Öncelikle belirtmek istiyorum ki bu yazı İklim Kanunu’na kavramsal olarak karşı bir yazı değil. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi Türkiye, coğrafi yapısı, tatlı su kaynakları ve iklimsel özellikleri nedeniyle kuraklık riski altında bulunan ve iklim değişikliği nedeniyle varoluşsal tehlikelerle karşı karşıya olan bir ülkedir. Bu nedenle, Türkiye için kapsamlı bir İklim ve Sürdürülebilirlik Kanunu hazırlamak, hem çevresel tehditlere karşı ulusal direnci artırmak hem de ekonomik sürdürülebilirliği güvence altına almak açısından hayati önem taşımaktadır. İklim değişikliği, Türkiye’de sıcaklıkların artması, yağış düzenlerinin değişmesi ve ekstrem hava olaylarının sıklaşması sayesinde yaratacağı temel kriz olan kuraklık ile su kaynaklarının azalması ve tarımsal üretimin düşmesi gibi sonuçlara yol açacak olup Türkiye’mizi bu topraklarda yaşayan Türk ulusuna ev sahipliği yapamayacak bir duruma getirme riskini açmaktadır. Bu yüzden Türkiye için hem ekolojik hem sosyolojik hem de ekonomik konuları detaylı ve bilimsel bir şekilde ele alan, kapsamlı bir İklim Kanunu’na ihtiyacımız var. Fakat birazdan göstereceğim üzere, ihtiyacımız olan bu kanun akp tarafından meclise verilen İklim Kanunu değil. Bu kanun, akp tarafından yapılan tüm kanunlar ve uygulamaya konulan politikalar gibi yetersizdir ve bizim istediğimiz “Sürdürülebilir Türkiye” mücadelemizi ileriye değil, geriye götürmektedir.
Peki meclise verilen bu kanunda akp ne diyor ve ne önermiş? Şimdilik fikir belirtmeden tarafsız bir şekilde özetleyeceğim. Kanun teklifinin genel hatları Türkiye’yi 2053 Net Sıfır Emisyon hedefine taşımak için iklim adaleti, adil geçiş ve yeşil büyüme vizyonu gibi “talking point”leri ilkeselleştirerek yasal zorunluluğa dönüştürmeyi amaçlayan ve bu hedeflere ulaşma yöntemlerini belirtmek üzerine. Bu ilkelerle tutarlı bir yönetim zinciri kurmak için de İklim Değişikliği Başkanlığına ulusal koordinasyon, veri toplama, ikincil mevzuat yapma ve tüm paydaşlardan bilgi isteme yetkisi veriliyor. Aynı zamanda da ulusal iklim stratejisi ve eylem planı dedikleri planı zorunlu hâle getirerek her ilde valilik başkanlığında yerel iklim eylem planlarının hazırlanmasını şart koşuluyor. Böylece net sıfır karbon hedefi, sadece merkezi hükümetin sorumluluğu olmaktan çıkıp bütün illere ve iş sektörlerine dağılıyor. Bu sıfır karbon hedefini gerçekleştirme konusunda akpnin kanununda verilen temel yapıtaşlarından biri de ETS Piyasası, yani Emisyon Ticaret Sistemi piyasası adı altında gizlenmiş bir karbon vergisi…
ETS’nin tam olarak ne olduğunu ve nasıl işleyeceğini açıklamak gerekirse basitçe ETS piyasasını, “karbon salınım izinlerinin” alınıp satıldığı bir yerli borsa gibi düşünmemiz gerekir. Hükümet, ülkedeki toplam karbon salınımı hakkında bir tavan değeri belirler; her üretim tesisine de bu tavanla orantılı belirli miktarda emisyon hakkı dağıtır. Üretim tesisi kendisine verilmiş bu miktarın tamamını kullanmaz veya azaltım yaparak tasarruf ederse kalan iznini başka bir üretim tesisine satabilir; ihtiyacından fazla salım yapan işletme ise piyasadan izin satın almak zorunda kalır.
Bu karbon emisyon izninin devlet eliyle ilk satılması ve sonra şirketler arasındaki “ticareti” ise Enerji Piyasaları İşletmeleri A.Ş (EPİAŞ) üzerinden yapılacak. Bu karbon vergisine ilave olarak bir de gümrükte geçerli olacak karbon vergisi kullanılıyor. Buna göre de Türkiye’ye ithal edilen ürünlere karbon vergisi uygulanacak. Kanun teklifi bu sayede iç üreticiyi koruyup çevreci önlemler almayan ve ucuza üretim yapan ülkelerin iç piyasadaki etkisini azaltmayı hedefliyor.
İklim Kanunu’nun bir diğer yapıtaşı ise “Türkiye Yeşil Taksonomisi” olarak geçiyor, bu da İklim başkanlığı sektörler ve temalar bazında raporlar hazırlayarak, iklim teşviklerini tasarlamak ve finansmanı yönlendirmek amacıyla çevresel ve ekonomik hedefleri mümkün olduğunca objektif bir biçimde sınıflandırmak olarak geçmekte. Türkiye Yeşil Taksonomisi bu şekilde İklim başkanlığı iklim finansmanı oluşturmayı hedefleyen teşvikler olarak teklif ediliyor. Teklif bu sayede kamusal ve özel tüm yatırım ve kredilerin “yeşil” tanımına uygun biçimde yönlendirilmesini, yatırımcının belirsizliğinin azaltılmasını ve yeşil büyüme vizyonuna uygun projelerin önceliklendirilmesini sağlayacağını iddia etmektedir.
Fakat belirtmek gerekir ki meclise teklif edilen bu kanunda sadece karbon vergisiyle emisyon azalımı üzerinden planlanmıyor. Kanun teklifi hatırı sayılır miktarda ormanlık ve sulak alanların korunup arttırılmasından bahsediyor ve bu uğurda karbon kredisi diye bir kavram icat edilmiş. İşletmeler yaptıkları tasarruflar ve destek oldukları yutak alanlar üzerinden bir denkleştirme sistemini faaliyete geçirmekten bahsediliyor. Korunan, genişletilen ve oluşturulan bu yutak alanları kanun teklifinde Net Sıfır karbon için buradan ciddi bir fayda öngörülmekte. Buna ilave olarak bakanlık kurullarının 5 yıllık planlar halinde 0 atık ve döngüsel ekonomi hedeflerinden tutup da yeşil (çevreci anlamda) sermaye desteklerine, alternatif üretim hammaddelerinden yenilenebilir enerjiye sayısız stratejik yol haritası taslaklarından bahsedilmiş.
Peki toplanılan bu paralarla ne yapacaklar? Bu kanuna göre sera gazı izin gelirleri, tahsisat satışlarından elde edilen kazançlar, EPİAŞ’ın ETS piyasasından sağladığı gelirin %50’si, uluslararası karbon kredileri için alınan katkı payları ve kesilen idari para cezalarının yarısı devletin genel bütçesine “özel gelir” olarak kaydedilir. Bu kaynakların harcama esasları Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Strateji ve Bütçe Başkanlığının onayıyla çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenecek şekilde gelirlerin tamamı İklim Değişikliği Başkanlığı’nın bütçesine özel ödenek olarak aktarılır ve yalnızca iklim değişikliğiyle mücadele ve yeşil dönüşüm amaçlı projelerde kullanılabilir. Çok da uzatmamak gerek, özetle kanun teklifinin genel hatları bu yönde.
Şimdi nelerin teklif edildiğini bildiğimize göre İklim Kanununu eleştirel bir şekilde ele alabiliriz. Öncelikle söylemek gerekirse kanun teklifi baştan aşağı saçmalıktan ibaret. Avrupa’dan gördükleri ama Avrupa’nın bile uygulamadığı saçmalıklar silsilesi… Arada kulağa mantıklı gelen birkaç madde olsa da (Kanun teklifinde 18 madde var) göze batan en çarpıcı teklif ETS dedikleri karbon piyasası bir rezalet örneğidir. Karbon vergisine kavramsal olarak karşı değilim, hatta gerektiği yerler de var fakat Türkiye gibi bir ekonomik krizden geçen bir ülkede bu çoğu küçük ve orta işletme için ölüm fermanı sayılabilir. Türkiye ekonomisi son yıllarda şiddetli bir şekilde servis ekonomisine kaydı, devlet politikalarıyla üreticiyi ve üretim yapan her işletmeyi cezalandırıyor. Bu ETS sisteminde kanun teklifinde düzgün bir koruma mekanizması yok, zaten zar zor üretim yapabilen üreticilere binen ekstra yük büyük şirketlerin küçükleri satın almasıyla ve onların üretim hakkını kendine aktarmasına imkân sağlıyor. Doğrudan böyle bir hostile takeover yapılmadığı takdirde bile küçük üretici bu yükün altından kalkamayacağı için iflasa sürüklenecek ve büyük üreticiler doğal olarak onların yerine çökecek. Bu yüzden bu kanun ekonomide ve sanayide sermaye tekelleşmesine doğrudan destek vermekte.
Akp hükümetinin altında meşhurlarmış yolsuzluk davalarını ve skandallarını da göz önüne alırsak böyle bir karbon salınım izni “piyasasının” ne şekilde kullanılabileceğini düşünmek tüyler ürpertiyor. Uzun yıllardır Türkiye’de bir İklim Kanunu bekleyen biri olarak bu kanun teklifine gerçekten olumlu yaklaşmaya çalıştım fakat maalesef bu kanun teklifinde olumlu görülebilinecek bir şey yok.
Kanun teklifinde aynı zamanda göze çarpan eksiklikler de var. Mesela sektörel emisyon azaltım hedefleri net biçimde tanımlanmamış. Enerji, sanayi, ulaşım, tarım gibi alanlara azaltım öngörülüyor ama bu azaltımın nasıl yapılacağı düzgün bir şekilde anlatılmamış ve ilave olarak da bu azaltımların miktarı, hangi zaman diliminde gerçekleştirileceği ve nasıl ölçülüp raporlanacağı belirsiz bırakılmış. Aynı şekilde, ormanlar, tarım arazileri ve sulak alanlar gibi karbon yutaklarının artırılması gerektiği belirtilmiş olsa da bunun nasıl yapılacağına dair arazi kullanımı, kentleşme sınırları ve ormansızlaşmanın önlenmesine ilişkin güçlü düzenlemelere yer verilmemiştir. Tamamen içi boş olacak şekilde yüzeysel olarak değinilmiş. Veri toplama konusunda da emisyon verilerinin izlenme, raporlanma ve doğrulanma süreci değişimin gerçekleşmesi ve politikaların uygulanmasında kritik önem sahibi olmasına rağmen bu sistemin altyapısı, araçları ve sorumluluk dağılımı gibi detaylar ya eksik bırakılmış ya da ikincil mevzuata havale edilmiştir. Türkiye’de devlet bürokrasisinin olumlu konulardaki basiretsizliği göz önüne alınca bu işin başlangıcı olan raporlama ve araştırma aşamasının bile düzgün yapılabileceğine karşı bile güven duyulmuyor. Ayrıyeten, yerel yönetimlere 2027’ye kadar iklim eylem planı hazırlama zorunluluğu getirilmiş olsa da belediyelerin bu yükümlülüğü yerine getirebilmesi için gerekli teknik kapasite, uzman insan kaynağı ve finansman desteğine ilişkin hiçbir düzenleme yok. Son olarak, katılımcılık ilkesi kanunda anılsa da karar süreçlerine halkın, sivil toplumun, akademinin ve hatta üniversite gençliğinin dahil edilebilmesi konusunda hiçbir detay (örneğin yerel iklim konseyleri, belediye forumları, açık veri platformları) oluşturulmamış. Kapsayıcılık ilkesini ciddi bir şekilde kısıtlayan, hatta direk yok sayan bu kanun görev alan ve karar veren mekanizmaları tamamen akp/mhp bürokrasisine ve sermaye sınıfına zincirlemekte. Bu prangalara sahip bir kanunun Cumhuriyet’e ve Türk milletine bir pozitif fayda edebilecek potansiyeli olduğuna inanmıyorum.
Kanun teklifinin haklı olduğu tek bir yer var o da iklim krizi ve karbon salınımı hakkındaki temel mücadele vatandaşla değil şirketlerle, fabrikalarla olur. Fakat Türkiye gibi bir ekonomik kriz, enflasyon, işsizlik, faiz krizi ülkesinde bu doğru yol değildir. Bu yasa İklim Krizi ile mücadele adı altında servet transferi yapmaktan öteye gidemeyecek ve yüzbinlerce vatandaşımızın ve ailesinin işsiz evsiz ve aç kalmasına sebep olacaktır. Bu kadar net bir şekilde istismara ve yolsuzluğa sebep olabilecek bu kanunun meclisten geçmemesi hem Türkiye hem de İklim mücadelesi için daha hayırlı olur.