Kemalizm yalnızca bir ulusal kurtuluş mücadelesinin ideolojisi değil; aynı zamanda köklü bir kadın hareketi, daha da ötesinde bir kadın devrimidir. Cumhuriyetin kuruluşu, erkek egemen düzenin tarihsel kalıplarını kırarak, kadınlara eşit yurttaşlık zemini sağlamış ve kadınları toplumsal modernleşmenin öncüleri haline getirmiştir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde kadınların eğitimi konusunda sınırlı ilerlemeler olsa da, bu imkanlar daha çok azınlık cemaatlerine ait okullar üzerinden şekillenmişti. Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinin kadınları, kendi topluluklarının açtığı okullarda öğrenim görme şansına sahip olurken, Türk kadınları için aynı imkanlar oldukça kısıtlıydı. II. Meşrutiyet yıllarında kız rüştiyeleri ve darülmuallimat gibi bazı kurumlar açılmış olsa da, bu adımlar sınırlı bir kesime hitap edebiliyor ve toplumsal dönüşüm yaratacak güçte olamıyordu. Dolayısıyla kadınların geniş kesimi için eğitim, toplumsal katılım ve meslek edinme neredeyse imkansızdı. İşte bu nedenle, Cumhuriyet’in sunduğu eşit yurttaşlık zemini, sadece hukuki bir devrim değil; kadınların yüzyıllardır mahrum bırakıldıkları kamusal varoluşun köklü biçimde yeniden inşasıydı.
Dünyadaki kadın hareketleri çoğunlukla dünya savaşlarıyla şekillendi. Erkek nüfusunun yetersizliği, ülkeleri kadınları da çeşitli destek görevlerinde istihdam etmeye sevkediyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte, kadınlar savaş boyunca cephede ve gerisinde erkeklerle birlikte var olsa da savaş boyunca elde ettikleri ayrıcalıkları savaş sonrasında sürdüremediler. Bazı ülkeler , savaş sonrasında kadınlara seçme ve seçilme hakkı vererek bu çabaları onurlandırdı. Fransa ve İtalya gibi diğer ülkelerde ise kadınlar yeniden geleneksel rollere geri çekilmek zorunda kaldılar.
Türkiye deneyimi ise bu süreçten köklü biçimde ayrılır. Ulusal Kurtuluş Savaşı, yalnızca askeri bir mücadele değil; aynı zamanda kadın ve erkeğin yan yana, aynı özveriyle omuz omuza yürüttüğü bir direnişti. Anadolu’nun her köyünde cephane taşıyan, cephede sağlık hizmeti sunan, gerektiğinde silah kuşanan kadın figürü, ulusal varoluş mücadelesinde belirleyici bir aktör oldu. Bu nedenle, Cumhuriyet’in kuruluş safhasındaki kadın-erkek ayrımı halihazırda savaş meydanında zaten silinmişti.
Savaş sonrasında sistemin yeniden inşası da bu ortak mücadele tecrübesi üzerine kuruldu. Kadınların bağımsız bir yurttaş olarak görülmesi, yalnızca bir “ödül” veya “jest” değil; bizzat milli mücadelenin gerçekliğinden doğan bir zorunluluktu. Nitekim kadınlara seçme ve seçilme hakkının Avrupa’nın birçok ülkesinden önce tanınması, bu tarihsel sürekliliğin göstergesidir. Dahası, Türkiye’de kadınların Sabiha Gökçen ile birlikte muharip sınıfa alınması dünyadaki ilk örneklerden biridir. Kadınların yalnızca destek rolleriyle değil, doğrudan askeri görevlerle de var olabileceği fikri Cumhuriyet ile birlikte kurumsallaştı.
Bugün, tüm karşı devrim girişimlerine ve kadını yeniden geleneksel kalıplara hapsetmeye çalışan fikrî hareketlere rağmen, kadınların kamusal ve siyasal varoluşunu sürdürmesi; Kemalizm’in köklü biçimde attığı ideolojik temelin bir ürünüdür. Pek çok alanda karşı devrim girişimleri onarılması güç yaralar açmış olsa da, kadınlar söz konusu olduğunda bu çabalar aynı sonucu verememiştir. Çünkü Türkiye’de kadın hareketi, en örgütlü toplumsal muhalefet hattıdır. Dayanıklılığını Kemalist ideolojinin sağladığı tarihsel temelden alan bu hareket, karşı devrimci çabaların en fazla zorlandığı alan olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdığı hakların tesadüf değil, doğrudan bir devrimci tercih olduğunu görmek gerekir. Kadınların yurttaşlık statüsü, yalnızca sembolik düzenlemelerden ibaret değildir; ulusun varlığını garanti altına alan temel taşlardan biridir. Bu nedenle Kemalizm’in kadın politikaları, geriye çevrilmesi mümkün olmayan bir kırılma yaratmıştır. Bugün hâlâ kadınların kamusal alanda geri itilmek istenmesi, yalnızca bir ideolojik saldırı değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in temellerine yönelmiş bir saldırıdır. Ancak tarihin öğrettiği şudur ki: Kadınların siyasal ve toplumsal kazanımları, bir kez kazanıldıktan sonra kolay kolay geri alınamaz.
Bugün her bir kız çocuğu sabah çantasını alıp okuluna gittiğinde, yalnızca kendi geleceğini değil, Cumhuriyet’in kadın devriminin mirasını da taşımaktadır. Her bir kadın harbiyeli, rütbelerini onurla takıp birinci olarak mezun olduğunda, bu topraklarda kadının muharip sınıfta yer alabileceğini dünyaya bir kez daha ilan etmektedir. Anadolu’nun en uzak köylerinde, en zor şartlarda bile ayakta duran, üreten, direnen her kadın; Ebru Eroğlu’nun simgelediği kararlılıkla bu mücadelenin canlı bir parçasıdır. Kadınların varlığı ve direnci, karşı devrim girişimlerinin en çok zorlandığı alan olmuştur ve olmaya devam edecektir. Çünkü bu artık yalnızca bir hak mücadelesi değil, ulusun varoluş mücadelesinin ayrılmaz bir boyutudur. Bugün Türkiye’de kadınların attığı her adım, söylediği her söz, giydiği her üniforma, okuduğu her kitap; Kemalizm’in temellerini attığı kadın devriminin devam ettiğini haykırmaktadır. Ve işte bu nedenle, karşı devrim çabaları hangi alanda derinleşirse derinleşsin, kadınların toplumsal ve siyasal varoluşu her zaman en güçlü direnç hattı olacak, Cumhuriyet’in geleceğini güvence altına almaya devam edecektir.