Cumhuriyet’in İşçisi Olmak I: İktisadi Kalkınmanın Bedeli

“Kemalist Devletçilik Anlayışının Bir Analizi” başlıklı yazımda da gösterdiğim gibi erken cumhuriyet döneminde özel sermaye birikimini önceleyen iktisat tahayyülü[1] çok güçlü bir iktisadi büyüme trendi yakalamıştı. Hatta Türkiye, 1927-1939 arasında en hızlı sanayileşen üç ülkeden birisi olma sıfatına nail olmuştu.[2]

Fakat bu dönemi incelerken, bahsi geçen makalede de ifade ettiğim gibi, madalyonun diğer bir yüzünün olduğu da unutulmamalıdır. Fevkalade ekonomik büyümeye rağmen bu büyümenin tüm toplumsal sınıflara eşit dağıldığını ifade etmek çok zordur. İki bölümden oluşan bu yazı serisinde cumhuriyet iktisadını emekçi sınıflar açısından değerlendireceğim.

Esas itibariyle iktisadi eşitsizliğin, Piketty’nin özel teşebbüse dayalı kapitalist ekonomilerin eşitsizlik üretmeye mahkum olduğu[3] tezinden ziyade, siyasi bir mahiyete sahip olması ve devletin kurumsal yapısı ile politikalarının sonucunda ortaya çıktığını ifade etmek yanlış olmayacaktır.[4]

Bewley’nin emek ekonomisi alanında çığır açmış çalışmasında da gösterdiği gibi ücretler çoğu zaman işçinin üretkenliğiyle örtüşmeyebilir.[5] Bu yüzden de sosyal adaletsizliği ve ücretlerin seviyesini, salt olarak neoklasik iktisadın öne sürdüğü marjinal verimlilik kanunu, yani işçinin üretkenliğinin arz-talep mekanizması ile reaksiyonu açıklamasıyla izah edemeyiz.

Stiglitz bu konuda şöyle yazmaktaydı: “(Eşitsizlik) ik­tisadi olduğu kadar siyasal süreçlerin de bir sonucu(dur) (…) Modern bir ekonomide devlet, oyunun kurallarını belirler ve bu kuralları uygu­lar: adil rekabetin ne olduğu, hangi davranışların rekabet karşıtı ve yasadı­şı sayıldığı, kişinin borçlarını tamamıyla ödeyemediği iflas durumlarında ki­min eline ne geçeceği ve hangi eylemlerin dolandırıcılık olarak tanımlanıp yasaklandığına dair kuralları. Devlet aynı zamanda (bazen açık, bazen üs­tü kapalı şekilde) kaynak aktarımları yapar ve vergiler ve sosyal harcamalar aracılığıyla piyasanın oluşturduğu, teknoloji ve siyasetin şekillendirdiği ge­lir dağılımını düzenler.”[6]

Bir çalışanının ücretinin belirlenmesi, kaçınılmaz olarak, işçi-işveren arasındaki bir pazarlık süreci olarak ele alınmalıdır. Bu taraflar arasında pazarlık gücü nispi olarak fazla olan taraf, sonucun, yani ücretin belirlenmesinde son söz hakkına sahip olacaktır.[7] Tarafların pazarlık güçleri da kaçınılmaz olarak emek piyasalarının devlet tarafından oluşturulan kurumsal temellerinin dinamikleri tarafından şekillenecektir.[8]

Atkinson da iktisadi eşitsizliğin artışındaki en temel faktörün, Galbraith’in deyimiyle “dengeleyici gücün”(countervailing power) tahrip olması ve böylece pazarlıktaki güç dengelerinin değişimi olduğunu kaydetmektedir.[9]

Nitekim, cumhuriyet döneminde işçi sınıfının pastadan pay alamamasının kökeninde, kanaatimce rejimin politik iktisadi tercihleri ve emek piyasalarının kurumlarını teşkil eden yasama faaliyetleri sonucu işçi sınıfının pazarlık gücünde mütemadiyen düşüşe maruz kalması ve işveren-işçi arasındaki dengeleyici gücün, işveren ve sermaye lehine kaydırılması yatmaktadır. Özetle denebilir ki güçlü ekonomik büyümenin maliyeti, işçi sınıfının omzuna yüklenmişti. Metinsoy şöyle yazar:

“Türkiye’nin(…) devlet öncülüğünde kalkınma ve sanayileşmeye dayalı ekonomi politikası, kısa sürede üretimi ikiye katladı. Öte yandan, işgücünü kontrol etmeye ve işgücünün maliyetini mümkün olan en düşük seviyede tutmaya yönelik sert önlemler, neredeyse tüm ücretliler için eşitsiz gelir dağılımına ve ağır çalışma ve yaşam koşullarına neden oldu. Düşük gelirli şehirli ücretlilerden cumhuriyetin ekonomik kalkınma programlarının bedelini ödemeleri istendi.”[10]

Jön Türkler’in ve Kemalist rejimin dünya görüşünde burjuvazi, modern bir toplumun olmazsa olmazıydı.[11] Temel ekonomi politikaları da yerli bir burjuva sınıfı yaratma amacı etrafında şekillenmekte ve bir an önce ülkeyi sanayileşmiş ve modern kapitalist bir ekonomi yapma amacını[12] gütmekteydi. Fakat bununla beraber cumhuriyetin kurucu entelijansiyası, bilhassa Atatürk, Fransa’nın 3. Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisi olan solidarizmden de derinden etkilenmişti.[13]

Solidarizm muhtevası açısından özel teşebbüs hürriyetini sosyal adaletle bağdaştırmaktır. Yani solidarizm bir nevi üçüncü yol, veyahut Zafer Toprak’ın da ifade ettiği gibi sosyal demokrasiyle paralel bir düşündür.[14] Hakikaten, cumhuriyetin kurucu felsefesi ideolojik olarak sosyal adalet olgusunu, toplumsal huzur için bir mihenk taşı olarak görmekteydi.[15] Bununla beraber, erken cumhuriyet döneminde sosyal adalete verilen önem, tam anlamıyla pratiğe yansı(ya)mamıştı.

Muasır medeniyetleri bir an önce yakalama isteği ve “geç kalma” korkusu, Kemalistlerin bir an önce sanayileşme ve sermaye birikimini arttırma isteklerini arttırmıştı. Bu bağlamda olabildiğince çabuk bir kalkınma ve kapitalistleşme için doğal olarak öncelik, sermaye birikiminin lehine olacaktı. Bu tasavvurun doğrudan sonuçlarından birisi ise özel sermaye birikiminin arttırılması için ucuz ve disiplinli iş gücünden yararlanmak istenmesiydi.

Dolayısıyla bu dönemde sosyal adaleti ikinci planda bırakan politikalar, kasıtlı ideolojik bir seçimden daha çok dönemin şartları içerisinde geç kalmışlığın yarattığı bir teyakkuz psikolojisinin sonucuydu. İfade edildiği gibi düşünsel olarak kurucu elit solidarizme de bağlıydı. Fakat modern ekonomi ve modern bir devlet inşası için evvela bir burjuva sınıfının yaratılması, bunun için de devletin aktif bir müdahaleci rol oynaması kaçınılmazdı.

Peki, yukarıda ifade edilen hususlar pratiğe nasıl yansıdı? 1936 İş Kanunu’na kadar işçiler hakkında birtakım mevzuatlar çıkarılsa da hiç geniş kapsamlı bir iş mevzuatı yasalaşmamıştı.[16] 1921 yılında, işçilerin talebi üzerine, henüz Milli Mücadele döneminde, bir iş mevzuatı hazırlığına girişilmişti. Söz konusu iş kanunu tasarısı, 1924 sonuna doğru tamamlanıp meclise sunulmuştu.

Bu yasa işçilere grev hakkı tanımaktaydı. 12 yaş altında çocuk işçilik yasaklanmış ve maksimum çalışma süresi ise 10 saat ile sınırlanmıştı. Kısacası o dönemin şartlarına göre ilerici nitelikte bir yasaydı, hele ki o dönemde ABD gibi bir ülkede bile grevin kanun dışı olduğu göz önünde bulundurulursa.[17] Fakat Büyük Meclis Genel Kuruluna geldiğinde meclis ve hükümet üyeleri yasanın gereksiz olduğunu iddia edip yasayı bloke etmişlerdi.[18]

Ne var ki 1920’li yıllarda iş hayatını düzenleme girişimleri bununla da sınırlı kalmamıştı.

1924 Anayasası’nın 70. maddesinde içtima ve cemiyet kurma hakkının Türklerin doğal hakkı olduğu kabul edilmiş[19] böylece sendikalaşma zımnen anayasa tarafından tanınmıştı. Fakat bu hiçbir zaman pratiğe yansımamış ve sendikalaşmayla grev, devlet tarafından hoş karşılanmamıştı.[20]

Nitekim, 1 Mart 1929 Tarihli Ceza Kanunu’nun 201. maddesinde sanayi ve ticaretin tehdit veya zora başvurarak engellenmesi halinde büyük cezalar öngörülüyor ve aynı maddenin 8 Haziran tadil hükmüyle “grev” sözcüğü açıkça yer almamakla birlikte fiilen grev sayılabilecek türden hareketler için altı yıla kadar hapis cezası getiriliyordu.[21] Yine de 1936 İş Kanunu’na kadar grev tam anlamıyla yasaklanmamıştı. Hatta 1932’de hazırlanan İş Kanunu’nu tasarısı, grev hakkını tanımak istemiştir. Ahmet Makal bu tasarının, nispeten, özellikle de 1936 İş Kanunu’na göre daha liberal ve koruyucu nitelikte olduğuna dikkat çeker.[22] Alkin ve Alpay, tasarı ve bunun reddedilişi hakkında şöyle yazar:

“1932 tarihli tasarı, çalışma hayatını tümüyle kapsamayı amaçladığı gibi, grev ve iş kazaları da içinde olmak üzere, çağdaş mevzuatın işçiye sağladı­ğı hakların kurumsallaşmasını öngörmüştür. Söz konusu iş kanunu tasarısı, henüz taslak halindeyken çeşitli özel kesim kuruluşlarına gönderilmiş, fakat kabul görmemiştir. Özel kesim, İş Kanunu’na muhalif tavrını açık bir biçimde ortaya koymasa da süreci zaman içinde uzatma yolunu izlemiştir ve bu tasarı yasalaşmamıştır.”[23]

Buradan da anlaşılabileceği üzere, bu dönemin şartlarında son derece ilerici sayılabilecek bu tasarı, iş çevrelerince hoş karşılanmamış ve bunun sonucunda da yasalaşmamıştı. İş hayatının düzenlenmesi hususunda değinilmesi gereken başka bir kanun 1924 tarihli hafta tatili kanunudur. Bu kanun cuma’yı tatil günü olarak belirlemiş ve işçilerin söz konusu günde çalışmayacağını öngörmüştür. Fakat bununla berber çeşitli kararnamelerle birçok sektör, bu tatil kanunundan muaf tutulmuş ve işverenlerin sıklıkla, işçilerinin tatillerini çeşitli sebeplerle iptal etmelerine olanak sağlanmıştı.[24] Mesela 1924 tarihli bir polis raporu, özellikle demiryolu ve travmay işçilerinin, pratikte hafta tatili kanunundan yararlanamadığı, cuma günleri de çalışmak zorunda bırakıldığı, cuma günleri tatil talep eden işçilerinse kovulduğu nedeniyle hükümeti işverenleri kayırmakla suçladığını aktarır.[25]

1930 tarihli Umumi Hıfzıssıha Kanunu da bu bağlamda bahsedilmeye değerdir. Bu yasa, daha hijyenik, sağlıklı ve güvenli çalışma koşulları yaratma amacı güdüyordu.[26] Bu yasa ile çalışma koşullarında çeşitli düzenlemeler yapılmış fakat bunlar göreceğimiz gibi tam anlamıyla fiiliyata yansımamıştı[27]. 12 yaşından küçük çocukların, fabrika ve imalathane gibi sanayi kuruluşlarında çalışması yasaklanmış, fakat ticaret, ulaştırma, tarım gibi sektörlerde kullanılan çocuk emeği için herhangi bir kısıtlama getirilmiyordu.[28] Zaten, kısıtlama getirilen sektörlerde de pratikte aktif olarak hâlâ çocuk emeğinden faydalanılıyordu.

Örneğin, 1936 yılında CHF’nin bir parti müfettişi, Isparta’da yüzlerce çocuğun gün doğuşundan batımına kadar aralıksız şekilde son derece kötü koşullarda tezgahlarda çalıştırıldığını aktarmaktaydı.[29] Kanun tam anlamıyla uygulanamamıştı. Öyle ki Kasım 1935’de bir kadın işçinin Son Posta Gazetesi’ne yazdığı mektubunda Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun neredeyse hiç uygulanmadığını, bu yüzden de o dönem görüşülen ve 1936’da kanunlaşacak olan İş Kanunu’nun da koşulları iyileştireceği iddiasını şüpheli olarak değerlendirdiğini yazmaktaydı.[30]

Bu dönemde işçiler için çalışma koşulları tek kelimeyle korkunçtu. Söz konusu zaman diliminde İstanbul’daki tütün işçileri günde sadece 50 ila 100 kuruş ücret almakta ve günde 12 saat çalışmaktaydı.[31] Sümerbank gibi bir devlet kuruluşunda dahi günlük ücret sadece 50 kuruştu ve günde 10 saati aşan bir çalışma süresi mevcuttu. Anadolu kentlerinde çalışan çocuk ve kadın işçilerse günde sadece 10-15 kuruş kazanmaktaydı.

Bu dönemde İstanbul Ticaret Odası 1933’de yayınladığı raporda 4 kişilik bir ailenin açlık sınırını ayda 122 lira civarında belirlemişti. Dönemin bir gazetesine göre ise bu dönemde öğretmenler, eğer maaşlarını alabilirlerse bile ayda sadece 30 lira kazanabilmekteydi.[32] Nitekim öğretmenler, memurlar ve din görevlileri çoğu zaman maaşlarını gecikmeli alıyorlar veya hiç alamıyorlardı. 6 Ağustos 1932’de Niğde’de 22 öğretmen, Başbakan İnönü’ye mektup yazmışlar ve aylardır maaş alamadıklarını, artık şeref ve namuslarını kaybetme evresine geldiklerini ifade etmekteydiler.[33] Devlete ait olan, Seyhan’da işletilen bir fabrikada çalışan bir işçiyse, günde 14 saat çalıştığını ve çoğu zaman maaş alamadığını kaydetmekteydi.[34] Adapazarı’nda çalışan 500 işçi kadın, toplanıp Köroğlu gazetesine yazdıkları mektupta günde en az 13 saat çalıştıklarını ifade etmekteydiler.[35]

CHF’nin Çankırı yerel parti kongresi, işçilerin aşırı kötü koşullarda çalıştırıldığı ve 1930’daki Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun işyerlerinde uygulanmadığı konusunda parti genel merkezini uyarmaktaydı.[36] Samsun Parti kongresi de iş sürelerinin kısaltılması ve iş güvenliği tedbirlerinin arttırılmasını talep etmekteydi.

1930’da yapılan bir araştırmaya göre bu dönemde Türkiye’de sanayi sektöründe ortalama çalışma süresi 9 saati aşmaktaydı.[37] 1933-4’de Türkiye’de işçilerin çalışma koşullarını inceleyen Amerikalı Hines-Kemmerer uzman heyetinin işçilerin çalışma koşulları hakkındaki raporundan bazı kısımlar şöyleydi:

“Ek­seriyetle ücret seviyesi ancak idame-i hayat için kifayet edecek derecededir ve bundan dolayı ücretli sınıfın iştira kuvveti son derece düşüktür.”

“Türkiye’de işçilerin sağlığı ve güvenliği için alınan en iyi sosyal önlemler bile ilkel düzeydedir”

“İşçilerin sağlığıyla ilgili önlemler korkunç… Sosyal sigorta sistemi nadir ve çok sınırlı sayıda insanı kapsıyor.”[38]

Bir CHF parti müfettişine göre Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun getirdiği hükme rağmen neredeyse hiçbir fabrikada sağlık görevlisi istihdam edilmemekteydi.[39] Celal Bayar, 1936 tarihli Şark Raporu’nda Adana civarında işçilerin durumunun hayal bile edilemeyecek kadar “feci” olduğunu kaydeder.[40] Birçok gazete neredeyse her gün işçilerden çalışma koşullarını eleştirip devletten daha fazla koruma talep eden mektuplar almaktaydı. Çoğu işçinin tatil ve dinlenme günlerinin olmaması da ayrı bir problem ihtiva etmekteydi.

1924 tarihli hafta sonu tatili yasası ve ardından çıkarılan 1935 “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Kanunu”na rağmen pratikte yasalar uygulanmamış ve çoğu işçinin düzenli bir hafta sonu tatil günü olmamıştı. Çoğu fabrika Cumartesi hatta Pazar günü tam vardiya çalışmaya devam etmekteydi. İzmit’te çalışan bir tütün işçisi bir gazeteye iktisat vekaletine durumu defalarca bildirmelerine rağmen tüm işçilerin yasadışı şekilde Pazar günü de çalıştırılmasından yakınmaktaydı.[41] Türkiye’de sosyal politika disiplinin kurucularından olan Gerhard Kessler, 1937-1938 tarihinde ilk kez yayınlanan Türk iş istatistiklerini birçok sektörde, “işçiler için henüz muntazam bir hafta tatili mevcut olmadığı anlaşılmaktadır” sözleriyle değerlendirmekteydi.[42]

Dönemin emek tarihi açısından en mühim mevzuatı ise şüphesiz 1936 İş Kanunu’ydu. Sonraki yazımda da 1936 İş Kanunu’nu ele alacağım ve bunun işçilerin pazarlık güçlerini nasıl şekillendirdiğini ifade ettikten sonra erken cumhuriyet dönemindeki emek-sermaye eşitsizliğinin ampirik verilerini aktarıp argümanlarımı kantitatif verilerle desteklemiş olacağım. Son olarak işçilerin düşük pazarlık güçlerinin sonucu olan düşük ve yapışkan ücretlerin dönemin iktisadi büyümesi üzerindeki etkilerini ele alacağım.

Dipnotlar:
[1] https://daktilo1984.com/yazilar/kemalist-devletcilik-anlayisinin-bir-analizi/
[2] Bernard Lewis, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 637
[3] Thomas Piketty, 21. Yüzyılda Kapital, 2014, s. 625. Pikkety’nin çalışması veriler açısından literatürdeki en zengin çalışma olsa da teorik altyapı (Piketty Harrod-domar modeli kullanır ki bu modern iktisat standartlarında epey ilkeldir); analiz ve yorumlama bağlamında ciddi sorunlar barındırdığı kanısına sahibim. Piketty hakkında yerinde eleştiriler için bknz: Acemoglu, Daron, and James A. Robinson. “The Rise and Decline of General Laws of Capitalism.” The Journal of Economic Perspectives 29, no. 1 (2015): 3–28; Blume, Lawrence E., and Steven N. Durlauf. “Capital in the Twenty-First Century: A Review Essay.” Journal of Political Economy 123, no. 4 (2015): 749–77; Debraj Ray, 2015. “Nit-Piketty: A Comment on Thomas Piketty’s Capital in the Twenty First Century,” CESifo Forum, ifo Institute – Leibniz Institute for Economic Research at the University of Munich, vol. 16(01), pages 19-25.
[4] Bu konuda bknz: Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, 2020; Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli; John Kenneth Galbraith, American Capitalism, 2012; Douglas North, Kurumlar, Kurumsal değişim ve ekonomik performans, 2002, s. 145; Hacker, Pierson, Winer-Take-All Politics, 2015.
[5] Truman Bewley, Why Wages Don’t Fall During A Recession, 1999, s. 81-5.
[6] Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli, 2020, s. 81-2.
[7] Blanchard, Illing, Makroökonomie, 2021, s. 234-9.
[8] Şurası da ifade edilmeli ki emek piyasaları veya genel olarak piyasa ekonomileri spontane şekilde kendiliğinden oluşmadı; bilakis devletin yarattığı kurumsal çerçeve sonucu tarih sahnesine giriş yaptılar. Bknz: Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, 2021, s. 201-4.
[9] Anthony Atkinson, Inequality, 2015, s. 82-3.
[10] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, s. 125.
[11] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2000, s. 291; Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 1996, S. 167-8; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 2012, s. 468; Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 2015, s. 82-3
[12] Atatürk, Sovyet Büyükelçisi Aralov’a şunları söyler: “Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor”. (Aktaran: Ahmed a.g.e.) Ayriyeten bknz: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 25; Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat, 1995, s. 16-20.
[13] Zafer Toprak, Atatürk; Kurucu Felsefenin Evrimi, 2020, S. 83, 144-161 ve 273-4.
[14] Toprak a.g.e. S. 146. Ayriyeten solidarizm için bknz: HAYWARD, J. E. S. “THE OFFICIAL SOCIAL PHILOSOPHY OF THE FRENCH THIRD REPUBLIC: LÉON BOURGEOIS AND SOLIDARISM.” International Review of Social History 6, no. 1 (1961): 19–48.
[15] Afet İnan, Vatandaş için Medeni Bilgiler, 1933, S. 101-4. Kemalist elitin sosyal adalet kavramını önemsemesinin bir sebebi doğu komşularında yükselen sosyalizm tehlikesiyse, diğer bir sebebi de Osmanlı’nın oluşturduğu son derece heterojen, parçalı ve bölünmüş toplum yapısının sebep olduğu bunalımların Kemalistlerin hafızalarında hâlâ taze olması ve tarih tekerrür etmesin diye homojen, birbiriyle sıkı, bütün bir toplum tasavvurunu gerçekleştirme çabalarında sosyal adaletin önemini anlamış olmalarıydı.(Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, 2006, s. 44-5.)
[16] Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı 1908-1946, 2016, S. 230; Ahmet Makal, Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, 1999, s. 32
[17] Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, 2020. s. 165
[18] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 145; Quatert, Zürcher, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1998, S. 164; Toprak, a.g.e. s. 329
[19] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, s. 309.
[20] Toprak, a.g.e. s. 325-9.
[21] Quatert, Zürcher a.g.e. S. 163. Ayriyeten Takrir-i Sükun çıkınca islamcılardan önce sosyalist-komünist basının kovuşturmaya uğradığını kaydetmek gerekir. Bknz: Hakan Özoğlu, Cumhuriyet’in Kuruluş Savaşları, 2023, S.122-3; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1981, s. 146.
[22] Makal, a.g.e. s. 353-4.
[23] Yalın Alpay, Emre Alkin, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, 2020, s. 66.
[24] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, s. 130.
[25] Aktaran, Murat Metinsoy, a.g.e. s. 141-2.
[26] Makal, a.g.e. s. 423.
[27] Makal bu durum hakkında şöyle yazar: “Umumi Hıfzısıhha Kanunu, ücretliler açısından koruyucu düzenlemeler yapmakla birlikte, zaten sınırlı olan sosyal hü­kümleri gerekli bir denetleme örgütü kurulamadığı için uygu­lamaya yeterince aktaramamıştır.” (Makal, a.g.e. s. 344)
[28] Toprak, a.g.e. s. 175.
[29] Metinsoy, a.g.e. 132.
[30] Metinsoy, a.g.e. 146.
[31] A.g.e. s. 128.
[32] A.g.e. s. 129.
[33] A.g.e. s. 139.
[34] A.g.e. s. 140
[35] A.g.e. s. 141
[36] A.g.e. s. 141.
[37] Makal, a.g.e. s. 397.
[38] Makal, a.g.e. s. 354-5.
[39] Metinsoy, a.g.e. s. 132.
[40] Celal Bayar, Şark Raporu, 2006, s. 89.
[41] Metinsoy a.g.e. s. 142.
[42] Aktaran: Makal a.g.e. s. 335.