Bir şeyi çoğu zaman ne olduğundan çok ne olmadığıyla anlarız: “öteki” biz olmayandır; “halk” elit olmayandır; “anarşi” düzenin yokluğudur. Cumhuriyet de bu nedenle sık sık (mutlak) monarşinin karşıtı olarak anlatılır.

Okullarda yıllarca “Cumhuriyet nedir?” sorusuna beklenen yanıt “halkın kendi kendini yönetmesidir” oldu. Bu cevap, cumhuriyet kelimesinin sözlük anlamına (yani cumhurun yönetimine) yakındır ve demokrasilerle akrabalığını gösterir; ancak eksiktir. Fikir tarihine bakmayan ders kitapları, cumhuriyetçiliğin yüzyıllara yayılan serüvenini Fransız ve Amerikan devrimlerinin sonuçlarına indirger; sanki cumhuriyet, sadece kralı indirince kendiliğinden doğmuş gibi. Oysa cumhuriyetçilik, liberalizmden de sosyalizmden de daha eski bir düşünce geleneğidir. Modern siyaset diline öylesine sinmiştir ki, birçok varsayımını bugün “doğal” sayar, bu yüzden de çoğu kez fark etmeyiz: özgürlüğün keyfî iktidarın yokluğu olarak anlaşılması, hukukun üstünlüğü, kurumsal denge ve yurttaşın hak–ödev birlikteliği gibi. Aşağıda Kemalizm’in cumhuriyetçilik ilkesinin kısa fikir tarihini ana hatlarıyla izliyoruz.

  1. Cumhuriyet Fikrinin Antik Kökenleri

Antik Yunan’da bugünkü cumhuriyetçi düşüncenin kökleri politeia kavramına dayanır. Platon’un ünlü “Devlet” adlı eserinin Yunanca adı da Politeia’dır. Politeia, “şehir-devletin siyasal/anayasal düzeni” demektir. Platon bu eserde “filozofların yönetimi” fikrini öne çıkarır; bu yönüyle günümüz cumhuriyetçiliğiyle bire bir aynı değildir. Ancak daha geç metinlerinde, özellikle Yasalar’da, vurgu kişilerin hikmetinden çok yasaların egemenliğine (nomos’un üstünlüğü) kayar: Filozof-kral bulmak zordur; asıl olan, iyi kanunların hazırlanması ve iktidarın onlar aracılığıyla kullanılmasıdır. Bu kırılma, bizi “ortak kararlar”dan ziyade “ortak kurallar” sorunsalına yaklaştırır. Bir benzetme yapacak olursak, artık farklı bireysel “oyunculardan” öte ortak olan yapısal “oyunun kuralları” tartışması gündemdedir.

Aristoteles, soruya daha ampirik yaklaşarak Hellas’taki polisleri inceler ve yönetimleri iki ölçüte göre sınıflar: kim yönetir ve kimin yararı için yönetir. Ona göre iyi rejimler monarşi, aristokrasi ve politeia; yozlaşmış karşılıkları ise tiranlık, oligarşi ve (kendi çağındaki anlamıyla) demokrasidir. Politeia, halk unsuruyla liyakat/erdem unsurunu karma bir anayasal düzen içinde dengeleyen ve ortak iyiyi hedefleyen bir rejim tasavvurudur. Aristoteles’in “demokrasi” dediği ise çoğunluğun sınırsız ve kendi çıkarına yönelmiş iktidarıdır—bugün “çoğunluğun tiranlığı” diye andığımız risk. Bu nedenle cumhuriyetçi damar, erdem, ortak iyi, kural ve kurumsal denge fikirlerini merkeze alır.

Roma’da cumhuriyetçilik şehir-devlet ve felsefe ufkunu aşarak kurumsal bir düzen hâline gelir. Latince res publica (kamusal iş/ortak varlık) terimi, cumhuriyetçiliğin hem hukuk egemenliğini hem de yurttaşlık ödevini vurgular. Yunan kökenli bir tarihçi olan Polybios, Roma düzenini “karma anayasa” olarak çözümler: konsüller yürütmenin enerjisini, Senato süreklilik ve aklı, halk meclisleri ise rızayı ve dengeyi temsil eder; her biri ötekini frenleyen yetkilere sahiptir. Cicero ise res publicayı “halkın ortak hukuku ve yararı etrafında birleşmiş siyasî topluluk” olarak kavramsallaştırır; özgürlüğü, keyfî iktidarın yokluğu ve yasanın üstünlüğü ile tanımlar. Roma yurttaşlığı, hak kadar munera denilen kamusal yükümlülükleri (vergi, askerlik, yerel görevler) de içerir; erdem (virtus), ölçülülük ve kamusal fayda, siyasal özgürlüğün şartlarıdır. Bu çerçevede rejimin sınırları, “hak ve sorumluluk” setine sahip olanların dâhil edildiği somut siyasal topluluk tarafından belirlenir; kimin içeride/dışarıda kaldığı da bu yurttaşlık tanımıyla çizilir. İşte bu nedenle cumhuriyetçilik ile modern ulusçuluğun ileride el ele yürümesi tesadüf değildir.

Günümüzdeki “cumhuriyet” (İngilizcesiyle “republic”) sözcüğü doğrudan bu res publica geleneğinden gelir. Bu çizgide cumhuriyet, demokrasinin basit çoğunluk kuralına indirgenmez; ondan farklı olarak kuralları, kurumları, denge–denetlemeyi, hak–ödev dengesini ve kamusal erdemi öne çıkarır. Kamusala katılım sadece bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluk olarak görülür; kişisel iyilikten ziyade ortak iyi gözetilir ve bu, ancak yasa egemenliği altında sürdürülebilir.

  1. Cumhuriyetçiliğin Yeniden Doğuşu

Roma’nın İmparatorluğa dönüşmesiyle yavaş yavaş eski popülerliğini kaybeden kavram, İtalya’daki şehir devletlerinde Rönesans çağında tekrar yankı bulmaya başlamıştır. Burada Machiavelli önemli bir yer tutar; özellikle Discorsi sopra la prima deca di Tito Livio’da cumhuriyeti yurttaş erdemi (virtù), karma anayasa (ordini misti) ve kurumsal denge üzerinden temellendirir; milis[1] ve sivil katılım vurgusuyla keyfî iktidarı sınırlayan kurallar bütününü savunur. Floransa ve Venedik deneyimleri, bu “özgürlüğü kıskançlıkla koruma” (libertà) fikrini somutlar. Rönesans cumhuriyetçiliği, buradan erken modern İngiliz “commonwealth” geleneğine (Harrington, Milton) ve Montesquieu aracılığıyla Atlantik dünyasının anayasal tasavvurlarına uzanır.

Commonwealth[2], esasen Latince res publica hattından gelen ve “ortak varlık/kamusal iyilik hali” anlamını taşıyan bir kavramdır. İngilizce gelenekte republic ve commonwealth çoğu zaman birlikte kullanılır (örneğin “Commonwealth of England”). Bu terminolojik hat, cumhuriyetin yalnızca mutlak monarşi karşıtlığı değil, aynı zamanda kamusal yarar, ortak kurallar, yurttaşlık hak ve ödevleri etrafında örgütlenen bir siyasal birlik olduğunu görünür kılar.[3]

Montesquieu ise Kanunların Ruhu özgürlüğü “kanunların izin verdiğini yapabilmek” diye tanımlar; bunun kurumsal güvencesi kuvvetler ayrılığı ve fren–dengedir. Küçük cumhuriyetlerin kırılganlığına karşı önerdiği federal cumhuriyet modeli, bir yandan yerel erdemi korur, öte yandan ölçeği büyüterek Cumhuriyet’i modern dönemde ve büyük ölçekte uygulanabilir kılar.

İşte tam burada, bugüne dek süren bir ayrım belirginleşir. Cumhuriyetçilik, liberal bireyci çizginin “doğal haklara sahip bağımsız birey” vurgusundan farklı olarak, hakları karşılıklılık ile kamusal hak ve yükümlülüklerle birlikte düşünen yurttaş kavrayışını öne çıkarır. Hak, başkalarına ve bütüne karşı sorumluluktan ayrılamaz. Bu hattı, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesinde gördüğümüz öz-yasa koyma ve genel irade fikri güçlendirir. Latince res publica (kamusal iş/ortak varlık) geleneği de keyfî ve mutlak iktidara karşı bir anlam taşır; çünkü keyfî iktidar, yurttaşların kendi koydukları kurallarla kendilerini yönetmelerini engeller. Bu nedenle cumhuriyetin mutlak monarşi karşıtlığı, yalnızca “tahtın reddi” değil, kurallı öz-yönetim idealinin sonucudur.

Bu kuramsal zeminin üzerine yükselen Amerikan (1776–1787) ve Fransız (1789–1791) devrimleri, cumhuriyetçiliği yeniden kurumsallaştırdı. Tıpkı Yunan sonrası Roma örneğinde olduğu gibi, bize bu durum fikir tartışmalarının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. 19. ve 20. yüzyıllar boyunca bu model—sıklıkla milliyetçilikle de birleşerek ülkelere göre mutlakiyet karşıtı cumhuriyet ya da anayasal monarşi formlarına bürünerek—yaygınlaştı; meşruiyetin neredeyse evrensel ölçütleri hâline geldi. Bugün özellikle küreselleşme cumhuriyetçiliğin bazı dayanaklarını zorlasa da tartışma hattı yeni-cumhuriyetçilik (tahakkümsüzlük) ve komüniteryenizm (ortak iyi/cemaat) ekseninde canlılığını koruyor.

  1. Sonuç

Görüldüğü üzere Kemalizm’in cumhuriyetçiliği, yalnızca “sultanın yokluğu” değildir; antik politeia ve Roma res publica geleneğinin, Rönesans–Atlantik cumhuriyetçiliğinin ve Osmanlı meşrutiyet tecrübesinin mirasçısıdır. Kemalizm’in cumhuriyetçilik ilkesini; egemenliği millete veren, laik ve yazılı hukukla iktidarı sınırlayan, yurttaşın haklarını ödevle birlikte düşünen ve modernleşmeyi kamusal eğitim ile kurum inşası üzerinden sürdüren ulusal ve anayasal bir cumhuriyetçilik yorumu olarak tanımlayabiliriz.

Bu yazıda cumhuriyetçiliğin çoğu zaman gözden kaçan fikir tarihini ana hatlarıyla inceledik. Bir sonraki yazıda, yakın dönem üzerinden cumhuriyetçiliğe yöneltilen eleştirileri tartışacak; cumhuriyetçiliğin bugüne ne söylediğini ve yarına dair imkânlarını ele alacağız.

Enes Utku Özdemir

Dipnotlar:

[1]Machiavelli, Prens’te (özellikle XII–XIV. bölümler) ve daha sistematik biçimde Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerine Söylevler’de kiralık askerlerin (condottieri) cumhuriyetçi özgürlük için tehlikeli, yurttaş milislerinin ise hem daha güvenli hem de daha etkili olduğunu savunur. Onu izleyen cumhuriyetçi gelenekte orduya sivil katılım, yurttaşlığın asli bir ödevidir: yükümlülük, hakkın güvencesidir. Bunun modern örneği, Fransız Devrimi’nin levée en masse’ının Napoléon döneminde kalıcı bir zorunlu askerlik rejimine dönüşmesidir; siyasal rejim imparatorluğa evrilse bile “ordu-millet” fikri, yurttaş ile iktidar arasındaki bağın askerî boyutunu görünür kılar. Silah taşıyıp ordu gücüne ortak olan yurttaş, kendi haklarını koruma kapasitesine de ortak olur.

[2] Commonwealth terimi, İngilizcede common (“ortak, kamusal”) ile tarihsel olarak weal/wealth (“esenlik, iyi olma hâli” → günümüzdeki “servet” anlamı buradan türemiştir) bileşimidir; dolayısıyla commonwealth = ortak esenlik/kamusal iyilik demektir.

[3] Aynı mirasın etkisiyle, Platon’un Politeia’sı İngilizce gelenekte The Republic olarak anılagelmiştir. Bu başlık, politeia’nın “şehir-devletin siyasal/anayasal düzeni” anlamını Latince res publica üzerinden modern dile taşıyan bir çeviri geleneğinin ürünüdür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir