ABD Çin’e Karşı: “İki Yaldızlı Çağ”ın Çarpışması
“Ancak maddi ve kültürel yaşamdaki tüm ilerlemelere rağmen, bir şeylerin yanlış gittiği hissi baki kaldı (…) bir vida gevşemiş ve böylece çarklar dengesini kaybetmişti. Refah, yakın geçmişte yaşanan krizin de ortaya koyduğu gibi kırılgandı. Eşitsizlik (…) her zamankinden daha belirgin hale gelmişti. Kapitalistler hükümeti kontrol ediyordu.”
Bu pasajda, “American Colossus” kitabının yazarı tarihçi H.W. Brands, 1865-1900 yılları arasındaki Amerika’nın Yaldızlı Çağı’nı (Gilded Age) tarif ediyordu. Ancak bu tanım pekâlâ bugünün Çin’ini de anlatıyor olabilir.
1978’de piyasalara açıldığından beri Çin’in ekonomik ilerlemesi, tam anlamıyla bir mucize niteliğindeydi. Kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hasıla, 1978’den 2012’ye kadar tam 40 kat arttı ve bu büyüme, Dünya Bankası’nın da belirttiği üzere, “büyük bir ekonominin tarihte en hızlı ve sürdürülebilir genişlemesi” oldu. Ancak bu muazzam ilerleme birçok sorunla birlikte geldi; bunlardan biri, 2012 yılına gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri’ndekini bile aşan bir gelir eşitsizliğinin hızla artmasıydı. Aynı yıl, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) yeni Genel Sekreteri Xi Jinping, yolsuzluğun “şok edici” seviyelere ulaştığını ve kontrol altına alınamadığı takdirde “partiyi ve ulusu mahvedeceği” konusunda uyarılarda bulundu. Kamunun ve şirketlerin borçları, sürdürülemez seviyelere tırmanıyordu. 2021 yılında, Çin’in ikinci büyük emlak şirketi Evergrande borç ödemelerini karşılayamadığında, uzun süredir beklenen balonun nihayet patladığı görüldü.
Kitabım “China’s Gilded Age”de (Çin’in Yaldızlı Çağı) savunduğum üzere, 19. yüzyıl Amerika’sından tarihleri ve isimleri çıkardığınızda, o dönemle 1978 sonrası Çin arasındaki paralellikler çarpıcı hale geliyor. Her iki dönem de yıkımın ardından yeniden doğuşu ve ihtişam içinde zenginliği paylaşan dramatik bir hikâyeye sahip. (“Yaldız” terimi, “altın” ile karıştırılmamalıdır; yaldız, değerli ve parıltılı bir yüzeyin altında sert ve adi bir metalin yattığını ifade eder.)
Thomas Piketty ve diğerleri tarafından da gözlemlendiği gibi, Amerika da şu sıralar 19. yüzyılın Yaldızlı Çağı’nın kısmi bir tekrarını yaşıyor. Ancak eskinin dev çelik ve demiryolu kapitalistlerinin yerini, yüksek finans ve teknoloji devleri almış durumda. Küreselleşme, bütün Amerikalılar için refah vaadini yerine getirmedi; bunun yerine, üretimin Çin gibi dış ülkelere taşınması, çok uluslu şirketlere kazanç sağlarken sanayi şehirlerini içten çökertti. 2008 finansal krizinde, Wall Street’teki elitler devletten kurtarma paketleri alırken, sıradan insanlar işlerini ve birikimlerini kaybetti. Halkın hoşnutsuzluğunu sömüren Trump, 2016 başkanlık yarışına “işleri yurda geri getirmek” ve “bataklığı kurutmak” sloganlarıyla girdi ve herkesi şaşırtarak kazandı.
Popüler kültür klişelerinin aksine, Amerika ve Çin bugün bir “medeniyetler çatışması” içinde değiller. Bunun yerine, Temmuz 2021’de Foreign Affairs’de vurguladığım gibi, ilginç bir güç rekabetine tanık oluyoruz: İki Yaldızlı Çağ’ın (Gilded Ages) çarpışması. Hem ABD hem de Çin, keskin gelir eşitsizliği, iktisadi elitlerin devlet gücünü ele geçirmesi, yolsuzluk ve kendilerini güvenceye alma imkânı olmayan sıradan insanların karşı karşıya olduğu kalıcı finansal risklerle mücadele ediyor. Her iki ülke de kapitalizm ile kendi siyasal sistemleri arasındaki gerilimleri uzlaştırmaya çalışıyor. Ancak bu, komünist köklere sahip Çin sisteminde daha büyük bir yoğunlukla yaşanıyor. Hem ABD Başkanı Biden hem de Çin Devlet Başkanı Xi, kapitalizmin aşırılıklarını sonlandırmayı miraslarının temeli olarak görüyorlar, ancak bunu farklı bayraklar altında yapıyorlar. Biden, “daha iyiyi inşa etmeye” söz verirken Xi, kampanyasını “ortak refah” olarak adlandırıyor.
Ancak, ABD ve Çin’in benzer olması, onların tamamen aynı olduğu anlamına gelmez. Amerika, bireysel özgürlüklerin anayasal güvence altında olduğu bir demokrasi iken, Çin tek parti tarafından yönetilen, yukarıdan aşağıya doğru işleyen bir siyasi sistemdir. Bu yüzden iki ülke ilerici reformları çok farklı şekillerde uyguluyor. 20. yüzyılın başında Amerika yükselen bir sanayi gücü olduğunda toplum; yolsuzluk ve eşitsizliğe karşı siyasi aktivizm, kamu hizmetleri ve yozlaşmış politikacıları görevden alarak mücadele etti. Bugün sanayisizleşmiş bir ekonomi ve eskimiş altyapı ile karşı karşıya kalan Biden’ın gündemi, büyük kamu yatırımları için yasalar geçirmek ve şirketlerden alınan vergileri artırmaya odaklanıyor. Öte yandan Xi, kapitalist aşırılıkları ortadan kaldırmak için yolsuzluğu cezalandırma, yoksulluğu ortadan kaldırma ve “sermayenin kaotik genişlemesini” dizginleme amacıyla kampanyalar yürütüyor. Biden gibi Xi de daha adil bir kalkınma hedefliyor ancak tabiki ÇKP’nin sıkı denetimi altında.
Seçtiğimiz anlatılar, deneyimlediğimiz gerçeklikleri şekillendirir. “Medeniyetler çatışması”, ABD ve Çin’in kültürel -ya da daha kötüsü, ırksal olarak– birbirleriyle savaşmaya mahkûm olduğunu ve herkesin bir taraf seçmek zorunda kaldığını ima eder. Bu anlatıya inanırsanız, yeni bir Soğuk Savaş kaçınılmaz olur. Buna karşılık, “iki Yaldızlı Çağ’ın çarpışması” bize ABD ve Çin’in benzer iç sorunlara sahip rakipler olduklarını hatırlatır. Bu rekabet, kimin diğerini düşürüp geçeceği değil, kimin kendi sorunlarını daha önce çözeceği üzerine olmalıdır. Rekabet, karşılıklı yıkım yerine, kendini yenilemenin bir gücü olabilir.
Amerika’nın Yaldızlı Çağı
Amerikan Yaldızlı Çağı’nı bir kişi üzerinden anlatmak için, demiryolu soyguncu baronu ve adını bir üniversiteye bağışlayan Leland Stanford’dan daha iyi bir aday yoktur. Stanford, iş dünyasına tesadüfen adım attı. Wisconsin’deki hukuk bürosu yangında kül olduktan sonra Kaliforniya’ya taşındı ve ABD’nin en büyük demiryolu şirketlerinden biri olan Central Pacific Railroad’un kurucularından biri oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu ve batı kıyılarını baştan başa bir demiryolu ile birleştirmek devrim niteliğinde bir işti ve bu, Stanford’ı Wells Fargo Bank ve Pacific Mutual Life Insurance Company of California’daki yöneticilikleri ile birlikte, zamanının en zengin adamlarından biri haline getirdi.
Demiryolu inşaatı hem maliyetli hem de riskliydi. Bu nedenle hükümet desteği vazgeçilmezdi. 1861’de, Central Pacific’i kurduktan sadece birkaç ay sonra Stanford, bu sefer Kaliforniya valisi seçildi. Göreve geldiğinde eyalet meclisini, demiryolu inşaatına milyonlarca kamu fonu yatırmaya zorladı. Stanford’un iş ortakları, şirketlerinin kârını maksimize ederken bir taraftan da Central Pacific’in hisse senetleri ve rüşvet dolu valizlerin yardımıyla, başarısızlık riskinin vergi mükelleflerine yüklendiği yasaları geçirmek için politikacıları ikna etti. Bu durum, demiryolu şirketlerinin taleplerini karşılayan 1862 Demiryolu Yasası’nın kabulüyle sonuçlandı. Central Pacific, maliyetleri düşürmek için ucuz iş gücünü hakları olmayan Çinli işçileri ithal ederek karşıladı. Bu işçiler maaşlarına zam ve daha güvenli çalışma koşulları talep ettiklerinde ise yönetim, onları aç bırakarak teslim olmaya zorlayacaktı.
Birçok Amerikalı, kapitalizm ve demokrasinin doğal ve mutlu yoldaş olduğunu varsayar. Amerikan liderleri, kendilerini hem serbest piyasaların hem de siyasi özgürlüğün savunucuları olarak görürler. Ancak Brands’in hatırlattığı gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde kapitalizm ve demokrasi, her zaman bir gerilim içinde var olmuştur:
“Demokrasi eşitliğe, kapitalizm ise eşitsizliğe dayanır. Bir demokraside vatandaşlar kamu alanına birer oyla gelirken, kapitalist bir ekonomide katılımcılar piyasaya eşit olmayan yetenekler ve kaynaklarla gelir ve piyasadan eşit olmayan ödüllerle ayrılır”
Ayrıca, kapitalizm eşitsizlik olmadan çalışamaz, diye ekliyor Brands. İnsanların zekâlarını ve çabalarını sonuç üretmeye yatırmalarını sağlayan, eşitsiz ödüller vaadidir; ne kadar çok eşitsizlik varsa, bu dürtü o kadar güçlü olur. Sonunda bu durum inovasyonu ve ulusal rekabet gücünü artırır.
Ancak bu aynı dürtü, açgözlülüğe ve yolsuzluğa da yol açabilir. Zirveye çıkmak her zaman daha iyi ürün ve hizmetleri şart koşmaz. Bunun yerine elverişli yasalar, devlet yardımları, vergi indirimleri ve çeşitli muafiyetler de aynı işlevi görebilir. Yaldızlı Çağ’ın hikâyelerinin arkasındaki tema, kapitalizmin demokrasiye karşı zaferidir. Kapitalistler hükümeti satın alabiliyordu. Bazen, kapitalistler hükümetin ta kendisiydi. Politik avantajlarla donatılmış olarak emeği sömürdüler, piyasaları tekelleştirdiler ve aşırı riskler aldılar. 19. yüzyıl boyunca Amerika, spekülatif yatırımlar, aşırı değerlenmiş hisse senetleri ve dikkatsiz borçlanmalarla bağlantılı olarak bir değil, tam beş finansal panik yaşadı.
Sonunda, Yaldızlı Çağ’ın kaynayan sorunları daha fazla görmezden gelinemedi. Toplumun farklı kesimlerinden kimisi radikal kimisi ılımlı memnuniyetsiz gruplar, ülke çapında toplumsal hareketler başlattılar. Yeni ortaya çıkan işçi sınıfı, hakları adına grevler düzenledi ve bu grevler işverenleri tarafından şiddetle bastırıldı. Öte yandan, orta sınıftan ilericiler ise yönetişimi iyileştirmek için kamu hizmetinin profesyonelleşmesi, anti-tekel yasaları, sağlık ve güvenlik düzenlemeleri, siyasi kampanyalara yapılan şirket bağışlarına kısıtlamalar, vergi reformları ve daha fazlası için baskı yaptılar. Rüşveti ifşa eden gazeteciler ve şeffaflık hareketleri yolsuzlukları ortaya çıkardı. Bu geniş kapsamlı ekonomik ve politik reformlar bütünü, 1890’lar ile 1920’ler arasında süren İlerici Dönem (Progressive Era) olarak bilinir hale geldi.
Brands’e göre ilericiler, “kapitalizmin demokratik şüphecileriydi”. Bir yandan kapitalizm, milyonlarca Amerikalının yaşam standartlarını yükseltmiş ve Amerika’yı, günümüz Çin’i gibi Avrupalı yatırımcılar için en cazip yükselen ekonomi haline getirmişti. Öte yandan, denetimsiz kapitalizmin güçleri, toplumu parçalama ve ekonomiyi istikrarsızlaştırma tehdidi oluşturuyordu. Artık demokrasinin otoritesini yeniden tesis etme zamanı gelmişti. Yeni bir ilerici reform çağı başlatan Başkan Theodore Roosevelt, “Bu kıtaya demiryolu sistemlerini kuran, ticaretimizi geliştiren, sanayimizi büyüten sinai kaptanlar, halkımıza genel anlamda büyük iyilikler yapmıştır,” dedi. Ancak, “Büyük şirketler yalnızca kurumlarımız tarafından yaratıldıkları ve korundukları için var olurlar; bu nedenle onların bu kurumlarla uyum içinde çalışmasını sağlamak bizim hakkımız ve görevimizdir,” diye ekledi.
Bir yüzyıldan fazla bir süre sonra Pasifik’in diğer tarafında başka bir kapitalist devin lideri, bu kez bir Komünist Parti yönetimi altında benzer sözler sarf edecekti.
Çin’in Yaldızlı Çağı
Eğer Stanford’un siyaset ve iş dünyasındaki hakimiyet tasviri Amerikan Yaldızlı Çağı’nı simgeliyorsa bunun Çin’deki karşılığı, güç ve paranın asimetrik evliliğini temsil eden bir ikili olurdu.
Bo Xilai, modern bir “prens” idi. Babası Bo Yibo, ÇKP’nin öncü isimlerinden biri olarak Mao’nun ölümünden sonra Deng tarafından Çin’in piyasa açılımını yönlendirmek üzere başbakan yardımcısı olarak görevlendirildi. Diğer kıdemli parti yüzleri renksiz ve tekdüze konuşmalar yaparken Bo Xilai, iyi görünümü, cazibesi ve gösterişli tarzıyla öne çıktı. BBC onu “Çin’in Batı tarzı bir siyasetçiye en yakın figürü” olarak tanımladı. 2007’den itibaren Bo, güneybatıdaki geri kalmış bir bölge olan Chongqing’in eyalet parti sekreteriydi. Orada, yoksullar için sosyal yardımları, kamu yatırımlarını, Maocu şarkıları ve suçla mücadeleyi içeren popülist bir gündemi büyük tantanayla uygulamaya koydu. Popülaritesinin zirvesindeyken ÇKP’nin zirvesindeki koltuk için aday olarak görülüyordu. Ancak 2012’de yaşanan şok edici bir dizi olayın ardından Bo, yolsuzluk nedeniyle görevden alındı ve hapse gönderildi. Xi, Bo’nun skandalının ardından iktidara geldi.
Bo’nun yolsuzluğuna dair kamuya açık davalar, kapitalist ortağı Xu Ming’in rolünü ortaya çıkardı. Xu, Bo’nun ailesinin lüks yaşam tarzını yıllar boyunca finanse etmiş ve karşılığında kârlı devlet ihaleleri ve oldukça cömert banka kredileri almıştı. Bütün bunlar; inşaatı, sporu, finansı ve gayrimenkul sektörlerini kapsıyordu. 2005 yılında Forbes, Xu’yu Çin’in en zengin sekizinci kişisi olarak adlandırmış ve servetinin 1 milyar doların üzerinde olduğunu tahmin etmişti. Bo iktidardan düştüğünde Xu da onunla birlikte tutuklandı ve serbest bırakılmasından kısa bir süre önce gizemli bir şekilde öldü.
Çin’in yükselişinin büyük gizemi, sadece Çin’in nasıl zenginleştiği sorusu değildir. Asıl daha karmaşık soru, Bo ve Xu’nunki gibi sayısız skandalda da görüldüğü üzere, Çin’in bu kadar yaygın yolsuzluğa rağmen nasıl zenginleştiğidir. Eğer yolsuzluğun büyümeyi engellediğine ve ABD gibi Batı ekonomilerinin, önce yolsuzluğu ortadan kaldırarak ve yerine iyi ve hesap verebilir kurumlar kurarak başarılı olduğuna inanıyorsak o zaman Çin, “devasa bir aykırı değer” gibi görünmektedir.
Aslında, eğer Çin istisnai ise, bu ancak gerçek Amerikan deneyimi kadar istisnaidir. Elbette ana akım siyasi ekonomide sunulan mitler ve dogmatikleşmiş anlatılar kadar değil.
“Why Nations Fail” (Ulusların Çöküşü) adlı kitabın yazarları ünlü ekonomistler Daron Acemoğlu ve Jim Robinson’a göre, Amerikan kapitalizmi, Avrupa’dan Kuzey Amerika topraklarına “kapsayıcı” ve “sömürücü olmayan” kurumlar getiren Avrupalı göçmenleri sayesinde gelişti. Sonuç olarak, “Thomas Edison’un Meksika veya Peru’dan değil, ABD toplumundan çıkması şaşırtıcı olmamalı” dediler. Çünkü “özel mülkiyeti teşvik eden, sözleşmeleri güvence altına alan ve eşit rekabet ortamı yaratan ekonomik kurumlar” yeniliği ve büyümeyi teşvik ediyordu.
Ancak Amerika’nın Yaldızlı Çağı’nın tarihine genel bir bakış çok farklı bir gerçekliği ortaya koyuyor. Elbette, toplumun küçük bir kesimi -seçkin beyaz erkekler- güvence altına alınmış mülkiyet haklarının tadını çıkarıyordu; ancak Yerli Amerikalılar, Güney’deki köleler, Çin’den gelen sözleşmeli işçiler, göçmenler ve kadınlar dışlanmıştı. Ayrıcalıklılar arasında bile rekabet eşit değildi. Stanford gibi soyguncu baronlar, kamuoyunun karşısında serbest piyasa ilkelerini savunurken diğer taraftan da devlet tarafından sağlanan ayrıcalıklardan ve korumalardan faydalandılar. Yine de Amerikan kapitalizmi, Çin’inkine benzer sebeplerle patlamış oldu: Belirli bir tür yolsuzluğun ekonomiye tamamiyle egemen olmasıyla. Ben buna “erişim parası” (access money) diyorum; kapitalistlerin, iktidardakilerden ayrıcalıklar satın alması. Bu tür bir yolsuzluk biçimi; zimmete para geçirme veya şantaj gibi sömürücü yolsuzluklardan ayrılmalıdır. Sömürücü yolsuzluklar hem Amerika’da hem de Çin’de kapitalizmin ilk aşamalarında hep vardı ancak idari reformlar ve artan devlet kapasitesi sayesinde bunlar giderek kontrol altına alındı. Ama erişim parası patlama yaşadı.
Erişim parası, kapitalizmin steroidi gibi işlev gördü. Büyümenin özellikle riskli ve dengesiz bir olanını teşvik etti. Çin’deki politikacılar, kapitalist çıkarlar için hizmet ettiklerinde cömertçe ödüllendirildiler. Hep birlikte inşa ettiler, borçlandılar ve yatırımlarını artırmayı sürdürdüler. Bunların hepsi elbette GSYİH’ye katkıda bulundu. Ancak bu büyüme yarışında politikacıların sürdürülebilirliği gözetmeksizin büyük borçların altına girmeleri, devletin artık kamburu haline gelmiş projeler yarattı.
Emlak sektörü, Çin’deki yolsuzluğun en sıcak noktasıydı. Yerel hükümetler, müttehitlere rüşvet karşılığında çiftçileri uzaklaştırıp kırsal arazileri pahalı kent arazilerine dönüştürmelerinde yardımcı oldu. Kolay kredi ve müşterilerinden gelen ön ödemelerle dolup taşan kâr peşindeki müttehitler, mevcut projeleri tamamlamadan daha fazla proje inşa etmeye başladı. O dönemin hızlı büyüme sürecinde Evergrande, işini servet yönetimi ürünleri satmaya kadar genişletti ancak şu an bunların geri ödemesini yapamıyor.
Xi, seleflerinden bir Yaldızlı Çağ devraldı. Çin artık bütünüyle yoksul değil, fakat daha zengin ve oldukça kayırmacı bir kapitalist ekonominin hastalıklarıyla yaşıyor. Partinin diliyle, Çin Komünist Partisi 2021’deki tarihi kararı şöyle kabul etti: piyasa serbestleşmesi, halkın yaşam standartlarını çıplak geçim düzeyinden orta düzeye çıkarmada ‘tarihi ilerlemeler’ kaydederken, ‘Çin uzun süredir çözülmemiş, derin köklere sahip ve yeni ortaya çıkan azımsanmayacak sayıda sorunla’ karşı karşıyadır. Özellikle Xi, özel, serbest piyasaların ‘kaotik genişlemesini’ dizginlemenin zamanının geldiğine inanıyor. Nisan 2022’deki bir konuşmasında ‘sermaye, sosyalist piyasa ekonomisinin kritik bir bileşenidir’ diye ilan etti. Fakat bugün, CCP ‘sermayenin sağlıklı gelişimini düzenlemeli ve yönlendirmeli,’ çünkü bu konu ‘kalkınmanın kalitesi, ortak refah (common prosperity) ve ulusal güvenlik ile toplumsal istikrarı’ ilgilendirir.
Nasıl ki yüzyılın başındaki Amerikan ilericileri kapitalizme karşı demokratik şüpheciler idiyse, Xi de kapitalizme karşı otoriter bir şüphecidir. Tarihi misyonunu, Çin’i Yaldızlı Çağı’ndan çıkarıp bir “Kızıl İlerici Çağ”a taşıma olarak görüyor ve bunun için Leninist araçlar olan tanımlayabileceğimiz emirler ve kampanyalardan yararlanıyor. Onun nihai hedefi yalnızca toplumsal eşitsizliği düzeltmek değil aynı zamanda Çin daha zengin ve küreselleşmiş hale geldikçe bir taraftan da ÇKP’nin iktidardaki hâkimiyetini korumaktır. 2012’de göreve başladığında Xi, -her ne kadar bu şekilde adlandırmasa da- Kızıl İlericilik kampanyasını başlattı. Partinin tarihindeki en büyük yolsuzlukla mücadele hareketi idi. 2021’de gözlemciler, ÇKP’nin bir anda büyük özel şirketlere ve zengin ünlülere yönelik baskısının artığını düşündüler. Aslında bu, Xi’nin Kızıl İlericiliğinin muhtemel bir uzantısıydı.
Gelecek tarihçiler, bu ilginç anı kaydetmeli: Bir komünist parti, kapitalizmi teşvik ettikten sonra onun sorunlarını direktiflerle ortadan kaldırmaya çalışan ilk parti oldu. ÇKP’nin 2021’deki düzenleyici fırtınası yatırımcıları paniğe sürükleyip milyarlarca dolar değerindeki hisseyi silip süpürdüğünde Xi, emirlerinin sınırlarını öğrendi. Aynı yıl içinde yaptığı bir konuşmada, Çinli bürokratlara şöyle dedi: “Yoksulluk sorununu çözmede bolca deneyimimiz var. Fakat kapitalizmi yönetme konusunda hâlâ çok şey öğrenmemiz gerek.”
Neoliberalizmin Geri Tepmesi
Eğer Çin ekonomisi kırılgan görünüyorsa Amerika’daki durum da ondan daha iyi değil. Thomas Piketty ve Emmanuel Saez, ABD’de 1980’lerdeki artan oranlı vergilendirmenin azaltılmasından bu yana artan gelir ve servet yoğunlaşmasına dair endişe verici bir tablo sundu. 1970’te, en üstteki %0,01, ortalama gelirden 50 kat fazla kazanırken, bu rakam 1998’de 250 kata fırladı. Eşitsizlik arttıkça, sosyal hareketlilik de düştü. 1970’te, 30 yaşındaki gençlerin %92’si, kendi yaşlarındaki ebeveynlerinden daha fazla para kazanıyordu; bu oran 2010’da %50’ye geriledi. Pew Araştırma Merkezi’nin 2021’de yaptığı bir ankete göre ABD’li katılımcıların %68’i, bugünün çocuklarının yetişkin olduklarında ebeveynlerinden daha kötü durumda olacaklarına inanıyor.
“2008 mali krizinden bu yana artan eşitsizlik ve yavaş büyüme, Amerikalıların ekonomik beklentileri üzerinde ‘çifte darbe’ yarattı” diyor siyaset bilimciler Brink Lindsey ve Steven Teles. “Büyüme yavaşlaması, yaşam standartlarında beklenen ilerlemenin buharlaştığı anlamına geliyor. Yüksek eşitsizlik ise sadece GSYİH büyümesine bakmanın, popüler ekonomik hoşnutsuzluğun büyüklüğünü küçümsemek olduğu anlamına geliyor. Çünkü büyüme kazanımları, sıradan Amerikalılardan ziyade dar bir elit gruba kaymış durumda.” Onlara göre bu şartlar Donald Trump’ın yükselişini tetikledi ve gelecekte onun gibi demagogları yeniden cesaretlendirebilir.
Bugün birçok uzman, ABD’deki sorunların çoğundan ‘neoliberalizm’ -piyasaların serbest bırakılması ve hükümetlerin müdahale etmemesi gerektiği doktrini– sorumlu tutuyor. Alında asıl sorun, çok az değil çok fazla devlet müdahalesidir. Lindsey ve Teles, Amerika’nın ‘ele geçirilmiş ekonomi’ olduğunu savunuyor. Konut ve finans sektörlerinden fikri mülkiyete kadar uzanan ‘torpilli anlaşmalar’, ABD ekonomisini daha az dinamik ve yenilikçi hale getirdi.
Sonuç olarak, ABD’nin Yaldızlı Çağ 2.0’a girdiğini söylemek yanlış olmaz. Elbette geçmişle bazı paralellikler olsa da dikkat çekici farklılıklar da mevcut. Amerika 19. yüzyıldakinin aksine bugün artık gelişmekte olan bir ülke değil. Oldukça ileri düzeyde ve post-sanayileşme fazında bir ekonomi. Her şeyi temiz bir sayfadan yeniden inşa etme özgürlüğüne sahip değil. Üstüne Amerika; birikmiş regülasyonlar, politik kayırmalar ve yerleşik çıkar gruplarının ağır yüküyle engellenmiş durumda. Daralmış çıkar grupları tarafından esir alınmış olan ABD hükümeti, ulusal çıkarlara hizmet eden temel kamu hizmetlerini -en belirgin olarak altyapı- sağlamakta dahi zorlanıyor. Bir zamanlar kıtalararası bir demiryolu inşa eden girişimci ülke, şimdi eski Amtrak trenlerini onarmakta bile zorlanıyor.
Biden yönetimi için, Amerikan vatandaşlarını ve yasama organını neoliberal doktrini terk etmeye ve büyük kamu programlarını benimsemeye ikna etmek bir zorunluluk. The New York Times’ta yazan Ezra Klein, ‘arz yönlü ilerlemecilik’ terimini kullanıyor. ABD hükümeti, diyor Klein, vatandaşların ihtiyaçlarını yalnızca refah ve bireysel yardım yoluyla karşılamak yerine, bugünün ihtiyaçları için ve Amerikan toplumunu geleceğe hazırlayacak olan mal ve hizmetlerin arzını artırmalı.
Ancak Klein, arz yönlü ilerlemeciliğin tartışmalı olacak bir eşlikçisinden bahsetmiyor: endüstriyel politikalar. Yani belirli sektörleri desteklemeye yönelik politikalar ve sübvansiyonlar. Piyasa köktenciliği, hükümetlerin ‘kazananları seçmemesi’ gerektiğini savunur çünkü aksi takdirde yolsuzluk ve bozulmalara kapı aralayacaktır. Biden yönetimi ve diğer Amerikalı politikacılar ise endüstriyel politikaları haklı çıkarmak adına Çin tehdidine atıfta bulunuyor. “Çin Komünist Partisi, ‘Made in China 2025’ adlı bir plan hazırladı,” diye uyardı Senatör Marco Rubio, “biz ise kayıtsız ve dikkatsizdik.”
Geçtiğimiz yıl boyunca, Biden’ın ‘Daha İyisini İnşa Et’ (Build Back Better) planı ölü gibi kabul ediliyordu. Ancak başkan ağustos ayında aniden bir başarı serisi yakaladı. ABD’de yarı iletken üretimini teşvik etmek için tasarlanan CHIPler ve Bilim Yasası imzalandı. Ayrıca Senato; iklim değişikliği, sağlık hizmetleri ve adaletsiz vergilerle mücadele etmek için Enflasyonu Düşürme Yasası’nı kabul etti. Clinton yönetiminde eski bir danışman olan Alan Blinder, Bloomberg’e “Bu, Eisenhower’ın eyaletlerarasıı otoyol sistemini inşa etmesinden bu yana en iyi arz yönlü ekonomi programı olarak okunabilir” dedi.
Geçtiğimiz on yıllarda ders kitapları, sanki tek gereken buymuş gibi Amerikan kapitalist başarısının başlıca nedenlerinin serbest piyasalar ve özel mülkiyet hakları olduğunu öne sürdü. Fiilen, bu neoliberal anlatı, imtiyaz sahibi kişilerin herkesin inanmasını istediği miti ayakta tutar: Başarının tamamen kendi başlarına elde etmiş olmaları anlatısı. Özel girişimler kutlanmalı ve teşvik edilmelidir. Ancak devletin altyapı ve konuttan teknolojik yeniliğe kadar Amerikan gelişiminde her zaman aktif ve kritik bir rol oynadığını gösteren tarihi gerçeği göz ardı etmemeliyiz. Bugün, bu rol yeni bir ‘Altın Çağ’ bağlamında yeniden canlandırılıyor. Politikacılar, büyük kamu projelerini haklı çıkarmak için Çin ile büyük güç rekabetinden yararlanıyor.
İki Yaldızlı Çağın Çarpışması
Siyaset bilimci Samuel Huntington, 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yazdığı bir makalede şunları ileri sürdü:
“İnsanlık arasındaki büyük bölünmeler ve baskın çatışma kaynağı kültürel olacaktır. (…) Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din yoluyla ayrılırlar. (…) Medeniyetler arası çatışmalarda, asıl soru ‘Sen nesin?’ olur. Bu, değiştirilemez bir durumdur”.
2016’da göreve geldikten sonra Trump yönetimi, ABD-Çin rekabetini tanımlamak için bu düşünce setini yeniden canlandırdı. O dönem Dışişleri Bakanlığı’nda politika planlama direktörü olan Kiron Skinner, “Bu, gerçekten de farklı bir medeniyetle ve farklı bir ideolojiyle mücadeledir ve ABD bunu daha önce yaşamamıştı. İlk kez büyük bir rakip güç, Kafkas (Caucasoid) kökenli olmayan bir ülke olacak” dedi.
‘Medeniyetler çatışması’ fikrinin cazibesi anlaşılabilir ama tehlikelidir. Amerika ve Çin toplumlarının farklı dilleri, gelenekleri ve siyasi sistemleri olduğu bir gerçektir. Ancak Huntington’ın ‘medeniyetler’ kavramı, insanların doğuştan miras aldığı ve onun deyimiyle ‘değiştirilemez’ bir kimlik önerir. Bu, Skinner’ın sözlerinde ima ettiği gibi, farklı ırklara ait insanların kaderinin ayrılmak ve nihayetinde çatışmak olduğunu iddia etmek için sofistike bir kamuflaj sunar.
Aslında, ‘Sen nesin?’ sorusunun yanıtı değişebilir. Bu değişkenlik özellikle çok etnikli demokratik bir ulus olan Amerika’da doğaldır. Özgürlük Heykeli, yalnızca özgürlüğü ve adaleti değil, aynı zamanda umut ve fırsat arayan göçmenleri kucaklamayı da simgeler. ‘Sen nesin?’ sorusunun değiştirilemeyeceğine inanmak, Amerikan rüyasını ve değerlerini reddetmek anlamına gelir. ‘Medeniyet-devlet’ olarak adlandırılan Çin’de bile ‘Sen nesin?’ sorusunun cevabı binlerce yıl boyunca hep evrim geçirmiştir. Çin’in coğrafi sınırları hanedandan hanedana değişmiş, bölgesel kimlikler bir katılaşıp bir çözülmüştür.
Görünüşte soyut olsalar da politikacıların ikili ilişkileri tanımlamak için benimsediği anlatılar sahada gerçek etkiler yaratır. İlk kitabımı okuyan bir ABD subayı, Çin’in ‘yönlendirilmiş doğaçlama’ tanımının, benzer hiyerarşik ve bürokratik yapısıyla ABD ordusunu hatırlattığını söylemişti. Komutanlar yukarıdan stratejiler belirler ancak bunların teknik uygulaması saha düzeyindeki yapılara bırakılır. Sonuç olarak şöyle dedi: “Bu benzerlikleri dillendirseydim meslektaşlarım ve komutanlarım tarafından hor görülürdüm.” Bir toplumdaki bireylerin, başka bir toplumla ortak sorunlarını paylaşmaktan utanç duyması endişe vericidir. Savaş, bireylerin biz ve onlar arasında ortak bir insanlık algısını kaybettiğinde yani psikolojik düzeyde başlar.
Bu nedenle ABD-Çin ilişkilerini iki Yaldızlı Çağ’ın çatışması olarak anlamak önemli sonuçlar doğuracaktır. Bu iki büyük rakip, asla aynı olmasalar da benzerlikleri paylaşabilir. Farklı olan siyasi sistemleri, bir Yaldızlı Çağ’ın sorunlarına çok farklı tiplerde cevaplar verilmesine yol açar. Bir demokrasinin lideri olarak Biden, ilerici politikalarını geçirmek için iki partinin ve halkın desteğini kazanmak zorundadır. Amerikan sivil toplumu, mevcut siyasal-ekonomik modele alternatifleri özgürce ve hararetle tartışmaktadır. Buna karşılık Çin’de, Xi tepeden inme bir dizi Kızıl İlerlemeci kampanya dayatmıştır. Çin’in geleceğinin ne olması gerektiğine Xi ve Çin Komünist Partisi liderleri karar verir; Çin’in geri kalanı ise itaat etmeli ve takip etmelidir.
Sonuç olarak ABD ile Çin arasındaki rekabet, kimin diğerini sabote edip geçeceğiyle ilgili değil. Her iki ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük krizler, kendi kendine verdikleri zararlardır. Hiçbir yabancı rakip, 6 Ocak 2021’de Trump’ın fanatik güruhunun yaptığı gibi ABD Kongresi’ni yağmalayamaz ve demokratik ilkeleri sarsamaz. Hiçbir yabancı rakip, Çin’in en başarılı özel şirketlerini baskı altına almasına ve yatırımcıları korkutmasına yol açan keyfi düzenlemeleri dayatamaz. Ortak zorlukları, kapitalizmi yeniden şekillendirmek ve yönetmektir. Eğer bir yarış varsa bunun kazananı, kendi kendine zarar vermekten kaçınarak kapitalizmi küçük bir süper-elit kesim yerine ortak faydaya hizmet edecek şekilde işleten ulus olacaktır.
Yuen Yuen Ang
Enver Mete (Çeviren)
Not: Bu yazı ilk önce İngilizce olarak 31 Ağustos 2022’de Noema’da (çevrimiçi baskı) ‘The Clash of Two Gilded Ages‘ adıyla paylaşıldı. Orijinal metni için bakınız: