıklı şekilde ayakta kalma ihtiyacı bir tarafta fazlasına ulaşma saplantısı. İhtiyatlı insanların varlığını pek beğenmeyen bu süreç , Adnan Bey için zirve dönemini ifade eder. Adnan Bey’in tamamen saf duygularla olayların adamı olma isteği ülkesi,ideolojisi ve partisinin gittiği yönde kaybolmuştu. Cağaloğlu’nda bulunan konağı ve Beyoğlu’ndaki terzisi gündelik sorunları haline gelen Adnan’ın arkada neleri kaybettiğini göremez hale gelmesi Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Türkiye manzarasını bize anlatır. Benzer hikayeler o dönemde taraf olmaktan uzak Yahya Kemal gibilerinin anılarında da geçer. Türklerin bir zamanlar girmesini izin verilmediği Yat Kulüp’de Yahya Kemal yaşananları, hayatını kaybedenleri, ve sansürü dönemin güçlü siması Gökalp’e bakarak ağır bir şekilde eleştirdiğinde ise Gökalp susmak zorunda kalmıştı14 Adnan Bey ise oğlunu Sarıkamış’ta kaybettiğinden habersiz olan Dağıstanlı Hocayı İttihat ve Terakki Partisi saflarına katılmaya çağırmış Dağıstanlı Hoca ise onu” numaralı vatanperver” olamayacağı gerekçesiyle geri çevirmişti.

Adnan Bey ve etrafındakiler Mithad Cemal’in anlatımıyla ilginç bir şekilde sivil ağırlıklıdır. Belki kendi yaşamından dolayı asker kanat eserde pek anlatılmaz. Oysa milliyetçi eğitim bir şekilde o dönem modernleşme sürecindeki kurum olarak kabul edilen orduda başlamıştır. 1876’da askeri okulların başında olan Süleyman Hüsnü Paşa’nın yazdığı Tarih-i Alem ile müfredata ilk kez İslamiyetten önceki Türklerde giriyordu . İlk başta küçük gelebilecek bu durum sonrasında giderek artan İslamiyet öncesi Türk araştırmalarını ve milliyetçiliği beraberinde getiren olaylardan biri olmuştur. İmparatorluktan ulus devlete giden yolda ordu belirleyici bir konum olacak hatta kimi zaman inisiyatifi tamamen sivillerin elinden alacaktı. Ordunun kendi toplumunu tamamen aşması gerçekten de olası değildir; örneğin ,asker i fikrin öznel bir tavrı, imparatorluğun sonlarında ortaya çıkan Türk milliyetçi ideolojisinin çeşitli yoğunluklar düzeylerini belirlemiş ve bu fikrin farkındalığının biçimi ve inceliği de erişmiş olduğu evrim düzeyi tarafından şartlandırılmıştır.15Bunu yakın tarihte çoğu olayda görüyoruz.

Savaşın sonuna yaklaşıldığında Adnan Bey İttihat ve Terakki’nin aranan simasıydı. Eleştiri duygusunu tamamen kaybetmişti. Sultan Hamid döneminde katil olarak nitelendirebileceği parti için cinayet işleyenleri “Fikirler!” olarak tanımlıyordu. Savaş zenginleri ile sık sık davetlere katılan Adnan Bey’in etrafındakilerin gündeminde Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenler yoktu. Mütareke yılları günün adamı Adnan’ı ve onun fikirlerini paylaşanları bambaşka bir sona yaklaştırmıştır. Adnan Yıkılan Vatan romanında “Toprakta bir kabirlik, bir kunduralık vatan kalmadı: Ölü vatanına gömülmüyor, diri vatanına basmıyor .” diye yazacaktı. O İttihatçıların lider kadrosu gibi Kasım 1918’de ülkeyi terk etmeyecekti fakat saklanacaktı. Mütareke yılları Adnan Bey’in eski dava adamı kimliğini ortaya çıkarmıştı fakat bir farkla çelişki. Çelişki ilk zamanlarda olmayan fakat Milli Mücadele yıllarında milliyetçiler arasında derinleşecek bir konuydu. İttihatçılar ile Milli Mücadele’nin lider kadrosu zaman içinde ayrılacaktı. Adnan Bey çok istemesine rağmen Ankara tarafından davet edilmemişti. Mithad Cemal’in adeta ibretlik bir sonla öldürdüğü Adnan Bey’in tabutunun başındakiler ise gerçek harp zengini ve gerçek oportünistlerdi.

Adnan Bey’in sonu ve çelişkileri Otto Bauer’in tabiriyle “Millet Tanımına ortak kader” öğesini hatırlatır. Öldürülen İttihatçı liderler dahil hepsinin anılarından veya mektuplarında olaylar sırasında orada olmaması bir savunma veya pişmanlık olarak açıklanabilir oysa Adnan Bey daima oradadır. Trajik olansa Adnan Bey’in haricinde yön değiştirme potansiyeline sahip simaların bir şekilde Milli Mücadele’de ve sonraki süreçlerde yer alabilme kabiliyeti. Massimo d’Azeglio’nun İtalyanları yarattıklarını şimdide İtalyanları yaratmalıyız fikrini beyan ettiği ulus devlet sürecinde, Sakallı Vasfi gibi her güç döneminde değişenler veya Moiz gibi savaş zenginlerini görebiliyoruz. Adnan Bey sadece bir roman karakteri değil Türkiye siyasi yaşantısının adeta bir özetidir.

1 Friedrich Meinecke, Cosmopolitanism and the National State, New Jersey. Princeton University Press, 1970, s 25- 26

2 Vamik Volkan, The Need To Have Enemies and Allies: From Clinical Pratice to İnternational Relationships(Northvale, NJ: J. Aronson,1988

3 François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930 s 21 Çeviren:Ali Berktay 1.Baskı İstanbul, Ocak 2006

4 Partha Chatterjee, The Nation and Its Fragments

5 Yeni Atilla şiiri Yazan Ziya Gökalp. Bahsedilen Yeni Atilla Enver Bey’dir . 17 Temmuz 1913 Tolga Gerger Kol.

6 Halide Edip Mart 1912 Tanin Gazetesi -Yeni Turan eserinin ilk nüshası. Tolga Gerger Koleksiyonu

7 Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul 17. Baskı 2014 İstanbul S 30

8 Sigmund Freud, Narsizm Üzerine Çeviren: Elif Yıldırım 2.Basım Kasım 2018 S 56

9 İfade Süleyman Nazif’e aittir.

10 Derviş Vahdeti Volkan Gazetesi 1908 “Dindarlık ve Dinsizlik” başlıklı yazı Tolga Gerger Kol.

11 Edmund Burke, The Works of the Right Honuurable 8. Cilt . Cilt II 1855 S. 31

12 “Balkan Harbi’nin en bariz neticesi, eski bir imparatorluk an’anesi olan Türk unsurunda uyanan milliyetçiliktir” Halide Edip Adıvar , Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, Sayfa 98

13 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler III: İttihat ve Terakki, Hürriyet Vakfı Yayınları 1989 Sayfa: 483

14 Yahya Kemal Beyatlı, Siyasi ve Edebi Portreler İstanbul Fetih Cemiyeti 5. Baskı 2014 İstanbul Sayfa 59-60

15 M. Naim Turfan, Rise of the Young Turks-Politics, the Military and Ottoman Collapse Çeviren Mehmet Moralı Sayfa 479