Başlarken

Başlangıçta söz vardı ifadesi ne kadar güzeldir öyle değil mi? Başlangıç, ilerleme ve gelişim evresinin kronolojik düzlemine dair bir gönderme olarak da bunu yorumlamak mümkün. Çünkü modernitenin taşıyıcısı, duygularını ehlileştirmiş, kontrol altında tutan ve disipline eden rasyonel aklı ile siyasal ve ekonomik yaşamın içinde yer alan bireydir..Bir yola çıkma aşamasında tıkanmış yönleri sorgulamaya inanırım. Hayatın kendi dinamikleri de bunu gerektirir çünkü. Sorgulamak daha doğrusu kendine soru sormak. Bu benim gerek hayatımda gerekse dünyaya bakış açımda uğraştığım bir konu. Geçmiş ve günümüzde hatta tüm algılarımızda bizi bırakmadığına inandığım bir meseledir bu. Hafife almamak lazım. Epistemolojik anlayışta soru; bireye değer kattığı gibi asla bir zayıflık olarak görülmemeli. İşte Dizgin platformunda ben ve arkadaşlarım bu konuya yoğunlaşacağız. Burada geçmiş hataları ele alacağımız gibi kendimizi de sert şekilde eleştireceğiz hatta inandıklarımıza soru soracağız.. Sonda söylemek istediği direkt başta söylemek istiyorum. 12 Mart 1971’den bu yana ne yaptık? Veya soruyu şöyle sormak lazım biz gerçekten kimiz? Tıkanan birçok nokta olduğunu kabul edebiliyoruz ama neyin nasıl tıkandığını ve sorunun nerede olduğuna dair bir çare bulamıyoruz. Tartışmalar uzadıkça uzuyor, hepsi birbirinin benzeri, hepsi çözüm önerileri daha doğrusu teşhis ve tedavi içermekte. Ya sorunun kendisi? Yani soruya sormak. O henüz ulaşabildiğimiz bir seviye değil. Çünkü hem Dünya hem Türkiye hem de bizler tam bir kaos içindeyiz. Kaos tek ayaklı değil. Dalları, kolları oldukça geniş, oldukça tuhaf, sert ve imkansız. İnsanlar geleceklerine dair bir umut bulmakta güçlük çekiyor. Tüm bunlar yaşanırken fikir dünyamızda elbette bundan tamamen nasibini almakta. Örneğin bizler. Tabii ortada biz diye bir şey var mı açıkçası bilmiyorum. İllaki biz diye bir şey varsa şöyle sorabiliriz; Cumhuriyetçi veya Atatürkçü dediğimizde kimi görüyoruz ya da şöyle soralım ortada halen bir Cumhuriyeti görüyor musunuz ? Sert bir soru değil bu daha sert sorularda var. Bu en hafifi bile diyebilirim. O kadar fazla soru var ki nereden başlasak diye kendi kendime soruyorum. Çünkü Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ve gelecekte bambaşka bir Dünya ile karşılaşabiliriz. Bu hiç de uzak olmayan bir ihtimal. Haliyle ifadeleri kullanırken çok dikkat etmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Buna isterseniz entelektüel sorumluluk diyebilirsiniz çünkü ağzımızdan çıkan lafların ne kadar önemli olduğunu
bilmediğimiz bir devri yaşıyoruz.

Bizim ideolojik oyunumuzu kuranlar artık çoktan toprak oldular mesele bizim ne yapabileceğimize dair ifadelerdir. Cumhuriyet içinde bu geçerli. Cumhuriyetin tarihsel süreçte ele alınış biçimi mevcut siyasi ve sosyal etkenlerle şekillenir. Yani daha açık ifade etmek gerekirse rejimden ziyade kavramın içinin doldurulması esas alınmakta. Bu belki de sorunların temeli değil ama çok önemli bir ayağı. Elbette bunu da hayatın olağan akışı şeklinde yorumlamak mümkün. Bu çabanın ana nedeni de Cumhuriyetçilik dediğimiz ifadenin bir ideoloji hâline bürünmesinden dolayı yapılmakta. Yıllar geçtikçe özellikle 19. yüzyıldan 20. yüzyıla adım attığımızda Cumhuriyet, esas anlamı itibariyle insan topluluklarını yöneten devlet niteliğine evrildi. Devlet algısının, ideolojik ifadeleri bireyden alması da büyük bir kırılma ki bunu tüm kavramlar özelinde yorumlayabiliriz. Tanım ve kavramsal çerçevenin; kamusal olanı ile toplumsal olanı o denli muğlak ifadeleri beraberinde getirdi ki bunun etkilerini halen görmek mümkün. Sadece kendi ülkemiz olarak düşünmeyin bunu lütfen global manada düşündüğünüzde bazı şeyler kendini daha bariz şekilde gösteriyor. Henüz tanımda olan bu sorunun halkı ilgilendirmediğini düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. Elbette herkes her şeye vakıf olacak diye bir kural yok fakat burada bahsettiklerimiz insan yaşamının bizzat kendisi. Huzur, geçinme, barınma, konfor, kişisel üretim, haz duyma ve daha birçok başlık, o rejim içinde yaşayan insanların en doğal hakkı. Hatta fazlasına sahip olma isteği de en temel hakkı. Neden istemesin ki? Klasik anlamda düşündüğümüzde Rousseau genel iradeci Cumhuriyetçilik argümanını oluştururken Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev’in ardından, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserinde bu gibi bazı temel metaforlar üzerinde durdu. Rousseau İnsan doğasının geçirmiş olduğu evrim ile günümüz arasında diyalektik bir bağ kurarken insan doğasının geçirmiş olduğu değişimi okuyucuya sunar. Rousseau tüm bu medeniyetler içinde ; aydınlanma ve ilerleme olmasaydı insan doğası nasıl olacaktı, biz aslında gelişmek ile bir şeyler kazandık mı yoksa tamamen kaybettik mi gibi ifadelerin muhakemesini yapar. Doğal eşitliğin mülkiyet fikri ile bozulmasının ardından gelen eşitsizlik ortamında insan doğasının nasıl farklılaştığını ve nelerin insan hayatında etkili olduğunu tartışır. Rousseau “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip bu benimdir.” demek insanlar arasında başlayan eşitsizliğin ilk sembolü olarak kabul etmekte. Bu temel sorular Rousseau’nun ilk kez ürettiği ortaya koyduğu ifadeler değil. Onun öncesinde de insanlık bunları konuştu bugün konuştuğu gibi. Fakat çözüm olarak ortaya konular savlar artık günümüzdeki tıkanmayı açacak yaklaşımları sima veya topluluklara sunamıyor.

Bu noktada tekrardan bize dönelim. Her seçim sürecinde sandık meşruiyetine indirgenen irade, sorunları çözemediği gibi yeni sorunları da ortaya çıkartmakta. Partileşen herhangi bir kitle anında yozlaşmaya açık bir alan haline evriliyor sonrasında çözümü bunlardan bekliyoruz. Kitabın direkt ortasından konuşmak istiyorum! Çünkü insanlar aldatılıyor ve çok az kişi aldatıldığının farkında. Çözüm için geçmişe dönülmesi gerektiğini belirtenler geçmişi bilmiyor ve ölmüş insanlar üzerinden bir oyun kurmayı öneriyor. Çözüm için taviz verilmesi gerekenler ulus devletin yıkıldığını görmüyor. Çözüm için alternatif iradeler ortaya koyduğunu iddia edenler ise rejimi çoktan feda etmiş durumdalar. O halde kimle neyi konuşabiliriz? Öncelikle şunu itiraf etmek durumundayım. Biz bu toplumun ötekisiyiz. Sizler yani bu cümleleri okuyan, soru soran ve sorgulayanlar evet biz bu toplumun ötekisiyiz. Öteki sosyal bilimlerde yoğunlukla etnik sınıflandırma üzerinden ele alınsa da bizler toplumun gerçek ötekileriyiz. Bu aslında hem bir eleştiri hem de çok sevmemekle yapabileceğim bir teşhis. Rejimin yıkıldığını görmek veya anlamak bizler üzerinde ciddi tahribata neden oldu. Aslında bu yüzyıllardır insanların kaderi. Kaderci görünmeyi çok sevmem fakat Yaban romanında Ahmet Celal’in yaşadığı yalnızlık ve çaresizliği iyi anlıyorum. Tıpkı Annales eserinde Tacitus’un yaşadığı ızdırap gibi. Tacitus rejim değişikliğiyle yıkılan Cumhuriyet’in yasını tutarken Augustus’un verdiği ikramiyelerle orduyu ayarttığını, izlediği ucuz gıda politikası ile halk için başarılı bir yem attığını böylece senatonun, yöneticilerin ve hukukun fonksiyonlarını kendi bünyesinde topladığını ileri sürüyordu. Ve yine Tacitus bunca şeye rağmen “muhalefet mevcut değildi” ifadesini kullanmıştı. Ne kadar tanıdık öyle değil mi? Gözlemler, fikir ve aksiyon önerileri bizi bir yerlere doğru sürüklüyor. Emin olabilirsiniz ki onun için buradayız. Fakat bu çalkantılı tabloyu nasıl ve ne şekilde çözümleyeceğiz? Belki de bunu çözümlemek zorunda değiliz belki az evvel belirttiğim gibi doğru soruları sormak doğruya en yakın girişim olabilir. Sorular sormaya devam edelim o halde. Cumhuriyetçi ideal neyi hedeflemelidir? Buna dair de birçok farklı yorumu görebilirsiniz. Örneğin her seçimde vatandaşlık görevi olarak gösterilen oy verme zorunluluğu. Oysa bu Quentin Skinner gibi Cambridge Okulu ekolünde bu durum pozitif özgürlük olarak tanımlanmaz. Çünkü burada siyasal alana katılmak konusunda bireye dayatılan bir zorunluluk vardır. Eğer devletin ya da sistemin birey için çizmiş olduğu kalıplara uygun değilsen, siyasal alanda var olmadığın gibi siyasal özgürlüğünden de bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir dayatma durumunda kişinin özgürlüğünü tamamen kısıtlamaktadır. Aslında detayı çok ama bunu özellikle kendi kendime soruyorum. Çünkü bunlar Türkiye’de hiçbir zaman sorgulanmadı. Ne bizden öncekiler tarafından ne de onların öncesi tarafından. Harcadığımız Tanzimat birikimi bu soruları belki kendisine veya karşısındakine yönlendirebilirdi. İşte bu noktada en büyük çıkmazlarımızdan biri ile kronolojik düzlemde karşılaşıyoruz; hayatın akışı. Fikirsel evrimde hayatın akışı Türkiye için acımasız çıkmazlarla doluydu. Düşünün lütfen, düşmanın top seslerini rahatlıkla işitebilecek, 1912’de İstanbul’da yaşayan bir aydın hangi soruları kendisine veya karşısına sağlıklı olarak yönlendirebilir? Soru ve cevapları hazır şekilde kurgulayan Tüccarzade İbrahim Hilmi bile Felaketlerimizin Esbabı eserinde ne kadar fikri anlamda sağlıklıdır? Aynı soruyu benzer yaklaşımlarla Türkiye’nin farklı zaman dilimleri içinde kurgulayabiliriz. Bunların totalinde yapıcılık değil; kaotik, uzun vadeli olmayan, temennilere dayanan bir durum karşımıza çıkıyor. İşte bundan dolayı soru sormamız lazım üstelik fazlasıyla. Fikren rahat olduğumuzu lütfen düşünmeyin çünkü ciddi anlamda bir sansür söz konusu. Bu da yetmiyormuş gibi kendinizi de sansür etmek zorunda kalıyorsunuz. Devir öyle bir forma büründü ki herkes kendince bir sansürü talep ediyor. Böyle bir atmosferde neyi nasıl sağlıklı tartışabiliriz? Bu durumda birey kendine fikri anlamda dönüş sağlayabilir. Fikri anlamda tamamen kendine dönüş sağlamakta elbette zor bir iş özellikle bu ideolojik arayış ise. Bireyin mi toplumu belirlediği ya da toplumun mu bireyi belirlediği sorusu Cumhuriyet açısından da tartışabilir. Birey vurgusundan uzak olmayan fakat teoriler ve teorisyenler açısından toplum fikriyle iç içe olan bir bakış bizi daha doğru noktalara götürebilir. Burada biz olma bilincinden bahsetmiyorum. Biz olma bilinci oldukça zor bir sözleşme. Biz olabilmek için kimlik ve bunun özellikle sosyal, kültürel ve siyasal alandaki yansıması ve temsil gücü olan vatandaşlık sorununu çözmemiz gerekiyor. Belki de ilk etap için buna girişmek bir şekilde elde ettiğimiz birikimi boşa harcayabilir. Bazı eski düşünme tarzları için yeni isimler koymak lazım. Olgular olsun istiyoruz, bilim olsun istiyoruz ama aynı zamanda yüzde yüz bir eşitlik, adalet, rijit bir laik toplum ve ulus devlete tamamen bir yapılanma da istiyoruz. Çok açık söylemek gerekirse bu mümkün değil. Hiç olmazsa şu an ki Dünya bunun tamamen olmasına engel bir yapıda.

Bu noktada şuna geliyoruz; Cumhuriyet için her şeye yapmaya hazır mısınız? Kaybedilen rejimi yeni bir forma büründürmeye, yıllarca beklemeye ve bu doğrultuda oluşmuş fikirlerle fedakarlık yapmaya hazır mısınız? Zor bir sorumluluk farkındayım fakat birey doğanın yasa koyucusu değil, özümleyicisidir. Bu özümleyicilik; daha öncesinden bir şekilde meydana getirdiğimiz mevcut yapı üzerinden, var olan bilgiyle bir değerlendirme yaparak şartlara veya doğru olabilecek ifadeleri yakalayarak onlara uyum sağlamaktır. Bunun için sizlerde bir katkı verebilirsiniz. Örneğin olduğunuz konumda daha iyisini yapmaya çalışarak ve bir gün gelecekse o güne her anlamda hazır olarak zamanınızı Cumhuriyet ve kendiniz için değerlendirebilirsiniz. Maksadım asla mentorluk değil aksine rejim için en faydalı olabilecek yaklaşımı size sunmaya çalışıyorum. Yavaş ricat ediyor havası içinde aşkıncı bir yaklaşımla önce kendinize sonra ülkenize bakabilme yetisi. Buna yaklaştığınızda rejim ve ülkenin gidişatı hakkında daha doğru soruları kendinize sormaya başlıyorsunuz. Hatta kendinize yakın gördüğünüz çoğu kişi için önemli görülen sandık meşruiyeti gibi tartışmalara alternatif bakabiliyorsunuz. Bu mutlaka olması gereken bir tavır. Sıkça tartışılan üçüncü bir bakış ancak böylece tesis edilebilir. Üstelik bu Cumhuriyet’in evrimi için mutlaka gerekli. Cumhuriyet’in evrimi elbette ilerleyen zamanlarda üzerine çokça konuşabileceğim bir başlık fakat bu noktada bir şeyler söylemeyi kendime görev addediyorum.. Bizim Cumhuriyete dair evrimimizde Tanzimatçılar önemli bir yerde. Tanzimatçılar Osmanlı İmparatorluğu’nun idari kurumlarını sağlıklı bir evrimle düzeltmek maksadında değildi; idari reform ve radikal bir yöntemle bu işi sürdürmeyi planlıyorlardı. Bu nedenle yeni kurumlar ve yeni okullar tesis edilirken önce yeni yasalara ihtiyaçları olduğunu kavradılar. Burada hemen bir zaman atlaması yapalım. Atatürk idealinde; yasama ve yargı kuvvetini tek başına etkisiz görürken etkili kuvvetin yürütme olduğu tezini savunuyordu. Tanzimatçılar ile Atatürk’ün aynı ideolojik düzlemde olmasını zaten beklemek hata olur fakat sadece bu kıyas bile, rejim idealinin evrimi konusunda bize bazı ipuçları sunabilir. Elbette Tanzimat ideali ve sonrasındaki Islahat Fermanı ile eşit haklara sahip bir Osmanlılık ruhu inşa edilmeye çalışılması Cumhuriyete giden yolda önemli fakat yaşananlar bizi farklı bir noktaya doğru sürükledi. Çünkü bu ideolojik evrim bizi kurtaramadığı gibi aksine yıkılış parametrelerinde yeni bir başlığı açtı. Merkezi güçlü bir idareye, imtiyazların olmadığı yapılanmaya ihtiyacımız vardı. Devletin mantalitesini ampirik ve pragmatik çözümlerle; laik, bir ulus altında birleşen, merkezi hatta kendine özgü bir yapı haline getirmek zorunda kaldık. Yoksa sadece rejim değil muhtemel biz de olmayacaktık. Bunu varsayımsal olarak düşünebilirsiniz fakat kronolojik düzlemde yaşadıklarımıza baktığımızda bu ifade hiçte hatalı değil. Belirsiz-Bulanık Kavram (Fuzzy Concept) Cumhuriyetin evrimi içinde sıkça yer alsa da “yaşayanlar” bu ifadeyi zenginleştirir veya basitleştirir. Cumhuriyetin gidişatını pratikte karşılaşılan örneklerine indirgenerek yanlı bir tarzda algılamak veya buna dair yıkıcı reaksiyonlar geliştirmekte “yaşayanlara ait” bir aksiyondur. İsterseniz Cumhuriyeti törensel, âyinsel pratikler ya da ritüeller indirgeyebilirsiniz(ki bence bu bir ülke için zaruridir) isterseniz Cemil Meriç’in tuhaf saplantılarına bürünüp “Bu Ülke’yi Yeniden” düşünebilirsiniz. Fakat bu yeniden düşünme bizi korkunç yerlere doğru götürdü. Aslına bakarsanız bu da bir evrimdir ama nasıl bir evrim? Basit bir şekilde ülkenin şu an şu dakikadaki gündemlerine baktığınızda bunun nelere yol açtığını hemen görebilirsiniz. Egemen bir ampirizm (deneycilik) veya mutlakçılığın zarafetine sığınmıyorum aksine geldiğimiz noktayı bir kez daha düşünmenizi rica ediyorum. 90’lar ve 2000’lerin başında dogmaları yıkalım diyen Post Kemalistler bugün kızlarını gönderecek devlet okulu bulamıyorlar. Etek boyu sorun oluyormuş, öyle duyuyorum.. Elbette süreçler dahilinde yanılanlar sadece onlar değil, biz de bizim inandıklarımız da zamana karşı yenildi ya da sarsıldı. Bu da bir evrimdir! En temelden bakarsak tekrardan Rousseau’ya dönmek istiyorum. Rousseau şöyle diyordu “Özgür yaşamak ve özgür ölmek, yani, ne benim ne de hiç kimsenin kanunların onurlu boyunduruğunu, başka hiçbir boyunduruğa koşulmamak için yaratılmış en gururlu başların daha da uysallıkla taşıdığı bu kurtarıcı ve yumuşak boyunduruğu, silkip atamayacağı tarzda kanunlara boyun eğerek yaşamak ve ölmek isterdim.” Bu sözleri yazarken, yasaların keyfi olmayışı ya da başka bir boyunduruğa izin vermeyişinin garantisini “genel iradeye” bağlıyordu. Bu noktada bir soru daha ortaya çıkıyor; genel irade bizi ve rejimi nereye götürebilir? İşte siz bir soru daha! Tarihi deneyimlere baktığımızda bu da bizi ilginç noktalara götürüyor. Çünkü genel iradeye tam anlamıyla bağlı olduğunuzda; tasarım, özgür irade, tin ve daha birçok başlık sizi içten içe yemeye başlıyor. Ya onun tam anlamıyla esiri olmak zorundasınız ya da onun alternatiflerini üretmek. Bu o kadar ciddi bir sorun ki..En basit olarak şunu düşünmenizi rica ediyorum; genel irade, yurttaşları siyasal bir bütünün parçaları olacak biçimde birleştirme görevi taşmakta, bu irade siyasal yapının hem bütünü hem de bireyleri koruyan yasalar için bir temel. Yani yasaların da kaynağını oluşturan bu genel irade, devletin bütün üyeleri için, devlete ve üyelere göre, haklılık ve haksızlığın ölçütü. Buradan her şeyi çıkartabilirsiniz. İktidara bir şekilde gelen oluşumlar; Cumhuriyetin temel dinamiklerini kullanarak işi bir tiranlığa götürebilir. Bu oldukça kolay. Çoğunluğun tiranlığı dediğimiz şeyin panzehiri demokrasi dediğimiz sihirli ifade olamaz! Etrafınıza bakın lütfen ya da kendi ülkemize. Tiranlık ve Cumhuriyet yönetimlerinin keyfi olup olmamaları açısından karşılaştırması konusunda artık sadece Machiavelli gibi simalar üzerinden bir soru soramayız. Eğer bu konular ve simalar bir tarih dersi ise evet bunları mutlaka öğrenmeniz gerekiyor ama iş rejimin geldiği veya tıkandığı noktalar ise yeni kartları mutlaka açmanız lazım.

Cumhuriyet gibi çok katmanlı ve çok farklı yan dallarda anlam kazandırılan bir konuyu ilmek ilmek işlemek gerekiyor. Yırtılan bir sancağın yeniden dikilmesi gibi ya da anlamını yitiren, basitleştirilmeye çalışılan bir ifadenin tekrardan hatırlatılması gibi. Ezberlenmiş bir çaresizliği anmak değildir bu aksine yeniden doğuşun bir ilanıdır.