Screenshot_1
Dublin’den Anadolu’ya Uzanan Bağımsızlık Hattı

Giriş

Yakın dönem dünya tarihine baktığımızda, özellikle de 1. Dünya Savaşı’nın ardından belli bir hegemonik/emperyal gücün altında ezilmiş ve kimliğini korumak pahasına çeşitli yöntemlerle bağımsızlık mücadeleleri vermiş toplumların hikayelerine tanıklık ederiz. Bu mücadeleler farklı kıtaların en ücra köşelerinde, birbirinden habersiz bir grup idealist insanın kurduğu hayallerle başlamış ve günümüze kadar uzanan tarihsel bir anlatı oluşturmuştur. Kendi tarihimiz için ele alırsak, şüphesiz bu mücadeleler arasında bizi en çok ilgilendiren 1. Dünya Savaşı’nın kaybı sonucunda Anadolu’da başlattığımız Kurtuluş Savaşı’dır. Kurtuluş Savaşı her ne kadar Türk milletinin kendi varlığını ve kimliğini koruyabilmesi bakımından özellikle Türkler için önemli görülse de kurtuluşumuzun dünyanın farklı yerlerindeki bağımsızlık ideallerine de ilham verdiği rahatlıkla söylenebilir. İngiliz kolonyalizmi altında yönetilen Güney Asya toplumlarının, 1920’lerde kendi bağımsızlık formüllerini ararken Anadolu’daki kurtuluş mücadelesini dikkatle incelediğini Hintli milliyetçi ve anti-emperyalist Cevahirlal Nehru’nun Anadolu Devrimi’ni ve Atatürk reformlarını kendi perspektifiyle analiz ettiği “Türkiye ve Batı Asya Tarihi” eserinden anlayabiliyoruz. Yine aynı coğrafyada verilen başka bir bağımsızlık mücadelesinin önderi olan Muhammed Ali Cinnah da siyasi ve kişisel yaşamında sık sık Atatürk’e atıflar yapmış ve Türklerin kurtuluş mücadelesini emperyalizm boyunduruğu altındaki mazlum milletler için bir tarihsel kırılma olarak nitelemiştir. Nitekim Yeni Zelandalı yazar Hector Bolitho, Cinnah’ın Kurtuluş Savaşı’na ve Atatürk’e olan sevgisini “Pakistan’ın Yaratıcısı Cinnah” isimli çalışmasında detaylı olarak ele almıştır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, küresel hegemonyaya direnen ve yakın dönem dünya siyasi tarihinde epey önemli rol oynayan anti-emperyalist Arap milliyetçilerinde de Anadolu Devrimi’ne sıkça atıflar yapılır. Bülent Ecevit, 1956 yılında Ulus’ta kaleme aldığı “Atatürk ve ‘Atatürkler’” isimli yazısında Mısır’da Abdülnasır’a atıfta bulunarak, birçok bağımsızlık önderinin Atatürk’ü ve Atatürk’ün reformlarını örnek almaya çalıştığını ifade eder. 

Bu bağlamda ifade edebilirim ki, yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu altında yaşayan milletler, imparatorluğun yıkılmasıyla birlikte kendi milletlerine bir kader tayin edebilmek için tartışmalar yapmış ve soluğu, eskiden altında yaşadıkları imparatorluğun ordusu ve bürokrasisi içerisinde yetişmiş bir genç subay takımının Anadolu’da başlattığı ulusal mücadelesinde almışlardır. Anadolu Devrimi, Anadolu’yu aşıp “beynelmilel” bir mücadelenin kılavuzu olmuştur. 

İrlanda Bağımsızlık Mücadelesine Genel Bakış

Yazımdaki esas nokta, Anadolu Devrimi’nin etkilediği çok farklı bir coğrafya üzerine. İngilizlerin kolonyal güç olarak farklı kıtalarda hüküm sürdüğü bir dönemde, İngiliz küresel hegemonyasının başkenti olan Londra’ya sadece 8 saatlik uzaklıkta olan bir şehir, ulusal bir kimlik inşa etmek ve bağımsızlık mücadelesi vermek üzerine derin tartışmalar içerisindeydi. İrlandalı aydınlar, yüzyıllardır boyunduruk altında yaşadıkları İngiliz İmparatorluğu’ndan ayrılarak Dublin’de bağımsız bir İrlanda devleti kurma fikrini ortaya attılar. 19. yüzyılın sonlarına doğru İrlanda milliyetçileri, Birleşik Krallık’a özerk yönetim çağrısında bulunarak iç işlerinde bağımsız fakat dış ilişkilerde imparatorluğun parçası olarak kalmaya devam edecek bir devlet modeli önerdiler. Bu model, merkezin yerel unsurlar üzerindeki sorumluluğunu azaltan ve daha “âdem-i merkeziyetçi” bir sisteme vesile olacağı için bazı liberal İngiliz siyasetçiler tarafından kabul görse de İngiliz milliyetçileri ve ana akım İngiliz siyaseti tarafından şiddetle karşı çıkıldı ve İngiliz-İrlandalı gerginliği tırmanmaya devam etti. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, İngiliz ordusu İrlandalıları imparatorluk bünyesinde silah altına almak için geniş çaplı bir seferberlik başlattı. Savaşın başlarında imparatorluk ordusu için savaşa katılan İrlandalılardan bir İrlanda Tugayı oluşturuldu ve cephe hattında görevlendirildi. Sonraki süreçte İngilizlerin, İrlandalıların beklediği merkezi yönetim yasasını savaşı bahane ederek meclisten geçirmemesi üzerine gerilim daha da tırmandı ve 1916’da İrlandalı milliyetçilerin ve ayrılıkçıların başını çektiği Paskalya Ayaklanması, okunan bir bağımsızlık bildirisiyle resmen başladı. Ayaklanma İngiliz ordusu tarafından bastırılmış olsa bile somut anlamda İrlandalı milliyetçilerin gücü ve iradesi ortaya konulmuş oldu. İlerleyen süreçte İrlandalıların 1. Dünya Savaşı’na yönelik ilgisi azaldı ve İngilizlerin askere alma kararlarına kitlesel olarak itiraz etmeye başladılar. 

1919’un başında, Osmanlı ve erken dönem cumhuriyet tarihi üzerine araştırmalar yapan Dr. Pat Walsh’ın “İkisi birlikte adeta Atatürk’ün bir kombinasyonuydu” dediği Michael Collins ve Eamon de Valera, İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nı başlatarak İngilizlere karşı silahlı bir direnişe yöneldi. Yaklaşık iki yıl süren savaşın sonucunda İngiliz-İrlanda Antlaşması imzalandı, antlaşma neticesinde Özgür İrlanda Devleti kuruldu ve “Ulster” olarak adlandırılan Kuzey İrlanda bu devletten ayrılarak Birleşik Krallık’a katıldı. Özgür İrlanda Devleti, her ne kadar Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını kazanmış olsa da antlaşma gereği İngiliz Milletler Topluluğu’nun bir üyesiydi – dominyonuydu – ve İngilizlerin belirlediği bir genel vali tarafından idare ediliyordu. Bu noktada, İrlandalı milliyetçiler arasında tartışmalar başladı ve Eamon de Valera’nın başını çektiği grup, yapılan antlaşmanın yeterli olmadığını ifade ederek İrlanda’nın tamamen bağımsız olması gerektiğini öne sürdü. De Valera’ya göre, bu antlaşma bağımsızlık savaşına bir ihanetti ve İrlandalıların sadece “göstermelik” bir bağımsızlığa kavuştuğunu iddia ediyordu. İki milliyetçi grup arasında yaşanan tartışmalar, süreci çatışmaya götürdü ve İrlanda İç Savaşı başladı. 

Anadolu’dan İlham Almak

İngiliz-İrlanda Antlaşması’nın imzalandığı 1921’de, Anadolu’da emperyal güçlere karşı verilen bir bağımsızlık savaşı vardı. 1. Dünya Savaşı’nın ardından İngilizlerin Osmanlı’ya dayattığı siyasi ve iktisadi ajandayı kabul etmeyen Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’da bir kurtuluş savaşı başlatmış ve Ankara Hükümeti etrafında örgütlenen Türkler İngilizlerin başını çektiği uluslararası koalisyona karşı savaşa girmişti. Bu savaş, İrlanda basınında geniş yankı yarattı ve İrlandalılar, ortak düşmana karşı savaştıklarına inandıkları Türkleri daha yakından incelemeye başladılar. Anadolu’daki gelişmeleri takip eden İrlandalılara göre, iki ulusun kaderi birbirine çok benziyordu. 

Paskalya Ayaklanması’nın başladığı 1916 yılında Dublin’de faaliyet gösteren The Catholic Bulletin isimli dini bir dergi, siyasi meselelere yoğunlaşarak İrlanda kamuoyunu İngilizlere karşı bilinçlendirmeyi kendisine şiar edindi. Dergi anti-monarşist ve anti-emperyalist bir çizgideydi, muhafazakâr olmakla birlikte İrlandalı cumhuriyetçilerin bağımsızlık fikirlerine oldukça önem veriyordu. İrlandalıların İngilizler için cephede savaşmasına şiddetle karşı çıkan bir yayın politikası izledi. Dergide, İrlanda bağımsızlık mücadelesinin liderlerinden Eamon de Valera’nın yakın çalışma arkadaşı ve eğitim profesörü Timothy Corcoran da yazıyordu. Dergi 1920’lerin başından itibaren Kurtuluş Savaşı’nı dikkatle takip etti, Anadolu’daki mücadeleyi açıkça destekleyerek İrlandalı milliyetçilere ilham olması gerektiğine dair yazılar yayımladı. Öyle ki, Batı Avrupa kamuoyunun önemli bir kısmı Anadolu’daki gelişmelere Yunan/İngiliz perspektifinden bakarken ve İngiliz tezlerini desteklerken, dergi tam tersi bir çizgide konumlanarak Türklerin yerel ve emperyal kuvvetlere karşı yürüttüğü mücadeleyi doğrudan destekliyordu. 1915 Olayları ve Batı Anadolu’daki Yunan tezlerine “İngiliz propagandası” gözüyle bakan dergi, Ankara Hükümeti’nin yürüttüğü diplomatik faaliyetleri de yakından takip ediyordu. Dergi etrafında toplanan İrlandalı milliyetçiler/cumhuriyetçiler, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yürütülen Kurtuluş Savaşı’nı örnek aldılar ve iki milletin kaderi arasında ciddi benzerlikler gördüler. İngilizler, tıpkı Mebusan Meclisi’ni basıp zorla kapattıkları gibi İrlandalıların ulusal meclisi olan Dáil Éireann’ı da basarak lağvetmişlerdi. Ayrıca dergi, Lozan Barış Antlaşması ile İngiliz-İrlanda Antlaşması’nı da karşılaştırarak Türklerin emperyal güçlere yönelik müthiş bir diplomasi zaferi ortaya koyduğunu ifade etmiş ve İrlanda bağımsızlık savaşı önderlerinin İngilizlere olan tutumunu Lozan üzerinden eleştirmiştir. 1923’te dergi, Mustafa Kemal Paşa’yı “yılın adamı” seçerek Kurtuluş Savaşı’nın liderini onurlandırmıştır. 

The Catholic Bulletin’in, Eylül 1923’te İrlanda’nın en büyük yayın organlarından olan Irish Times’a verdiği yanıtın bir kısmını paylaşıyorum: 

“Yeni Türkiye özgür doğdu, tüm uzuvlarını ve yeteneklerini tam olarak kullanma ve kontrol etme hakkına sahip. (…) Ne yazık ki İrlanda Özgür Devleti bir uzvu eksik doğdu. Her iki ülke de aynı dış düşmanla karşı karşıyaydı. (…) Genç İrlanda ve Genç Türkiye’nin savunucuları, Eski İrlanda ve Eski Türkiye’nin savunucularını vatana ihanet, yolsuzluk ve her fırsatta yabancı düşmanla taraf olmakla itham ettiler. (…) Antlaşmaların imzalanmasından sonraki olaylar, Yeni Türkiye’nin doğuşu ile İrlanda Özgür Devleti’nin doğuşu arasında en ufak bir benzerlik olmadığını göstermektedir. Lozan Antlaşması’nın imzalandığı gün, ‘Konstantinopolis’te’ resmî tatil vardı. 101 top atışı yapıldı, şehir bayraklarla donatıldı ve bandoların önderliğindeki alaylar sokaklarda dolaştı. Geceleri ışıklandırmalar ve meşale alayları vardı. Lozan’da sevinç çanları barış haberlerini duyurdu. İrlanda Özgür Devleti’nin doğuşundan beri İrlanda yas halindedir. İngiltere ile yaptığı ‘başarılı pazarlık’ ve ulaştığı barış seviyesi, ölü çanlarının aralıksız çalınmasında, başkentin harabelerle kaplanmış çirkin sokaklarında, idam edilen ölülerinin ardından yas tutanların alaylarında ve hapishanelerin Cromwell’in barışından beri görülmemiş sayıda erkek ve kadınla doldurulmasında kendisini göstermiştir.”

Ayrıca İrlandalıların “devrimci meclis” olarak kabul ettiği Dáil Éireann, ilk dış ilişkiler faaliyetinde emperyal kuvvetlere karşı mücadele sürdüren tüm uluslara sesleniş niteliğinde olan “Message to the Free Nations of the World” başlıklı bir manifesto yayınlamış ve bu mesaj Ağustos 1921’de Ankara Hükümeti’ne ulaştırılmıştır. Bu olay, iki meclis arasındaki ilk temas olması açısından oldukça önemlidir. 

Görüldüğü üzere Kurtuluş Savaşı, dünyanın çok farklı bir yerinde varoluş mücadelesi veren bir toplumun fertlerini derinden etkilemiş, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde bağımsızlık mücadelesi veren Kuva-yi Milliye’ye gıptayla bakılmıştır. Bu miras, başta Türk milleti olmak üzere aydınlanma, cumhuriyet, bağımsızlık ve var olma mücadelesi veren tüm uluslara emanettir.

Kasım 2024

Alp Emeç

Kaynakça / Bibliyografya

Pat Walsh, Centenary of the Turkish Republic and Irish Foreign Affairs, 2023.

Pat Walsh, The “Treaty”, 2021.

Brian Farrell, The Legislation of a “Revolutionary” Assembly: Dail Decrees 1919-1922, 1975.

Michael Hopkinson, The Irish War of Independence, 2002.

Bülent Ecevit, Atatürk ve “Atatürkler”, Ulus, 1956. 

Hector Bolitho, Jinnah: Creator of Pakistan, 1954.

Jawaharlal Nehru, Discovery of India, 1946.

N. Ahmet Asrar, İki Halk Kahramanı – M. Kemal Atatürk ve M. Ali Cinnah, 2004.

Teoriler Arası İlişkiler ve Psikolojinin Geleceği

Hem bilimde hem de bilimsel realizmde teoriler arası ilişkilerin birleştirilmiş bir modelini savunması sürecinde Paul Churchland, eleyici materyalizme hayat vermeye teşebbüs etti. Churchland’ın eleyiciliği üç iddiaya bağlı olarak çalışmaktadır:

  • Bazı teoriler arası bağlamların karşılaştırılamayan teorileri içerdiği,
  • Bunun gibi bağlamların hep kaçınılmaz şekilde bir teori ya da diğerinin elenmesini gerektirdiği, ve
  • Psikoloji ve nörobilimler arasındaki ilişkinin tam da böyle bir bağlam olduğu,

Farklı zamanlarda belirli bir analiz düzeyindeki ardışık teoriler arasındaki ilişkiler ile aynı anda farklı analiz düzeylerinde kalan teoriler arasındaki ilişkilerin ayrımını yapan daha detaylı bir teoriler arası ilişkiler açıklamasının, Churchland’ın ikinci ve üçüncü iddialarını reddetmek için zemin sunduğunu ve bu yüzden de onun eleyiciliğinin altını oyduğunu savunuyorum. Bu makale yine de bu teoriler arası ilişkilerin daha detaylandırılmış modeli dikkate alındığında sağduyu psikolojisinin nihai olarak elenmesini ummanın neden anlamsız olmadığı ile sona ermektedir.

I

Eleyici materyalizm son dönemlerde, hem teoriler arası ilişkilerin birleştirilmiş bir modelinin hem de bilimsel realistin minimalist bir metafiziğinin savunulması sürecine dair bir görüş benimseyen Paul Churchland’ın son dönem çalışmalarında (örneğin, 1979, 1981, 1984) bir diriliş yaşamıştır. Onun argümanları, şüphesiz, eleyici programa sempati duyan ancak onun ilk dönem savunucuları olan Paul Feyerabend ve Richard Rorty’nin anti-realizmine katlanmaya gönülsüz olan bilimsel düşünceli pek çok filozof ile felsefi düşünceli pek çok bilim adamı için yatıştırıcıdır.

Churchland, hilafına, ilgili sorunları tepeden tırnağa empirik olarak yorumlamaktadır. Onun eleyiciliği, bilimdeki teoriler arası ilişkilere dair yaptığı ayrıntılı bir analizin, gelecekteki nöro-bilimsel araştırmalar hakkındaki makul bir projeksiyonun ve bilimsel teorilere ilişkin gerçekçi yorumunun dolaysız bir çıktısıdır. Churchland’a göre kendimizi zihinsel olandan kurtaracağız, çünkü nöro-bilim genelde zihinsel psikolojik teorilere ve özellikle de niyetsel halk psikolojimize karşı üstün ve bütünüyle kıyaslanamaz olan insan aktivitesinin fiziksel açıklamasını sunacaktır. Nöro-bilimsel bir yaklaşım tanımlama, öngörme ve açıklama kabiliyetimizi azaltmaksızın psikolojik teorilerimizin (ve onların ontolojilerinin) yerini alacaktır. Churchland’ın çalışmaları büyük bir içgörüyle bilimdeki teoriler arası ilişkilerin açıklaması için geride kalmış yirmi yıla yayılan dil felsefesi çalışmalarının sonuçlarını keşfetmektedir. Churchland hem bu tartışma hem de kendi bilimsel realizmi temelinde eleyici materyalizmi savunmaktadır. Bununla birlikte, en azından bir seviyede niyetsel psikolojinin nihai elenişini ummanın tamamen anlamsız olmamasına karşın, bilimdeki teoriler arası ilişkilere ait analizinin oldukça iri taneli olması dolayısıyla Churchland’ın argümanlarının bu beklentiyi sağlamakta başarısız olduğunu iddia edeceğim. Özellikle, analizin düzeyleri ve teoriler arası ilişkilerin belirli zamansal özellikleri hakkındaki düşüncelerin birleşik rolüne yeterince dikkat etmemektedir. Churchland’ın vurgusu ontik temizliğin zemini olarak bilimsel teorilerin karşılaştırılamazlığı üzerinedir. Bu vurgu, ontolojik tasarrufu teorilerin karşılaştırılabilirliğini sağlayan sıkı biçimsel ve empirik koşulların temin edilmesinin sonucu olduğunu benimseyen teoriler arası ilişkilerin geleneksel mikroindirgemeci modeliyle (örneğin, Nagel 1961) belirgin bir karşıtlık içindedir. Bir teorideki varlıkları (ve onların özelliklerini) diğerindekilerle parça-bütün ilişkileri temelinde tanımlayan indirgeme fonksiyonları yardımıyla, ikincisinin ilkeleri birincisinden tümdengelimli olarak elde edildiğinde, bir teori diğerini mikroindirgemiş olur (Bkz. McCauley 1981). İndirgeyici teori indirgenen teoriyi açıklar ve böylelikle süreç dahilinde onun vazgeçilebilirliğini göstermiş olur.[1]

Öte yandan eleyici materyalistler, iki teorinin karşılaştırılamazlığı yüzünden basitçe birinin diğerinin yerini aldığı noktada, bilimdeki devrimci değişimin rolünü vurgulayan Kuhn(1970) ve Feyerabend’e(1961) sırtlarını dayarlar. İki teorinin çok sayıda aynı terimi kullanabiliyor oluşu aralarındaki farklılıkları örtebilir. Bilim tarihinde, ortak terimler tipik olarak, farklı teorilerde hem içlemsel hem kaplamsal olarak sıklıkla farklılaştıklarından, her bir teorinin tek başına kullandığı terimlere nazaran daha fazla zorluk çıkarmışlardır. Bu koşul türü sıklıkla, mikro-indirgemenin biçimsel ve empirik gereksinimlerinin her ikisine kısa-devre yaptırmaya kâfi gelir. Bundan dolayı, teoriler arası ilişkilerin bu her iki açıklaması da ontolojik sadelik arıyor olduğu halde, pek çok önemli noktada ters düşen analizlere yaslanırlar.

İki teori böylesine uzlaşmaz olduğunda, er ya da geç bilim adamları ya birini ya diğerini terk ederler. Bu tür bir teori değişimini izleyen karmaşa kapsamlı olup, genellikle önceki teoriyle onun eşlikçisi problemleri, metotları ve ontolojiyi içerir tüm araştırma geleneğini devirir. Yeni teori eşliğinde, teori geliştikçe hususiyetleri beliren, yeni problemleri, yeni araştırma projelerini ve hatta yeni olguları ortaya çıkaran yeni bir araştırma programı doğar. (Bkz. Feyerabend 1962, s. 28-29, 1975, s. 67, 176-77.) Filojiston teorisinin artık bizimle olmayışı, onun modern kimya teorisinin ilkeleri ve ontolojisiyle arasında bulunan sırasıyla tümdengelim ve özdeşliğe dayalı ilişkilerinden ötürü değil, daha çok bu üstün teorinin gelişimiyle kıyaslanamayacağını göstermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bilimsel realist için, filojiston teorisi hatalı ve modern kimya doğrudur, öyleyse ilkinin ikincisinden tümdengelimli olarak çıkarılması imkansızdır. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 218.)

Eleyici materyalistler psikoloji ve nöro-bilimler arasındaki ilişkiyi tam anlamıyla bu hatlar boyunca ele alırlar. Churchland bu hususta özellikle nettir:

“Eleyici materyalist, P-teorisini (Psikolojik teori) çok fazla irdelemeksizin, sahte bir teori olarak ele alır. Buna göre, nihayetinde nöro-fizyolojik etkinliğimize dair yetkin bir teori kurmanın yolunu bulduğumuzda, bu teori basitçe ilkel öncüsünün yerini alacaktır. P-teorisi sahte teoriler gibi elenecek, sağduyulu zihin durumlarının bilindik ontolojisinin akıbeti Stoacı Pneumata[2], simya özleri[3], filojiston[4], kalorik[5] ve parlak eter[6] sonu gibi olacaktır.” (1979, s. 114)

Başka şeylere ilaveten, bu çözümleme psikolojinin onun mikro-indirgenmesinin imkansızlığını gösterme arayışında olan muayyen savunmalarını etkisiz hale getirmektedir. (Örneğin, Fodor 1975, s. 1-26, 1981, s. 146-74). Onları etkisiz hale getirir, çünkü hem söz konusu teorilerin karşılaştırılamazlığına ilişkin öncüllerini kucaklar hem de bu öncüllerin, savunucularının onu korumayı umdukları tarzda, psikolojinin tam kapsamlı bir tasfiyesini haklı çıkarmaya yeten alternatif bir teoriler arası ilişkiler modeli sunar! Bundan dolayı, psikolojinin mikro-indirgenmesine karşı argümanlar, eğer nöro-bilimlerdeki teoriler onların yerini alırsa fuzulidir.

Eleyicilik, herhangi bir formunda, zihnin başka maddeci açıklamalarına ve bilhassa özdeşlik teorisine ait çeşitli biçimlerine nazaran birçok avantaja sahip olduğundan, eleyici materyalizmin realist bir dirilişi pek çok yönden hoş karşılanmaktadır. Örneğin, teoriler arası varlıkların özdeşliği, bir teori diğerinin yerini aldığında bir mesele olmaktan çıkar. Eleyici materyalizm, bilimdeki varsayımsal özdeşlikleri çevreleyen her türlü zorluktan sakınır(McCauley 1981). Eğer nöro-bilim psikolojik teorileri ve onların eşlikçisi ontolojik taahhütleri tasfiye ederse, bilimin ontolojisinde nöral hadiselerle özdeş hiçbir şey kalmayacaktır (Bkz. Rorty 1970, p. 424). Bu düşünceler, Rorty’nin eleyici materyalizmi özdeşlik teorisinin “kaybolma biçimi” olarak karakterize edişini motive etmiştir. Oysa, gerçekte kaybolan bir şey yoktur, zira Rorty’nin erken dönem görüşünde ilk başta kaybolacak bir şey yoktur, ve daha güncel olan anti-realist görüşünde ise bilimsel realistlerin soruşturduğu bu ve bunun gibi sorular metafiziksel karışıklığı yansıtır (Örneğin, bkz. Rorty 1979, s. 239 veya Rorty 1982, bölüm 1, 3 ve 5.)

Eleyici materyalizm ayrıca materyalizme karşı kategori hatası temelinde yapılan itirazlardan da sıyrılır (Bkz, örneğin, Cornman 1962). Kavramsal cephaneliğimiz bilim ilerledikçe değişim gösterir. Eski kategoriler, onları içeren başarısız teorilerin izinden gider. Eski kategorilerden mülhem kategori problemleri bu kategoriler kadar hızlıca görüş alanından çıkmalıdır öyle ki bilimsel realist açısından bu tıpkı onları içeren teoriler için olduğu gibi süratle gerçekleşmelidir. Nöro-bilimsel dilin psikolojik deyimlerin bildirici ve açıklayıcı işlevlerinin ikisini de uhdesine alma yeterliliği hiçbir kavramsal düşünce tarafından önsel olarak engellenmemelidir.

Dahası, bu düşünceler ayrıca eleyici materyalisti hem “sağduyu ideolojisinden” (Feyerabend 1975, s. 164) hem de onun motive ettiği ilave kavramsal itirazlardan (Özcülüğün herhangi bir güncel formu gibi) kurtarır. Pek çok bilimsel buluş sağduyu pahasına meydana gelmiştir. Bilimdeki teorik ilerleyişle yüzleştiğinde hiçbir kategori revizyona karşı bağışık değildir. Sağduyu kategorilerinin sahip olduğu dikkat çekici kavramsal durağanlığa rağmen, sağduyunun popülerliği (ya da yaygınlığı) onun kategorilerinin[7]) epistemik ayrıcalığına bir temel sağlamaz. “Dil atalarımızın bilgeliğini yansıttığı kadar, onların şaşkınlıklarını ve hatalarını da yansıtır” (Sutherland 1970, s. 104). Deneysel çalışmalar bilimin uzun zaman önce devirdiği kategoriler ve teorilerin, yine de sağduyu içerisinde genellikle sağlam bir noktaya dayandığını göstermektedir. (Bkz. McCloskey 1983.) Örnek olarak deneklerin tipik mekanik sezgileri, sıklıkla geç orta çağlarda revaçta olan fizik teorilerine mahsus açıklamalarla uyumlu gözükmektedir. Eleyici materyalist bunun insanlara ilişkin sağduyu anlayışımızda hâkim olan karmaşıklıkla aynı türde olduğunu savunur.

Elbette, ideoloji ve psikolojideki deyimlerinin ikisinin birden devamlılığı (ve mekanikte de aynı şekilde) eleyiciler açısından potansiyel bir rahatsızlık kaynağı gibi gözükmektedir. Sadece psikolojideki niyet dilini kullanmakla kalmıyor aynı zamanda dünyayla olan gündelik ilişkilerimizde uzay, zaman, kütle gibi klasik kavramları da kullanıyoruz. Rorty ve Feyerabend(rızayla) ve Churchland ise (gönülsüzce) (1981, s. 85-86), zihinsel dilin toplumsal olarak yerleşik olabileceğini öyle ki nöro-bilimin onun terini almasının ardından dahi direnebileceğini onaylar. Feyerabend, nihayetinde fiziksel çağrışımları zihinsel terimlere bağlayabileceğimizi öne sürüyor (1962, s. 90). Rorty ise pratikliğin tek mesele olması halinde eleyicinin çoktan kazanmış olduğunu savunur. Bir an için şunu kabul ediyoruz ki, “bu tür terimleri elverişsiz bir dilsel reforma nazaran daha büyük bir fedakârlık yapmadan düşürebiliriz.” ve bu durumda ” . . . ontolojik meseleler dil meselelerine dönüşür”, haklı olarak “onların ontolojik meseleler olmaktan çıktıkları” sonucuna ulaşabiliriz (1965, s. 185; ayrıca bkz. Rorty 1970, s. 424).

Daha yakın zamanda, Rorty eleyiciliğin daha bariz pragmatik bir formunu benimsemiştir. Artık bütün “metafiziksel konforu” terk etmeyi savunarak (1982, s. 166), “dil meselelerinin” ontolojik meselelere dair kaygı vermesinin önünü her iki anlamda da kesiyor. Ne sağduyu ne nöro-bilim epistemik ayrıcalığa sahiptir. Daha ziyade, her biri insanların yüzleştiği daha büyük veya daha küçük etkileri yöneten sorunlara çözümler sunarlar. Böylelikle “Kelimeler kullanışlı veya kullanışsızdır”, onlar “daha nesnel” veya “daha az nesnel” yahut “daha bilimsel” veya “daha az bilimsel” değildir. (1982, p. 203).[8] Rorty açısından zihin-beden ayrımı yalnızca, sinirsel donanımımızın olağanüstü karmaşıklığına karşı bir yanıttır. Eğer bu donanım daha aleni olsaydı, onu çok uzun zaman önce terk etmiş (yahut belki hiç formüle etmemiş) olurduk (Bkz. Rorty 1979, s. 242-43). Rorty için artık mesele bilhassa “dil meselesidir”. Güncel formunda Rorty’nin eleyici materyalizmini, biliminki de dahil olmak üzere “tüm kelime dağarcığını”, “niyetleri gerçekleştirmeye yönelik araçlar olarak gören ve hiçbirini gerçeğin nasıl olduğunu betimleyen temsiller olarak ele almayan” (daha çok münazaalı) pragmatizm anlayışının ılımlı bir sonucudur. Bu surette birinci kuşak eleyiciler (bilhassa Rorty) bilimsel ve gerçekçi zincirlerini daha pragmatik karakterli argümanlar uğruna büyük ölçüde kırdılar.

II

Bu, Rorty’nin(ve Feyerabend’in), tersi olmuş olsa eleyici materyalizmi cazip bulacak bilimsel düşünceli fizikalistleri yabancılaştıran, bilimsel realizme karşı açıkça sempatiden yoksun tutumudur. (Bkz Rorty 1979, s. 274-84). Churchland’ın bilimsel realizminde sağlam bir şekilde temellendirilmiş eleyici materyalizm savunusunu en çok memnuniyetle karşılayan işte bu zümredir.

Churchland’ın eleyici materyalizm argümanları seleflerinden belli hususlarda farklılaşır. Birinci fark bilhassa sağduyu ve sağduyu psikolojisinin statüsüne yöneliktir. Churchland, sağduyunun özündeki kuramsallığını ve onun ne salt eski aklın, heterojen sezgilerin ve çürütülmüş teorilerin hayatta kalan kategorilerinin ambarı ne de epistemik saf içebakışın kaynağı olduğunu vurgular. Sonuç olarak, o “çoğu filozofun sağduyu kavramının statüsü ve/veya kalıcı gücü konusunda sergilediği memnuniyet, bana aşırı derecede temelsiz görünüyor” (1979, s. 43) iddiasında bulunur. Churchland, hususi olarak insan davranışıyla ilgili olarak, sağduyu psikolojisine ait kategorik çerçeveyi varsayımsaldan ziyade apaçık olan bir şey olarak yorumlamanın ciddi bir hata olduğunu ileri sürer. Psikolojideki teoriler (sağduyusal ya da başka türlü), insan davranışına yönelik önerdikleri çözümlerden daha iyi değildir. Churchland, bu yüzden, psikolojinin[9] onu empirik olarak yenilmez kılan herhangi bir özelliğinin, sarsılmaz yapan emsalsiz bir işlevinin, herhangi bir türde özel bir statüsünün olmadığında ısrar eder (1981, s.84). Aslında Churchland, tüm zihinselci ve niyetliliğe dayalı psikoloji basitçe yanlış olduğuna ikna olmuş haldedir.

Burada kritik nokta, yine de niyetsel psikolojinin teorik karakterini bir kez tanıdığımızda, teorileri değerlendirdiğimiz tüm kriterleri bu teoriye de getirmeliyiz. İki husus bilhassa önemlidir, şöyle ki, teorinin sınırdaş ve örtüşen alanlardaki en iyi teorilerimizle ilişkisi ve kendi alanındaki empirik problemleri çözmedeki bütüncül kabiliyeti. Genel olarak konuşursak, başarılı bir teori bir olgular bütününü organize etmeli, etki alanını belirleyen nedensel ve işlevsel ilişkilere bir bakış sağlamalı ve bir sonuç babında zamanın başka noktalarındaki benzer olaylar hakkında bir empirik ön görüler sunmalıdır. İlaveten, asgari olarak genel olarak bildiklerimizle tutarlı olmalı, ideal olarak özellikle kavramsal merkezi alanlara ilişkin bildiklerimizi takviye etmelidir. (Bkz. Churchland 1981, s. 72-73.)

Churchland’ın ilgili teorilere ilişkin değerlendirmesi nettir. Psikolojik teorilerimizin (özellikle de halk psikolojisi teorilerimizin) kimi olgular üzerine sunduğu, kendi paradigmatik açıklamaları olan değerlendirmelerde acı bir şekilde kifayetsiz kaldığını savunmaktadır. Churchland’a göre onlar, muhakeme, duygu, algı, hastalık bilimi ve (belki en önemlisi olarak) öğrenmenin çoğu yönüne ilişkin ikna edici olmayan ve yüzeysel kıssalar anlatırlar (1979, s. 114-15, 127-37). Bu tür psikolojik teorileştirmeler ne yeni bir alan açmış ne de yeni bir araştırma getirmiştir. Kısacası, “Hikâye bir geri çekilme, kısırlık ve çöküş hikayesidir” (1981, s. 74). Churchland niyetsel psikolojinin ilkel atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde büyük ölçüde terk etmiş olduğumuz animistik bir doğa görüşünün hayatta kalan son numunesi olduğunu iddia etmektedir. Bundan dolayı, onun günlerinin sayılı olduğu benimsemektedir.

Churchland’ın yakın bilimlerdeki verimli teorilere başarılı bir şekilde entegre olmuş sağduyu psikolojisinin imkânı hakkında görece karamsar oluşu şaşırtıcı sayılmaz. Ancak o hikâyenin seleflerinin anlattığından daha karmaşık olduğunu düşünür. Eleyici materyalistin ana kaygısı “bir teorinin (halk psikolojisi) ontolojisinin diğeriyle (tamamlanmış nöro-bilim) nasıl alakalı olacağı ya da olmayacağıdır” (Churchland 1981, s. 72). Rorty ve Feyerabend gibi Churchland da şunu düşünür: (1) Niyetsel psikolojinin tüm formları nöro-bilimlerdeki teorilerle pürüzsüz bir şekilde eşleşmeye bilhassa dirençli olacağını gösterecektir (2) teorileri birbirleriyle eşlemenin dilleri birbirine çevirmenin hususi bir halidir (3) bu durumda muntazam çevirinin başarısızlığı karşılaştırılan teoriler arasındaki radikal uyumsuzluğu açığa çıkaracaktır. Özellikle Churchland için bu psikolojinin en mühim semantik ve sistematik önermelerini nöro-bilimin iddialarıyla eşlemedeki yetersizliğimizin bir işlevidir. Ancak Churchland’ın reddettiği, bu radikal karşılaştırılamazlık durumlarının bilimsel rasyonalizm veya bilimsel realizm adına da tehdit oluşturduğudur-bu ret teoriler arası ilişkilere ilişkin ayrıntılı analizinde temellendirilmiştir.

Churchland, bilimdeki teoriler arası ilişkilerin çok çeşitli durumlara yayılmasına rağmen, tanımlanabilir bir süreklilik içine düştüğünü iddia ediyor. Teorik ilişkiler radikal olarak karşılaştırılamaz olandan tamamen süreklilik taşıyanlara kadar, bunların arasındaki sayısız konuma yayılmaktadır. Mesele gayet yalın olup, bazı teoriler arası ilişkilerin diğerlerinden daha basit olmasıdır. Sonuç olarak, “İndirgenebilirliği bir derece meselesi saymaya hazır olmalıyız. Tıpkı güven veren yahut aksak olan çeviri gibi indirgeme de pürüzsüz veya engebeli olabilir ya da ikisi arasında herhangi bir yerde olabilir” (1979, s.84). İndirgenebilirliğin derecesi şu ikisinin doğrudan bir işlevidir: (1) İndirgenmiş teorinin hem semantik hem sistematik olarak mühim olan indirgeyici teorinin önermelerine düzgün bir şekilde eşleştirebileceğimiz önermelerinin sayısı (2) eşleştirilebilmesindeki kolaylık.

Teoriler arası indirgemenin bu açıklamasında, bir gerçek teori sahte olana indirgenemeye müsait olur, eğer ki o ikincisiyle yeterince iyi bir şekilde eşleştirilebiliyorsa (örneğin, Churchland görelilik kuramının klasik mekaniğe yeterince pürüzsüz eşleme sunduğunu savunmaktadır). Bu vurgu indirgeyici teorinin kavramsal yapısı içinde indirgenmiş teorinin merkezi iddialarının sadakatli makul bir resminin muhafazasına dairdir ve bu ne ikisi arasında tümdengelimli ilişkiler kurulmasını ne de indirgenmiş teorinin iddialarının pek çoğunun doğruluğunu veya indirgenmiş teorinin (gözlemsel olarak) en temel iddialarının hakikatini muhafaza etmeyi gerektirir. (Bkz. 1979, s. 84-85.) Dolayısıyla “başarılı bir indirgeme yerinden edilmeye uygun olmaya yönelik çarçabuk bir kanıt sunar ve yeni teorinin eskisine eş güçte bir resmini bir temel olarak içerdiğini göstermek suretiyle muvaffak olur” (1979, s. 82). Çünkü indirgeyici teori, indirgenen teorininki ile genel itibariyle sürekliliği olan alakalı etki alanının açıklamasını sunar ve çünkü bizler bir teorinin diğeri üzerindeki üstünlüğünü teori seçiminin geleneksel kıstaslarına binaen kolaylıkla tespit edebiliriz; öyle ki bu tür indirgemeler umumi arka plan bilgimizde çok cüzi bir revizyon gerektirir ve bu bakımdan bilimsel rasyonalitenin açıklamaları için çok küçük bir tehdit oluştururlar. Genellikle indirgeyici teori indirgenen teorinin etkinliğinin çoğunu yapar ve bununla kalmayarak daha iyisini de yapar. İlaveten, o indirgenen teorinin sınırlamalarının nerede ve neden ortaya çıktığını taslağını çizmeye muktedirdir. Göründüğü kadarıyla buradaki teori değişim süreci evrimsel olup, indirgeyici teorinin başarısının biçimini veren adaptasyonları takip etmek çok zor değildir. Eski teorinin ontolojisinin indirgenip bu surette yenisinde yaklaşık olarak korunmasına dair düzenlemeler yeterince küçüktür. (Makalenin devamında zaman zaman teoriler arası ilişkilerin açıklamasında evrimsel kavramları kullanacak olsam da bu evrimsel epistemolojinin herhangi bir versiyonunun onayı olarak yorumlanmamalıdır. İddialar sadece analojiktir ve tüm analojiler gibi her açıdan geçerli değillerdir. Bu konuşmaya ilham vermekte olan evrimsel epistemoloji geleneği değil daha ziyade evrimsel konuşmanın yerleşik devrimsel konuşma geleneğine en doğal zıtlığı ortaya koyduğu olgusudur. Onu bu karşıt anlamda kullanmaya çalışıyorum.)

Tipik olarak çevirilerin ikna ediciliği kültürlere ait inanç sistemlerinin kökten bir şekilde farklı olduğu yerlerde asgaridir. Benzer şekilde bilimdeki teoriler kökten bir şekilde karşılaştırılamaz olduğunda farklı dünyaları tanımlar gibi gözükmektedirler. (Bkz. Kuhn 1970, bölüm 10.) Bu tür devrimsel bağlamlarda bir teorinin pek azının önemli önermelerini halefine ait olanlar ile eşleştirmeye gücümüz yeter, örneğin geç orta çağ göksel mekaniğini Keplerci(veya Newtoncu) görüş ile eşleştirme girişiminde olduğu gibi. İki teori birbirinden öylesine farklıdır ki, tüm çeviriler her iki teorinin bir diğerinin terimleriyle onun en kritik iddialarının pek çoğunu türetemeyeceği ölçüde kötü çevirilerdir. Hızlı değişim dönemlerinde, rekabet halindeki görüşlerin taraftarları birbirlerini anlamadan konuşur gibi gözükürler—farklı dünyalarla ilgilendiklerinden değil hepimizin ilgilenmesi gereken dünyayı tanımlamak adına çok geniş ölçüde farklı kavramsal çerçeveleri kullandıkları için. Bu bağlamlarda iki teori uzlaşma adına çok küçük bir zemin bulurlar. Sorunların göreceli önemi, disiplinler arası sınırlar, yöntemlerin uygunluğu, çeşitli gözlemlerin ilgililiği veya hatta açıklanacak olguların kapsamı ve yorumu hakkında hemfikir olmaya ihtiyaç duymazlar. Bu bakımdan teori seçiminin standart ölçütü burada daha az yardımcı olur çünkü en azından başlangıçta her iki teori de rakibininkileri kapsayacak kaynaklara sahip değildir. Bu gerçekleştiğinde tüm teoriler ve ontolojileri bir diğerinin yerini alır. Rekabet halindeki teoriler empirik kanıtın statüsüne dair derin bir fikir ayrılığında olabileceğinden teoriler arası kararlar empirik testlerden ziyade düşüncelere dayanıyor olmalıdır.

Churchland bu noktada pek açık sözlü olmadığı halde muhtemelen bilimdeki devrimsel değişimlerin de yine onun rasyonelliğini yalanlaması gerekmediğini savunacaktır. (Bkz. Churchland 1979, bölüm 4 ve 6.) İki ya da daha fazla bilimsel teori kimi alanların açıklamaları olarak rekabet eder. Zamanla kaçınılmaz olarak bilgimizin geri kalanı ile farklı bir şekilde bağdaşacaklar ve böylece daha fazla ya da daha az empirik destek elde edeceklerdir.[10]

Bilimdeki evrimsel veya devrimsel değişimlerden çıksın yahut çıkmasın, geçerli en iyi teorilerimiz ontolojik bağlılıklarımızı hak etmektedirler. Churchland için bilimsel realizm “Teorideki mükemmellik ontolojinin ölçüsüdür” şeklindeki ilkeye bağlılık olarak özetlenebilir (1979, s. 43). En iyi bilimimizin gerçek olarak kabul ettiği şey gerçek olarak kabul edilmesi gerekendir (“En iyi bilimimiz” kavramının ardında yatan her türlü şeyden ötürü). Doğrusu Churchland için bilim neyin gerçek olduğunun kriterini temin eder. Churchland’ın eleyici materyalizmi hemencecik şunun ardından gelir: “Psikoloji teorisinin empirik erdemleri oldukça kifayetsizdir, onun ontolojik indirgemeye yol alacak yeterli pürüzsüzlükle indirgeneceğini beklemek akılsızcadır, daha makul olan ise daha güzel bir karşılık yani nöro-biliminki için yüz üstü bırakılıp terk edileceğini ummaktır”. Tüm kanıtlar nöro-bilimin nihayetinde bir çeviri sağlamasını beklemeyeceğimizi söyleyecek şekilde onun niyetsel psikolojiye bağlı bir çeviri sunmayacağını gösteriyor. Nöro-bilimsel bulgular ışığında psikolojik iddialarımızı yeniden yorumlamayacağız; daha ziyade nöro-bilimsel bulgular uğruna eleyeceğiz.

III

Churchland’ın teoriler arası ilişkiler modeli (öncesinde kısmen Schaffner 1967’de görülmektedir) bilim felsefesinde ontolojik deflasyonun iki geleneksel stratejisi için birleşik bir açıklama sunar. Mikroindirgeme ve devrimci bilimi teoriler arası ilişkilerin çelişkili ve karşılıklı olarak birbirini reddeden iki açıklama olarak ele almaktansa her birini teoriler arasındaki olası semantik ilişkilerin sürekliliği üzerindeki uç noktalar şeklinde yorumlamaktadır. O bu pozisyonların hiçbirini onların müdafilerinin verdiğine benzer aşırı ifadelerle karakterize etmemektedir. En iyi teoriler arası eşlemelerimiz geleneksel mikroindirgemecilerin iddia ettiği kadar titiz değildir; sahip olduklarımızın en kötüsünün de Kuhn ve Feyerabend’in ima eder göründükleri kadar tamamıyla kopuk olmayışı gibi. Churchland’ın ölçülülüğü onun hem genel olarak daha uygulanabilir hem de onlarınkinden daha detaylı bir teoriler arası ilişkiler modeli geliştirmesine imkân tanır. Ayrıca o teorik açıdan önemli tümcelerin bir teoriden diğerine akla yatkın bir şekilde eşleme yeteneğimize dair belirli durumları değerlendirecek nispeten anlaşılır bir strateji de sağlar.

Churchland’ın teoriler arası ilişkiler modeli gittiği yere kadar kafidir ancak yeteri kadar ileri gitmez. Ana hikâye Churchland’ın anlattığından bile daha karmaşıktır. Sağduyu psikolojisinin yerinden edilişini umuyor olmama rağmen, bunun nasıl gerçekleşeceği hususunda Churchland ile hemfikir değilim.

Tüm eleyici materyalistler, kesin sonuçlarına üç varsayıma dayanarak ulaşırlar. Birincisi hemen hemen tartışmasızdır; yani, özünde karşılaştırılamaz olan teorilerin karşılaştırılmasını içeren en azından bazı teoriler arası bağlamların keşfedilmesi. İkincisi bu tür bağlamların hep bir teorinin ya da diğerinin neredeyse tamamıyla elenmesini gerektirdiği. (Üstün olan teorinin başarısı onu kavramsal iddiasını tartışmalı ontolojik sahaya dayandırma konusunda yetkilendirir.) Sonuncusu olan, eleyicilerin üçüncü varsayımı ise psikoloji ile nöro-bilim arasındaki ilişkinin böyle bir bağlam olduğu.

Bununla birlikte teoriler arası ilişkilerin daha detaylı bir açıklaması eleyicilerin ikinci ve üçüncü varsayımlarını reddetmeye yönelik bir zemin sağlamaktadır. Sağduyu psikolojisi ve günümüz nöro-bilimi iyice kopuk olsa da ihtiyaç duyulan (ve bu durum dahilinde) birinin diğeri aracılığıyla elenmesi veya yerinin değişmesi değildir. Her ne kadar Churchland teorilerin göreceli kavramsal sürekliliğini vurgulasa da o ve teoriler arası ilişkiler üzerine yazan başka pek çok yazar[11] hususiyetle teoriler ve etki alanları arasındaki ilişki üzerinde odaklanmışlardır. Bu genel eğilim şüphesiz biraz, filozofların genel olarak teorilerin mantıksal yapısı ile olan, özel olarak da teorik ilkeler arasında bulunan tümdengelimli ilişkiler ve teorilerin kendi etki alanlarındaki varlıkların arasındaki parça-bütün ilişkilerine yönelik geleneksel ilgilerinin bir sonucudur. Ancak, teoriler arası ilişkilerin işlevsel boyutlarının soruşturulması da aynı derecede açıklayıcıdır. Ancak bu işlevsel ilişkilere ait tartışma iki mühim ön hazırlık üzerine soruşturma beklemektedir; analiz düzeyleri kavramı ve teori karşılaştırmada zamansal hususların rolü.

Teoriler arası ilişkilere ait neredeyse her tartışma bir yerde analiz düzeyleri arasındaki ayrıklıkları baştan kabul etmektedir. Daha alt düzey bir teori ve ontolojisinin daha üst düzey bir teori ve ontolojisini indirgediği görüşünün olduğu mikro-indirgemeye dair tüm konuşmalarda katiyetle örtüktür. Mikro-indirgemeciler eğer daha üst düzey varlıklar, özellikler ve ilkeleri (yahut makro-) daha alt düzey varlıklar, özellikler ve ilkeler (yahut mikro-) aracılığıyla kapsamlı olarak tanımlayabiliyor ve ön görebiliyorsak ilkini ikinciye indirgeyebileceğimizi (ve üst düzey analizden vazgeçebileceğimizi) benimsemektedirler. Analiz düzeyleri kavramının anahtarı, en azından parçalar ve bütünler olarak organize olmuş (bilim için tartışmalı şekilde gerekli olan) bir doğa görüşü olup, bundan ötürü tüm varlıkların bu kapsamda bileşenli analizin konusu olduğu yönündedir. (Bkz. Bechtel 1984.) Ancak ehem olan bunun bizim bu bileşenleri yapısal olarak tanımlamak zorunda olduğumuz anlamına gelmemesidir. İşlevsel açıklamalar salt ekoloji ve fizyoloji gibi alanlardaki birçok teorik amaç için yeterli olmasına ilaveten tipik olarak önemli derecede karmaşık sistemler üzerinde çalışırken de tercih edilebilirdir. Bilimdeki analiz düzeylerinin doğadaki organizasyon düzeylerinin basit hiyerarşisiyle eşleşen, kabaca hiyerarşik, benzer bir düzeni vardır.

Daha genel olarak konuşursak kimya, kimyasal terimler dahilinde en ekonomik şekilde tanımlanmış olan, atomaltı parçacık ve ilkelere referans vermeksizin bir dereceye kadar sistematik analize duyarlı nedensel ilişkiler içinde yer alan daha büyük unsurlar ve olaylarla ilgilendiği için atomaltı fiziğinden daha yüksek bir analiz düzeyidir. Yine genel olarak konuşursak biyoloji daha da üst düzeydir ve psikoloji de ondan daha üst düzeydir. Bir analiz düzeyinin yüksekliği, ilgili olduğu olayların alanının büyüklüğü ile ters orantılıdır, bu nedenle örneğin hücresel biyoloji, biyokimyanın üzerine konuştuğu olgunun bir alt kümesiyle ilgilendiği için ona nazaran daha yüksek bir analiz düzeyinde ilerler. Bir analiz düzeyinin yüksekliği ilgilendiği sistemlerin karmaşıklığı ile de doğru orantılıdır. Bu bakımdan üst düzey bilimler gittikçe daha organize olan fiziksel sistemlere ilişkin gittikçe daha fazla kısıtlanmış olay aralıklarıyla ilgilenir. Sonuç olarak saf yapısal hususlar hiyerarşide ne kadar ileri gidersek düzeyleri daha az vurgulayacak şekilde ayırır. Daha üst düzeyler genellikle daha karmaşık sistemler ve daha geniş değişken aralıkları ile ilgilenir. Bu tür sistemlerin davranışı daha çeşitlidir. Farklı parçalar işlevsel olarak eşdeğerdir ve aynı parça tek bir işlevden fazlasını sunabilir. Bu tür bağlamlarda işlevsel tanımlamalar daha büyük bir önem arz eder. Ancak sıklıkla pek çok süreci (örneğin fizyolojide olduğu gibi) belirli bir seviyede işleyen kendi kendini düzenleyen, görece kapalı işlevsel sistemlerin ürünler olarak kullanışlı şekilde idealize edebiliriz.

Teoriler arası ilişkilerin art zamanlı ve eş zamanlı özellikleri arasındaki ayrımları vurgulamak ayrıca yararlı olacaktır. Churchland’ın yöntemi kimi zaman onun bu noktadaki duyarlılığını yansıtır (1979, s.81), başka zamanlarda ise yansıtmaz (1979, s.107). En özel olarak, aynı zaman diliminde farklı analiz düzeylerindeki teoriler arasındaki ilişkilerin aksine, zamana bağlı olarak münferit bir analiz düzeyinde ardışık olan teorilerin arasında cari olan ilişkileri ayırt etmek önemlidir. Birincisine Wimsatt’ı (1976a) izleyerek düzey içi ve ardışık bağlamlar, ikincisine ise düzeyler arası ve mikro-indirgemeci[12]) bağlamlar adını vereceğim. Düzey içi bağlamlar Kuhncu devrimsel durumları (Chomsky’nin dil teorileri ile onun yapısalcı ve davranışçı selefleri arasındaki ilişkiler gibi) içermektedir. Diğer yandan, 1950’lerin başlarındaki genetik ve biyokimya arasındaki ilişki düzeyler arası ilişkilerin öneminin özellikle açıklayıcı bir örneğidir. Bu iki bağlam türü hem işlevsel hem yapısal zeminde önemli ölçüde farklılık gösteren teorilerin aralarındaki ilişkileri içermektedir. Sonuçta birleşik indirgeme modelleri (Nagel[1961] veya Schaffner[1967]’deki gibi) ve hatta tek boyutlu modeller (Churchland’ınki gibi) bilimdeki teorilerin arasındaki güncel ilişkilerin çeşitliliğini aşırı basitleştirmek suretiyle gölgeler (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 214-15).

Churchland’ın modeli pek çok yönden yardımcı olmaktadır. Ancak bilimdeki teorik yer değiştirmelerin yeterli koşullarına yönelik güvenilir bir rehber değildir ve elbette onun ve eleyici materyalizmin geriye kalan pek çok versiyonunun yöneldiği gibi Churchland’ın modelinin de amacı tam anlamıyla budur.

Churchland’ın teori karşılaştırılabilirliği hakkındaki sürekliliği düzey içi ilişkilerin önemli bir boyutunu yakalar. Onun modeli (örneğin, Feyerabend[1962]’nin zıttına) daha eski teorilerin yanlışlığı ve nahif karşılaştırılamazlığına rağmen üstün teorilere bu seleflerini indirgemeye en azından kimi zamanlar izin verdiğinden klasik ve görelilikçi mekaniğin kavramsal ve empirik yakınlığına ait bir sistematik bir açıklamayı muhafaza eder. Churchland, mikro-indirgemecilerin savunup diğerlerinin aşırı tepki verdiği tümdengelimli ve empirik gerekliliklerden sakınmak suretiyle ilgili vakalara ait spektrumun daha ustalıklı bir yorumunu sunar. Bununla birlikte dahası da vardır.

Teoriler arası eşleştirmenin iyice akla yatkın şekilde yapıldığı düzey iç bağlamlarda yeni teori tipik olarak eskisini düzeltir. O eski teorinin ne zaman ve neden başarısız olduğuna ait ilkesel bir açıklama sunarak onu bu bakımdan açıklığa kavuşturur. Kepler’in kanunları ona göksel cisimlerin dairesel hareket ettiği varsayılan Kopernikçi astronomik hesaplamaların başarısı ve başarısızlığını açıklama ve ön görme imkânı verdi. Yeni teori tipik olarak daha büyük bir öngörüye, daha geniş bir etki alanına yahut ikisine birden sahiptir. O selefinin başarılarını, yeni teoriyi sınırlamayan belirli parametrik değerlerin içine düştüğü aralıkta olduğu özel durumlar olarak içermektedir. Bu kısıtlanmış alanda eski teori yenisine dair bir yaklaşım meydana getirir ve en azından mühendislerin amaçları için yeterli olan etkin bir keşif ve hesaplama yöntemi olarak iş görür. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 174 ve McCauley 1986.)

Birbirini takip eden teorilerin çoğunlukla sürekli olduğu bu düzey içi bağlamlarda, eski teorinin ontolojisini ortadan kaldırdığımızı nadiren iddia ederiz. Daha ziyade terimler ve önermeler yeni teorinin kavramsal çerçevesindeki yeni konumlar ışığında yeniden yorumlanmaya duçar olmaktadır. Bu yeniden yorumlamaların hem içlemsel hem kaplamsal sonuçları barındırabilir. Teorilerin sürekliliği yine de eski ve yeni arasında içlemsel ve kaplamsal denk düşmenin kusursuz bir işlevidir. Genelde yeni teoriler, mümkün olduğunda eski terimleri elde tutarlar. “Gezegen”, “evrim”, “kütleçekim” gibi terimler ile doğrusal eylemsiz hareket hakkındaki önermeler gibi çok sayıda yeniden yorumlamayı muhafaza ettik çünkü bu yeniden yorumlamaların etkileri ayrı ayrı alındığında çok şiddetli değildi. Eskilerin gezegen olarak adlandırdığı çoğu cisim hala öyledir örneğin. (Bkz. Brown 1979, s. 118.) Birbirini takip eden bazı teorilerin en azından bazı aynı şeylerden bahsettiğini, bu şeyler hakkında birtakım aynı iddialarda bulunduğunu ve ortak açıklanan(explananda) hakkında açıklamalar sunduğunu kabul edebiliriz. İlgili değişimler daha geniş kavramsal şablonu imha etmeyen makul yerel etkilere sahip oldukça karşılaştırılamazlığın teori karşılaştırmayı tehdit ettiğini iddia etmek durumu abartmaktır.

Churchland’ın sürekliliğinin diğer ucundaki düzey içi ilişkiler ─özgün, beklenmedik (felsefi olarak provakatif) bilimsel devrimler ─ geçen yirmi yılın gösterdiği literatürden daha nadirdir. Köklü anlam değişiklikleri ve bütünüyle yeni teorik öğeler teoriler arasında temel uyumsuzluklar ürettiğinde, kavramsal şablonlar örtüşmez. Bu zorluklar devrimsel gelişmelerin sonucu olarak da doğsa ardışık teoriler serisi üzerinde de birikse bazı teorileri ardılları ile eşleştirme teşebbüslerini zayıflatmaktadır. Tekil bir adımda ciddi bir karşılaştırılamazlığın doğduğu yerde eski bir teoriyi en yakın ardılına çeviremeyebiliriz. Bunun gibi krizler esnasında bilim adamları teorilerden birini yerinden etmeye veya elemeye karar verir. Aynı olguların en azından çoğuna ait pürüzsüz karşılaştırılamaz açıklamaları sunduklarından bilim çok uzun süre bekleyemez. Eğer meydan okuyan başarılı olursa bu eski teorinin yittiği anlamına gelir. Burada üstün teori rakibinin yerini aldığında onu ve ontolojisini ortadan kaldırır (bakınız, örneğin, Brewer 1974). Oysa küçük kavramsal sürtüşmelerle dolu (ve teoriler arası eşleştirme göreli olarak basit olduğu) düzey içi bağlamlarda yeni teoriler eskileri yerinden etse de eski teorinin özellikleri direnir ve yönlendirici bir hesaplama yöntemi olarak çalışabilir. İlaveten ontolojisinin büyük kısmının akla yatkın güvenilir bir tasviri ardılının içinde devam eder.

Tüm düzey içi bağlamlar nihayetinde bazı teorilerin tamamen elenmesiyle sonuçlanır. Zaman içinde düzey içi bağlamlarda karşılaştırılamazlık artış gösterir (ve ardılların nesilleriyle ayrılan daha eski teoriler ile güncel olarak hâkim olan teori arasındaki eşleştirmenin niteliği bu yüzden kaçınılmaz şekilde azalır). Bilimsel devrimler belirli bir analiz düzeyinde teoriler arası çeviriyi engeller ancak yeterli zaman verildiğinde bilimsel evrim de bunu yapar. (Bkz. Laudan 1977, s. 139.)

Evrimsel değişimin bu türünün basit bir gösterimi yardımcı olabilir. Tartışmalı olarak, Galileocu dinamiğin bir parçası günümüz mekaniği ile; ikincisinin, düşüşün çok uzun olmaması ve nispeten dünya yüzeyine yakın olarak meydana gelmesi halinde, Galileo’nun serbest düşme yasasıyla akla yatkın şekilde örtüşen ön görüler sunması anlamında süreklilik arz eder. Galileo’nun doğal dairesel hareket kavramı yine de Neo- Aristotelesçi seleflerinin mekaniğinin bir parçasıdır. Öyleyse Galileo dinamiğinin en azından bir veçhesi günümüz teorisiyle eşleşirken bir diğeri en azından geç orta çağ teorisiyle de eşleşir ama eğer varsa geç orta çağ dinamiğinin çok azı on yedinci yüzyıl ve sonrası ile sürekli şekilde eşleşir ve tamamına yakını olmasa da çoğu Galileocu yeniliklerde sağ kalamaz (Bkz. Brown 1979, s. 111-21.) Mesele gerçi Galieo’nun çalışmasının devrimci karakterinin bütünüyle kapsayıcı olmamasıdır. O başarılı olduğu zaman geleneksel kavramları yeni sisteminin elverdiği şekilde tutarlı olarak kullandı. Galileo’nun sunduğu kökten değişimleri tespit etmek ve sonuçlarının peşine düşmek çok zor değildir. Kepler dairesel hareketin kutsallığını zayıflattığı, Descartes’ın doğrusal eylemsiz hareketi önerdiği ve Newton’un ekonomik olarak yersel ve göksel mekaniği birleştirmek suretiyle doğal hareketler kavramını ortadan kaldırdığı zaman geç orta çağ mekaniği sadece yer değiştirmekle kalmadı aynı zamanda tasfiye edilmiş de oldu.

Bilimsel devrimler (örneğin, Kopernik) ya da bilimdeki ardışık teorilerin (örneğin, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl mekaniği) kümülatif etkileri isabetli teorik çevirileri engellese bile bilimler değişip geliştikçe kaçınılmaz olarak bu tür engeller çıkar. Zamanla teorik nesiller ardışık teorileri eşleştirmede bir analiz düzeyinde kaçınılmaz şekilde uyumsuzluklar biriktirir, ta ki sadece kimi ata teorilerin yerinden edildiği ile yetinmeyip onlara giden tüm yolları da kapattığımızı güvenle söyleyene kadar. Bu bilimsel değişimin kati bir ilkeli sonucu olmasa da bir gerçektir.

Düzeyler arası bağlamlar ise aksine herhangi bir eleme içermez. Bunlar amacın farklı analiz düzeylerinde çalışan teorilerin birleştirilmesini amaçlayan çapraz bilimsel bağlamlardır. Bilim adamları teorilerinin birbirine sınırdaş olan ve örtüşen düzeylerde bilinenlerle uyumlu olup olmadığını (ve onlar tarafından takviye edildiğini umarlar) araştırırlar.

Bilimdeki düzeylerin altında yatan bileşenli varsayımlar bilim adamlarının düzeyler arası ilgileri konusunda da bilgi verir. Bilim adamları farklı tanımlar altında aynı olgu olduğu varsayılan şeye ilişkin yeni açıklayıcı ve problem çözücü yaklaşımlar elde etmek için diğer analiz düzeylerine bakarlar. (Bkz. McCauley 1986.) Düzeyler arası araştırmalar, (1) teorilerin ortak bir explanandumu[13] paylaştığı varsayımını doğrulayan, (2) daha ileri araştırmalara özendiren, devamlılık arz eden süreçteki farklı teorilere ait kavramlar arasındaki rabıtaları sağlar. Komşu analiz düzeylerindeki teoriler bir kez iki bilim arasındaki sınır meseleleri doğrudan tarif edecek yeterlilikte gelişti mi biri diğerinin biçimini sınırlama eğilimi sergiler. Bilimin bütünü herhangi bir muayyen düzeydeki teoriler üzerinde seçilim baskısı yaratır. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 231-36.) Neredeyse her zaman hemen hemen komşu düzeylerde geçerliliği olan teoriler yerel kavramsal alanda en derin kuvveti uygular. Bir diğerinin araştırma problemlerinin tanımlanmasına yardımcı olurlar. Burada teoriler tipik olarak birbirlerinin taleplerini yerine getirmeye çalıştıkları ölçüde birbirlerini doğrulamazlar. Sodyum iyonlarının hücre zarlarına geçişinin açıklaması hususunda fiziksel kimya ve biyokimyanın birbirlerine koydukları sınırlamalar buna uygun bir gösterim sağlar. (Bkz. Robinson 1982).

Teorilerin görece düzgün bir şekilde eşleştiği (geleneksel mikro-indirgeme modellerinde belirtilenlere yaklaşık hatlar boyunca) düzeyler arası bağlamlardaki yer değiştirme yaklaşımının en güçlü karşılığı olsa olsa kısmi yer değiştirebilirliktir. Komşu düzeylerdeki teorilerle iyi bütünleşmiş bir düzeydeki bir teori ideal olarak belirli özel durumlar altında onların yapabildiklerinin bazılarını yapabilir. Genel olarak konuşursak, daha üst düzeydeki ilgili değişkenler sabit tutulduğunda, iyi bütünleşmiş daha alt düzey teoriler ideal şekilde açıklayıcı ve ön görüsel amaçlarımızın (tipik bir şekilde devasa bir bedel karşılığında da olsa) pek çoğu için yeterli açıklama sağlar, istatistiksel mekanik ve termodinamik ilişkisi örneğinde olduğu gibi. Daha üst düzey teoriler, diğer yandan, örnek olarak fizyolojik uğraşların aşırı derecede karmaşık biyokimyasal araştırmaları aydınlattığı zaman, görünüşte bütünüyle bağlantısız daha alt düzey olguları düzenlemenin gerekçesini temin eder. Görece ham teorilerle meskûn düzeyler ve/veya düzey içi sebeplerden ötürü köklü değişime uğrayan düzeyler arasında kalan sınırlar, Churchland’ın düzey içi durumlara uygulanmış teori sürekliliğine ait sürecinin diğer uç noktayı temsil eder. Relata[14] kendi düzeylerinde değiştikçe ─bu esnada düzeyler arası kuvvetlerce sınırlandırılıp, düzey içi dinamiklerce yön verilen bir süreç ─ onlar gittikçe birbirleriyle ayrık hale gelebilirler. Uygun bir rekabetçi teorinin yokluğunda düzeyler arası kuvvetler verili herhangi bir düzeyde kurulu teoride (bırakın onu yıkmayı) değişimleri harekete geçirmek için ne zorunlu ne de yeterlidir. Örneğin, deneysel psiko-dilbilimde önemli karşı kanıtlara karşılık dilbilimdeki dönüştürücü gramerin kalıcılığını bir düşünün. (Bkz. McCauley 1984). Düzeyler arası kuvvetler, sadece neyin uygun bir alternatif sayılacağını tarif etmeye yardımcı olup belli bir düzeyde hâkim olan bir teoriyi kendi başına alaşağı etmeye muktedir değillerdir. Farklı düzeylerdeki teoriler arasındaki çeviriler daha daha zorlaştıkça, yer değiştirilebilirliğe dair konuşmak (bırakın yer değiştirmeyi) bile daha daha az meşru hale gelir: ”Düzeyler arası indirgemede çeviri zorlaştıkça, daha üst düzey olan teori daha vazgeçilmez olur. Tanımladığı düzenlilikleri kavramanın yegâne pratik yolu olmaya başlar.” (Wimsatt 1976a, s. 222). Kayda değer derecede teoriler arası kopukluk, yani yüksek derecede karşılaştırılamazlık gösteren düzeyler arası bağlamlar, teorilerin ve ontolojilerinin yerinden edilmesini veya elenmesini içerme ihtimali (burada ele alınan dört durum arasında) en düşük olandır. (Bkz. Şekil.1) Bazı teoriler arası bağlamlarda, yani düzeyler arası olanlardaki kökten karşılaştırılamazlık, ne teorilerin meşru zeminde elenmesini gerektirir ne de esasında bu türden elemeleri harekete geçirir.

Daha alt düzey teorilerin (daha üst düzey olan teoriler gibi) düzeyler arası bağlamlarda açıklamaya teşebbüs ettiği, üst düzey teori değil söz konusu olan olgudur. Yeniden açıklanmış olan olgudur, teoriler değil. Daha alt düzey ve daha üst düzey teoriler kayda değer derecede bağdaşmayan açıklamalar sundukları bir explanandumu paylaşmaktadırlar. Farklı kavramsal kaynakları bir araya getirirler ve sonuç olarak söz konusu olgunun farklı yönlerini vurgularlar.  Bununla birlikte, düzeyler arası bağlamlarda teoriler arası yoldan çıkmalar kaçınılmaz şekilde zamanla komşu olduğu bağdaşmaz teorilerin karşılaştırılamazlığını düşürme eğilimi gösterir. Bu tür düzeyler arası hareketler bilimsel keşifler için mühim bir yönlendirici güçtür (Bkz. McCauley 1986 ve Bechtel [yayınlanacak]). Bilim adamları sınırdaş düzeylerdeki teorilerin mantıksal olarak ilişkili sonuçlarını ararlar. Mantıksal çatışmalar galip teori için yeni empirik destek; mağlup teori içinse olası düzeltmeler ve daha ileri araştırmalar için istikamet sağlayan yeni testler önermektedir. Daha özel olarak, bilim adamları parçalara ait koleksiyonlar (daha alt düzey teorilerdeki varlıklar) ve bütünler (daha üst düzey teorilerdeki varlıklar) arasında varsayımsal özdeşlikleri koyutlayarak düzeyler çerçevesinin altında yatan bileşenli varsayımları kullanmaya teşebbüs ederler. Bu özdeş iddialar empirik araştırma için mühim yollar teklif eden varsayımsal iddialardır (Bkz McCauley 1981). Bu varsayımsal özdeşlikler, düzeyler arası keşifleri sağlayan önemli bir güç kaynağıdır.[15]

Bu düzeyler arası bağlamlarda teorilerin birbirleri üzerindeki tesirlerinin tek yönlü olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır (birçok filozof ve bilim adamının yaygın indirgemeci önyargılarına rağmen). (Bilişsel psikolojinin nöro-bilim üzerindeki kimi etkileri hakkındaki bir tartışma için Allen 1983’e bakınız). Çevirideki başarısızlıklar ” . . . üst düzey olanın sorumlu olduğu varsayımını doğrudan beraberinde getirmez” (Wimsatt 1976a, s. 222). Herhangi bir teorinin hak ettiği öncelik her ne ise ontolojik ön yargılarımızda temellenmemeli, daha çok üstün empirik performansa dayalı olmalıdır. Muntazam bir düzeyler arası çevirinin yokluğu alt düzey teorilere veya onların ontolojilerine açıklayıcı ve/veya ontolojik öncelik vermek adına bir a priori bir sebep teşkil etmez. Laudan’ın (1977, s. 56) gözlemlediği gibi, “. . . Unutmayın . . . İki teori arasında mantıksal bir tutarsızlık ya da birbirini desteklemeyen bir ilişki olması, bilim insanlarını birini, diğerini ya da her ikisini de terk etmeye zorlamaz.” (Ayrıca Bkz. s. 50-54.)

Komşuluk eden düzeylerdeki teoriler arasındaki dikkate değer kopukluk genellikle empirik araştırmaya ilham verir. Eğer her bir teori yeni sonuçlara ayak uyduracak şekilde düzenlenirse teoriler kavramsal olarak giderek süreklileşme eğilimi gösterir. Kavramsal yapıları yalnızca hafif çatışma halinde olan yakın düzeylerdeki teorilerin yer aldığı düzeyler arası şartlar düzeyler arası teorilere yol açabilir (Maull 1977). Düzeyler arası bir teori moleküler genetik örneğindeki gibi birden fazla analiz düzeyindeki teorilerin tanımlayıcı ve açıklayıcı kaynaklarını kullanabilir. Nedensel ilişkiler ve çeşitli teorilerdeki kavramlar hakkındaki bilgileri olgunun daha bütünleşik, bilgilendirici ve kapsamlı açıklamasını sağlamak adına onun hipotezlerine dahil eder. Bu geliştirilmiş tanımlayıcı kabiliyetler, alt düzey teorilerin tek başına tarif edemeyeceği problemlerin çözülmesi hususunda düzeyler arası bir teoriye imkân sağlar. Örneğin biyokimyanın teorik kaynakları kalıtım ve gelişimin mekanizmalarının açıklamasını meydana getirmeye kâfi değildir. Sitoloji ve genetiğin rehberlik ve takviyesini gerektirirler. Moleküler genetik bu tür bir araştırmaların odak noktası haline gelmiştir.

Bu meselelerin hiçbiri Churchland’ın realizmine mâni değildir; sadece onun (ve seleflerinin) eleyiciliğini zayıflatırlar. Psikoloji (niyetsel, sağ duyusal, zihinsel ve/veya bilişsel) ve nöro-bilim arasındaki ilişki (Churchland’ın vurguladığı gibi) teoriler arasındadır. Temel mesele bu teorilerin farklı analiz düzeylerinde çalışıyor olmasıdır. Psikoloji ve nöro-bilim temel olarak insan etkinliğinin çeşitliliğinin farklı açıklamalarını sağlarlar. Psikolojik sistemler kati olarak sinirsel sistemlere bağlıdır (tıpkı sinirsel sistemlerin biyokimyasal sistemlere bağlı oluşu gibi).  Nöro-bilimin tartıştığı fenomenler Fodor ve diğerlerinin belirttiği gibi basit olmayan bir tarzda da olsa kısmi ölçüde psikolojinin tartıştığı fenomenlerin kurucusudur. Bu yüzden fizyolojik sistemler gibi psikolojik sistemlerin bileşenlerine ait tanımlara da tipik şekilde işlevsel olarak yaklaşırız. Psikoloji ve nöro-bilim farklı kavramlar ve ilkeleri kullanır ve her biri çalışılan nesnenin farklı yönlerini vurgular. Her biri farklı problemler üzerinde az ya da çok etkili olan açıklamalar sunar. Her iki alanın (ve felsefenin) bilimsel araştırmacıları en azından nöro-bilimde kimi empirik araştırmaları teşvik etmiş, ontolojilerinin bileşenleri arasındaki varsayımsal özdeşlik ilişkilerini hevesle tasdik etmişlerdir. Nöro-bilim psikolojiden daha geniş bir olaylar sınıfı ile ilgilidir ama daha düşük bir düzeyde çalıştığından beklenen bir durumdur bu. O halde, düzeyler arası teorik ilişkilerin tüm işaretleri mevcuttur.

Eleyici materyalizmin tüm versiyonlarının yaptığı hata psikoloji ve nöro-bilim arasındaki düzeyler arası ilişki hakkındaki eleyici sonuçlarını düzey içi bağlamlara denk düşen bir analiz temelinde elde etmek olmuştur. Eleyici iki düzeydeki teorilerin pek çok mühim kavramsal kopukluk taşıdığını haklı bir şekilde savunur ancak isabetsiz şekilde bu tür karşılaştırılamazlığın bir teori ya da diğerinin elenmesini gerektirdiği sonucunu (şüphe yok ki sıkı Kuhncular tarafından kışkırtılmalarına binaen) çıkarır. Bilimsel devrimler esnasında düzey içi bağlamlarda bu tür krizler radikal cinste bir operasyonu gerekli kılar ama düzeyler arası bağlamlarda bu tür bir kıstas potansiyel olarak bilimsel keşif için mühim bir müşevviği yok edecektir. Bilim tarihi düzeyler arası bağlamlarda teori değişimi veya elenişi için bir numune sunmamaktadır. Bunun tek yolu Churchland’ın spektrumunun tamamen karşıt kutbundaki düzeyler arası durumlardır. Bu daha üst düzey teorinin tüm ilkelerinin daha alt düzey teorininkilerden tümdengelimli sonuçlar olarak çıkarıldığı ve daha üst düzey varlıkların ve tüm özelliklerinin daha alt düzey varlıkların ve tüm özelliklerinin[16] toplamıyla sıkı bir şekilde özdeşleştirilebildiği klasik mikro-indirgeme durumu denilen durumdur. Buna rağmen yine bu dahi, zarureten, kendileri alt düzey teoriye indirgenebilir olmayan bir dizi indirgeme fonksiyonu kullanacağından, daha üst düzey teorinin elenmesi adına mantıksal bir taahhüt vermez.[17]

Bununla birlikte Churchland’ın bilimsel realizmi şüpheci tenkitler karşısındaki savunmasını, tüm sağduyunun temel olarak kuramsal boyutta olduğuna dair ısrarını ve gelecekteki bilimin sağduyu psikolojisine bağlı kalmayacağı öngörüsünün tasdik ederek neticelendirmek istiyorum. Teorilerin yer değiştirmesi yine de düzey içi bir olgudur. Bu yüzden sağduyu psikolojisi öğretisinin müdafileri nöro-bilimdekilere değil daha ziyade deneysel bilişsel psikolojideki gelişmelere karşı azami dikkat göstermelidir. Bu alan psikolojik görüşlerimizde Kuhncu anlamda devrim yaratmak adına pek az emare gösterse de bundan onun, sağduyu psikolojisinin yerini almaktan (ve hatta belki bütünüyle elemekten) aciz olduğu çıkarılmaz.[18] Galileo’nun serbest düşme yasasının durumunda olduğu gibi, sağduyu psikolojisi açıklayıcı ve öngörücü amaçlarımızın pek çoğu için günbegün karşılaştığımız durumların çoğunu akla yatkın derecede iyi bir şekilde ele almaktadır. Ama yine Galileo’nun yasası gibi bu da, sağ duyusal psikolojik görüşlerimizin bir kısmının soluk bir temsilinin geleceğin psikolojisinde kısmen yer alabilmek adına direnebileceğinden öte bir imada bulunmaz.

Robert N. McCauley[19]

Tamer Şık (çeviren)

Not: Aralık 1984’te yayınlandı; Mart 1985’te revize edildi.

 

Kaynaklar:

Allen, Max (1983), “Models of Hemispheric Specialization”, Psychological Bulletin 93: 73-104.

Bechtel, P. William (1984), “Autonomous Psychology: What It Should and Should Not Entail” in PSA 1984, Peter Asquith and Philip Kitcher (eds.). Volume 1. East Lansing, Michigan: Philosophy of Science Association.

Bechtel, P. William (ed.) (forthcoming), Integrating Scientific Disciplines. Dordrecht: Martinus Nijhoff.

Brewer, W. (1974), “There is No Convincing Evidence for Operant or Classical Conditioning in Adult Humans” in Cognition and the Symbolic Processes. Walter Weimer and David Palermo (eds.). Hillsdale, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates.

Brown, Harold (1979), Preception, Theory and Commitment. Chicago: University of Chicago Press.

Causey, Robert (1977), Unity of Science. Dordrecht: Reidel.

Churchland, Paul (1979), Scientific Realism and the Plasticity of Mind. Cambridge: Cambridge University Press.

—— . (1981), “Eliminative Materialism and the Propositional Attitudes”, Journal of Philosophy 78: 67-90.

—— . (1984), Matter and Consciousness. Cambridge: The MIT Press.

Cornman, James (1962), “The Identity of Mind and Body”, Journal of Philosophy 59: 486-92.

Darden, Lindley, and Maull, Nancy (1977), “Interfield Theories”, Philosophy of Science 44: 43-64.

Feyerabend, Paul (1962), “Explanation, Reduction, and Empiricism” in Scientific Explanation, Space and Time, Herbert Feigl and Grover Maxwell (eds.). Minnesota Studies in the Philosophy of Science. Volume HI. Minneapolis: University of Minnesota Press.

—— . (1975), Against Method. London: NLB.

—— . (1978), Science in a Free Society. London: NLB.

Fodor, Jerry (1975), The Language of Thought. New York: Thomas Y. Crowell Company. . (1981), Representations. Cambridge: The MIT Press.

Kitcher, Patricia (1984), “In Defense of Intentional Psychology”, Journal of Philosophy 81: 89-106.

Kuhn, Thomas (1970), The Structure of Scientific Revolutions. Second edition. Chicago: University of Chicago Press.

Laudan, Larry (1977), Progress and Its Problems. Berkeley and Los Angeles: University of California Press.

McCauley, Robert (1981), “Hypothetical Identities and Ontological Economizing: Comments on Causey’s Program for the Unity of Science”, Philosophy of Science 48: 218-27.

—— . (1984), “The Not So Happy Story of the Marriage of Linguistics and Psychology”, presented at the Conference on Integrating Scientific Disciplines, Georgia State University. Forthcoming in Synthese.

—— . (1986) “Problem Solving in Science and the Competence Approach to Theorizing in Linguistics”. Journal for the Theory of Social Behavior 16: 299-313.

McCloskey, Michael (1983), “Intuitive Physics”, Scientific American 248: 122-30.

Maull, Nancy (1977), “Unifying Science Without Reduction”, Studies in History and Philosophy of Science 8: 143-62.

Nagel, Ernest (1961), The Structure of Science. New York: Harcourt, Brace, and World.

Nickles, Thomas (1973), “Two Concepts of Inter-theoretic Reduction”, Journal of Philosophy 70: 181-201.

Robinson, Joseph (1982), “The Sodium Pump and its Rivals: An Example of Conflict Resolution in Science”, Perspectives in Biology and Medicine 25: 486-95.

Rorty, Richard (1965), “Mind-Body Identity, Privacy, and Categories”, Review of Metaphysics 19: 24-54.

—— . (1970), “Incorrigibility as a Mark of the Mental”, Journal of Philosophy 67: 399-424.

—— . (1979), Philosophy and The Mirror of Nature. Princeton: Princeton University Press.

—— . (1982), Consequences of Pragmatism. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Schaffner, Kenneth (1967), “Approaches to Reduction”, Philosophy of Science 34: 137-47.

Sutherland, N. S. (1970), “Is the Brain a Physical System?” in Explanation in the Behavioural Sciences, Robert Borger and Frank Cioffi (eds.). Cambridge: Cambridge University Press.

Wimsatt, William (1976a), “Reductionism, Levels of Organization, and the Mind-Body Problem”, in Consciousness and the Brain, G. Globus, G. Maxwell, and I. Savodnik (eds.). New York: Plenum Press.

—— . (1976b), “Reductive Explanation: A Functional Account” in PSA 1974, R. Cohen, C. Hooker, A. Nicholas, and J. van Evra (eds.). Dordrecht: Reidel.

Dipnotlar:

  1. Robert Causey (1977) burada yer alan karmaşıklıkların en kapsamlı açıklamasını sunmuştur.
  2. Stoacıların evrendeki maddi varlıkların hareketini ve canlıların yaşamını açıklamak için başvurdukları kavram. Ruh ya da can olarak tanımlanabilecek öz.
  3. Modern kimya öncesi dönemde maddenin temel bileşenlerini adlandırmak için kullanılan terim.
  4. Kimyasal yanma olayı keşfedilmeden önce yanma esnasında ortaya çıktığı kabul edilen madde.
  5. Termodinamik yasalarının bilinmediği dönemlerde ısının maddi nesneler arasında akışkan olarak aktarıldığını ve “kalorik” adlı bir madde olduğunu varsayan eski teoriye atıfta bulunuluyor.
  6. Evrenin boşluklarını teşkil ettiği sanılan, ışığın yol almasını sağladığı düşünülen âtıl bir terim.
  7. Feyerabend şunu ileri sürüyor (1962): Bir deyimin kullanışlılığının ne kadar örneği olsa da bu o deyimin ilelebet tutulması gerektiğini göstermeye yeterli değildir. Kavramsal değişimler, yaşadığımız dünyanın özelliklerinin açıklamasına yönelik belirli bir zamanda kullanılan sistemin herhangi bir yerinde ortaya çıkabilir. (Sayfa 89
  8. Daha sonraları, Feyerabend, bilimin vaziyetini endişelendiren benzer bir görüşü savundu(1978). Değerlendirmelerimi burada Rorty’nin görüşlerinin evrilişi ile sınırlandırıyorum, çünkü o eleyiciliğin daha açık sözlü bir savunucusu olmuştur.
  9. Churchland’ın argümanlarını birincil olarak onun (1981) tarihli eserinde “halk psikolojisi” diye adlandırdığı şeye yöneltmiş olsa da onun argümanlarını bilişsel psikolojideki teorileri de aynı şiddette kesmek için ele aldığı aşikardır. Churchland, kendini geleneksel mikro-indirgemeye bağışlamayan herhangi bir teoriyi açıkça hedef alır. Tartışmalı olarak bu hemen hemen tüm psikolojik teorileri içerir (davranışçılığın çoğu formunu da kapsayacak şekilde). Churchland için bilim mevzubahis olduğunda hem zihinsellik hem de niyetlilik kötüdür. İyi huylu formları yoktur.
  10. Bir teorinin diğerine karşı ortaya çıkmasının altında politik, sosyal ve/veya psikolojik önyargıların yatıp yatmadığı, belirli tarihsel bölümlerin öğrencilerinin konusudur (bakınız Maull, 1977, s. 151, not 19). Nadiren de olsa, zaferler o kadar ani ve ölçülemezlikler o kadar köktendir ki, uzun vadede empirik düşünceler ve bilimsel problem çözme faaliyeti terimlerinde anlatılan bir hikâyeyi gölgede bırakırlar.
  11. İki önemli istisna Wimsatt (1976a, 1976b) ve Nickles’tır (1973). Bilhassa ilkinin çalışmalarına minnettarım.
  12. Bu bağlamları mikro-indirgemeci olarak tanımlamak onları basitçe tanıtmakta yararlıdır. Nihayetinde mikro-indirgemecilerin sonuçlarından çok azını, o da eğer varsa tasdik edeceğim. (Aşağıdaki not 9 ve 10’a bakınız.
  13. Bilim felsefesinde açıklanan veya açıklama bekleyen anlamında kullanılan Latince terim. Melzumu, açıklayan anlamındaki explananstır.
  14. Bir ilişkiye konu olan, ilişkinin unsurlarını ifade eden terim. Burada teorik ilişkilere konu olan farklı düzeylerdeki teorileri ifade edecek şekilde kullanılmış.
  15. Bu yüzyılın ilk on yıllarında Mendelci genetikçiler ve sitologlar tarafından genlerin ve kromozomların tanımlanması hakkında Darden ve Maull’a (1977) bakınız.
  16. Bu, Causey’in (1977) tek tip mikro indirgeme olarak adlandırdığı durumun basitleştirilmiş bir açıklamasıdır. Başka bir yerde (1981), herhangi bir zamanda farklı seviyelerden iki teori arasında böyle bir durumun gerçekleşip gerçekleşmediğine dair önem arz eden şüpheciliği tartışmıştım. Termodinamiğin istatistiksel mekaniğe indirgenmesi akla gelen en makul adaydır, ancak burada bile klasik termodinamiğin kavramları ve ontolojisi diğer bilimlerde yeterince dirençli olduğunu kanıtlamıştır öyle ki hiç kimse gazların, basınçların, sıcaklıkların vb. gerçekliğini ortadan kaldırmayı veya inkâr etmeyi önermemiştir.
  17. 1981’de savunduğum gibi, Causey’nin bu sorundan kaçınma stratejileri tesirsizdir.
  18. Bu nedenle, Kitcher’ın teoriler arası ilişkiler konusundaki tartışmasına (1984, özellikle s. 102-6) genel olarak sempati duysam da, argümanının nihai olarak ikna edici bir “niyetsel psikoloji savunması” sunduğuna katılmıyorum.
  19. Lawrence Barsalou’ya, P. William Bechtel’e, Alan Donagan’a, Marshall Gregory’ye, Mark Johnson’a, Ulric Neisser’e, William Wimsatt’a ve Eugene Winograd’a bu makalenin daha önceki versiyonlarına ilişkin çok faydalı değerlendirmeleri için minnettarlığımı ifade etmek isterim.
Bebek Sanayi Hipotezi ve Ekonomik Kalkınma

Niçin bazı ülkeler kalkınır? Bu soru, uzun bir süredir sosyal bilimlerin merkezini işgal etmektedir. Durum böyle olunca da bu soruya verilmiş birçok farklı cevap mevcuttur. Verilen cevaplar; kurumlar, kültür, coğrafya vb. gibi birçok farklı başlıkta toplanabilir.[1] Bu açıklamalar arasında, muhtemelen ezber bozucu niteliğinden dolayı özellikle en ilgi görenlerden birisi de “Bebek Sanayi Hipotezi”(“Infant Industry Argument)’dir. Esasında Bebek Sanayi Hipotezi 19. yüzyılda yaşamış Alexander Hamilton ve Friedrich List gibi kişiler tarafından dile getirilse ve 19. yüzyıla damgasını vursa da son 20 yılda gerek akademide gerek siyasette sanki yeniden ün kazanmaya başlıyormuş gibi gözükmektedir. Örneğin yeniden ABD Başkanlığına seçilen Donald Trump’ın kampanya sürecindeki vaatlerinden birisi, ABD sanayisini korumak için gümrük vergilerini yükseltmekti. Bebek Sanayi Hipotezi hakkında son 20-25 yılda en çok etkiyi yaratan kitap ise muhtemelen Ha-Joon Chang’in “Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü”dür.[2] Chang kitabında öncelikle, ABD veya Britanya gibi bugünün gelişmiş ülkelerinin kalkınma süreçlerinde, bebek sanayilerini gümrük duvarlarıyla koruyabildikleri için kalkındıklarını göstermeye çalışır; ardından da söz konusu ülkelerin korumacılık ve gümrük duvarlarıyla kalkınmalarına rağmen, gelişmekte olan ülkelere serbest ticaret politikaları önererek onların kalkınmasını kasıtlı biçimde baltalamaya çalıştıklarını iddia eder. Serbest ticaretin, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarca, gelişmekte olan ülkelere sıklıkla önerildiği 2000’lerin başında bu kitabın yayınlanması, kitabın doğuracağı tartışmaların boyutunu daha da büyütmüştü. Chang, neredeyse tüm kalkınan ülkelerin aktif bir şekilde bebek sanayi korumasına başvurduğunu göstermeye çalışır. Ne var ki, Chang uygulanan sanayi ticaret ve teknoloji politikalarının tamamen bebek sanayi politikalarından ibaret olmadığını ve bazı durumlarda ikincil plana düştüğünü yazmasına rağmen; yine de kitabın muhtemelen en önemli vurgusu, bugünün zengin ülkelerinin, geçmişte, henüz gelişmekte olan sanayilerini geniş gümrük koruma duvarlarıyla koruyabilmelerinden dolayı kalkınmış olmalarıdır. Bununla beraber ilerleyen kısımlarda da göreceğimiz üzere, Chang’in kitabı çoğu açıdan zayıf kalmaktadır.[3] Aynı şekilde, Robert Allen da bebek sanayi politikalarının 19. yüzyılın Avrupa ülkelerinin kalkınma stratejilerinin en önemli bileşenlerinden birisini oluşturduğunu ifade eder.[4]

Şüphesiz ki bu çalışmalar ünlerini, ezber bozucu olmalarına bağlıdır.. Mesela şahsen ben ilk Chang ve Allen okuduğum zamanları hatırlıyorum: Üniversite’nin ilk senesindeydim, o sırada mikroekonomiye giriş derslerinde arz-talep eğrisinden gümrük politikalarının zararlarını modelliyorduk. Tam da o sırada Chang’ın kitabını okumak beni adeta şaşkına döndürmüş ve kalkınma hakkında o döneme kadar tüm öğrendiklerimi sorgulamama sebep olmuştu. O dönemde yaşadığım aydınlanma hissini ve üniversite 1. sınıf öğrencisi olarak kalkınma modellerini görürken arkadaşlarıma homurdanarak, “aslında bunlar bizi kandırıyor.” dediğimi çok net biçimde hatırlamaktayım. Kendimce bu tarihsel örneklere bakıp, “bir insan neden gümrük sanayi korumasına karşı çıkar ki?” diye soruyor ve ekonomi 101’in gümrük vergileri refah kaybına sebep olur çıkarımını her duyduğumda yüzümde küçümseyici bir tebessüm beliriyordu. Ne var ki, ekonometri öğrenmeye başladıktan sonra bu konudaki ampirik literatürü okumaya başlamam, bana çok fena bir şekilde yanıldığımı gösterdi. Açıkçası gördüm ki, ekonomi 101’in gümrük vergisi analizinin aslında en büyük problemi, gümrük vergilerinin verdiği zararı fazla göstermesi değil; çok daha küçük ölçekte göstermesiydi.[5] Her ne kadar Chang’in merkantilizm, bebek sanayi korumacılığı ve ithal ikame büyüme yöntemini birbirine karıştıran bir ahistorik yaklaşımı olsa da yine de 18. veya 19. Yüzyılda kalkınan neredeyse tüm ülkelerin bebek sanayi politikalarını uyguladığı doğrudur. Daha da ötesi, 20. yüzyılda da ithal ikameci modelin Japonya, Güney Kore veya Tayvan’da uygulandığı ve tam da bu uygulamaların bir kalkınmayla aynı döneme denk geldiği de barizdir. Sanayileşen ülkelerin esasında kalkınma süreçlerinde gümrük vergisi ile sanayilerini beslediği ve gelişmişliklerini bu politikaya borçlu oldukları fikri analitik bir çerçevede ilk olarak Paul Bairoch tarafından dile getirilmişti.[6] Dolayısıyla da bebek sanayi korumasının gelişmiş ülkelerin kalkınmalarındaki anahtar unsurlardan birisi olduğu fikrine “Bairoch tezi” denmektedir. İfade edilmelidir ki, tüm kalkınmış batı ülkelerini inceleyince, gözümüze çarpan bebek sanayi politikaları ilk başta Bairoch hipotezini sanki destekleyebilir gibi gözükmektedir. Fakat sadece bu politikaların uygulandığını gözlemleyip ardından da kalkınmanın kesinlikle bu politikalar sayesinde gerçekleştiği çıkarımını yapmak yanıltıcı olabilir. Zira temel ekonometrinin de işaret ettiği gibi: “correlation ≠ causality”. Diğer bir deyişle, iki değişken arasında bir korelasyonun olması, nedensellik ilişkisinin de olduğu, yani bir değişkenin diğer değişkeni belirlediği anlamına gelmez. Nitekim bir politikayı çoğu başarılı biçimde kalkınan ülkede gözlemlememiz, bu kalkınmaların bu politikanın sonucu gerçekleştiği anlamına gelmeyebilir. Zira aksi takdirde bir “Post hoc, ergo propter hoc” safsatası yapma tuzağına düşebiliriz. Dolayısıyla da konuyu daha detaylı incelemeli, ekonometrik kanıtlardan da sık sık yararlanmalıyız. Bu yazıda da esasında bu bağlamda bebek sanayi/gümrük korumacılığı ile iktisadi kalkınmanın ilişkisini ele almaya çalışacağım.

Öncelikle bir teorik denge modelinden başlamak konuyu daha iyi kavrayabilmemize yardımcı olabilir. Akçiğit, Ateş ve Impullitti’nin kapsamlı teorik denge modeli inovasyon ile dış ticaret arasındaki ilişkiyi ele almaktadır.[7] Aynı zamanda bu çalışmada kurulan teorik denge modeli de ardından ampirik olarak da test edilmektedir.

Model, Melitz’in oluşturduğu kavramsal çerçeveye dayanır.[8] Aghion, Antonin ve Bunel’in de işaret ettiği gibi, söz konusu çerçeve, yerli firmaların ancak belli bir verimlilik eşiğini geçtikten sonra ihracat yapabilecekleri ve uluslararası piyasalarda rekabet edebilecekleri fikrine dayanır. Bu fikrin altında ise ihracat yapmanın belirli bir sabit maliyet getirdiği ve bu maliyeti de yalnızca yeterince üretken firmaların ödeyebileceği varsayımı bulunur.[9]

Öncelikle açık ekonomi koşullarına sahip bir ülkedeki herhangi bir yerli firmayı düşünelim. Bu söz konusu yerli firma, yerel pazarda aynı ürünü üreten hem yerli hem de yabancı rakip firmalarla rekabet etmektedir. Eğer söz konusu yerli şirket uygun bir fiyata ürünlerini satmazsa, o zaman yerel tüketici o ürünleri daha ucuz olan firmalardan satın alacaktır. Ancak eğer ki firma üretkenliğini artırır ve böylece de fiyatını düşürebilirse, o zaman yerel pazarını ele geçirmede ciddi bir iddia sahibi olabilir. Yerli firma, belli bir üretkenlik eşiğini geçtikten sonra, fiyatları yabancı şirketlere kıyasla daha fazla düşeceğinden yerel pazara hakim olabilecek ve tüketicilerin yabancı şirketlerden ürünü ithal etmesini gereksiz kılacaktır. Zira aynı şekilde yabancı firmaların söz konusu yerel pazara mal arzını sağlaması, yerli firmanın sağlamasından daha maliyetlidir. Bu yüzden de yerel üreticinin yabancı şirketlerle aynı üretkenlik seviyesine gelmesi bile yeterli olacaktır. Melitz, yerel firmanın yerel pazarına hakim olması için yakalaması gereken verimlilik eşiğini “ithalat eşiği” olarak adlandırır. Eğer bir yerel firma, yerel pazarında yabancı firmalarla rekabetinde üstün gelmek istiyorsa, verimlilikte “ithalat eşiği”ni aşması gerekmektedir. Akabinde, söz konusu yerli firmamızın yerel pazarında hakim olduktan sonra dış pazarlara açılmak istediğini düşünelim. Firmamızın dış piyasalara ürünlerini ihraç edebilmesi için lojistik gibi birçok maliyeti de göze alması gerekeceğinden, verimliliğini daha da artırması gerekir. Yani firmanın mal sattığı pazarın boyutlarını daha da genişletebilmesi ve dış pazarlardaki yerel firmalarla rekabet edebilmesi için belli bir üretkenlik eşiğini daha geçmesi lazımdır. Bu eşiğin adı ise “ihracat eşiği”dir. Verimliliği “ihracat eşiğini” geçen bir firma artık yabancı pazarlardaki yerli ve yabancı tüm potansiyel rakipleriyle rekabet edebilir ve onlara diş geçirebilir duruma gelir. Kısacası, söz konusu firmanın verimlilik düzeyinin gelişim sürecini Melitz’in çerçevesiyle şöyle gösterebiliriz:

Başlangıç => İthalat Eşiği => İhracat Eşiği.

Özetle, bir yerel firmanın başlangıç noktasından başlayıp yerel pazarlara hakim olması, ardından da dış piyasalara ihracat yapıp oralarda rekabet etmeye başlaması için adım adım iki verimlilik eşiğini aşması gerekmektedir. Peki, tüm bu süreçlerde verimlilik tam olarak nasıl dalgalanır? Akçiğit ve diğerlerinin inşa ettikleri denge modeline, ABD firmalarının inovasyon yoğunluklarını söz konusu süreçlere göre yerleştirmesi bize bu hususu gösterir [10]:

Yukarıdaki modelde Y ekseni, söz konusu şirketimizin inovatif çabasını; X ekseni de rakiplerine göre verimlilik konumunu gösterir. Mavi çizginin altında kalan alan da şirketin toplam inovasyonunu temsil eder. Şirketimiz en başta en soldaki mavi çizgiden başlar ve sağa doğru ithalat eşiğine yaklaşınca, yerel pazarı ele geçirmek için yabancı üreticilerle giderek daha yoğun biçimde rekabet etmesi gerekir ve bu da artan rekabette inovasyon yapma teşvikini artırdığından, şirketin harcadığı inovasyon eforu ve miktarının artmasına neden olur. Akçiğit ve arkadaşları bu olguya “defensive innovation”, yani savunmacı inovasyon adını verir. Savunmacı inovasyon, yerli bir şirketin verimlilikte ithalat eşiğini aşıp yabancı şirketlere karşı yerel pazarda hakimiyetini kurmak için yaptığı inovasyondur. Firma ithalat eşiğini geçip yerel pazarda hakimiyetini kurunca inovasyon eforu yavaş yavaş düşmeye başlar, çünkü yerel pazarda rekabet edebileceği bir yabancı rakibi artık kalmamıştır. Fakat yerli firma bu sefer ürününü sattığı pazarın boyutunu genişletmek için dış piyasalara açılmak isterse, bu sefer giderek verimlilikte “ihracat eşiği”ne doğru ilerlemeye, yani yukarıdaki görselde mavi çizginin sağına doğru gitmeye başlar. Firma bu sefer de yabancı pazarları ele geçirmek amacıyla ihracat eşiğine yaklaşmaya başladığında da gitgide yabancı firmalarla girdiği rekabet de artar. Bu nedenle de rekabette üstün gelebilmek için firmamızın inovasyon yoğunluğu ikinci kez zirveye çıkar (yukarıdaki figürdeki ikinci zirve). Yazarlar bu olguya “Expansionary Innovation”, yani genişlemeci inovasyon adını verirler. Genişlemeci inovasyon, söz konusu firmanın yabancı pazarlara ihracat yaparak bu pazarlardaki diğer rakiplerle girdiği yoğun rekabetten üstün çıkabilmek için yaptığı inovasyon türüdür. Genişlemeci inovasyon ile ihracat eşiğini açan firma artık dış pazarlarda da karşısında rakip olamayacağından, inovasyon eforunu gitgide düşürür ve inovasyona harcadığı kaynakları başka faaliyetlerine yönlendirir. Bu husus yukarıdaki figürdeki mavi çizginin ikinci zirve noktasından daha da sağa giderek aşağı düşmesine tekabül eder.

Akciğit ve diğerlerinin, Melitz’in kavramsal çerçevesine dayanarak, ABD şirketlerinin ampirik verileriyle ortaya koydukları modeli yukarıda görmüş olduk. Bu modelin en önemli avantajı, kalibrasyonlarla söz konusu modelin karşıolgusal bir senaryosunu inşaa edebilmemizin mümkün olmasıdır. Şöyle ki, modelde açık ekonomi koşulları varsayılır; peki bu varsayımı değiştirerek, yerli şirketimizin ülkesinde sattığı ürünlerin yabancı rakiplerinden ithalatına gümrük vergisi getirilmesi durumunda modelimize ne olur? Akçiğit ve arkadaşları yüzde 20’lik bir gümrük vergisi artışının denge modeline eklenmesinin sonucunu şöyle sunarlar[11]:

Yukarıdaki figürde kesik kırmızı çizgi gümrük korumalarının yürürlüğe girdiği senaryoyu, mavi çizgi ise açık ekonomi şartlarındaki ilk baştaki durumu temsil eder. Gümrük vergileri, yabancı firmaların ürünlerinin maliyetlerini artıracağından, yerel pazardaki yerel firmalarla rekabet etmeleri çok daha zor olacaktır. Böyle olunca da yerel firmaların iç pazarda ithal edilen ürünlerin ikamelerini üretmesi daha da kolay olacak ve iç pazarı ele geçirmek için gereken verimlilik de daha düşük olacaktır. Zira gümrük vergisi yüzünden malları ithal etmek pahalılaşmış ve böylece de dış firmaların rekabeti azalmıştır. Dolayısıyla üretimdeki “ithalat eşiği” yani, iç pazar için üretmek için gereken verimlilik eşiği yukarıdaki figürde görülebileceği üzere sola kayar, yani daha az inovasyon gerektirir. Diğer bir deyişle, yerli firma iç pazar rekabeti düştüğünden, bu pazarı ele geçirmek için eskisi kadar yenilikçi ve verimli olmasına gerek yoktur, bu yüzden de savunmacı inovasyon önemli ölçüde düşecektir. Bununla beraber de genişlemeci inovasyon eşiği hala aynı kalacaktır. Hülasa, uzun vadede gümrük korumasının etkisi inovasyon ve verimlilik artışının azaltması olacaktır. Zira yukarıdaki görselden de görülebileceği üzere; gümrük korumaları durumunda, firmanın toplam inovasyonunu temsil eden kesik kırmızı çizginin altındaki toplam alan, ilk durumdaki açık ekonomi koşullarında toplam inovasyonu temsil eden çizginin altında kalan alana göre daha düşüktür.

Gümrük korumalarının uzun vadede toplam inovasyonu ve toplam üretkenliği düşürdüğünü yukarıda gördük, ama bu olgu açık ekonomi koşullarını olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini ve bunun Pareto-etkin durum olduğu anlamına mı gelir? Akciğit ve arkadaşlarının gösterdiği gibi cevap hayırdır. Şöyle ki, yerel şirketlerin inovasyon ve AR- GE aktivitelerinin yoğun bir biçimde devletçe sübvanse edilmesini içeren bir ticaret politikası, bu iki durumdan da daha fazla bir toplam üretkenlik sağlayacaktır. AR-GE harcamalarının devletçe sübvanse edilmesi sonucunda modelimiz şöyle olacaktır[12]:

Yukarıdan da anlaşılabileceği üzere, devletin yerel firmaların AR-GE harcamalarını sübvanse etmesinin uzun vadede etkisi epey olumludur. Bu uygulama, mavi eğriyi yukarıya doğru kaydırır (kırmızı kesikli çizgi) çünkü yerel şirketlerin inovasyon yapması için teşvik sunar. Kırmızı eğriden de görülebileceği üzere, AR-GE sübvansiyonu hem savunmacı inovasyon hem de genişlemeci inovasyon eforunu artırmıştır. Aynı şekilde, kırmızı eğrinin altındaki alanın artmasından da görülebileceği üzere toplam verimlilik kazanımı da kayda değer biçimde artmıştır. Yine Akçiğit ve diğerlerinin hesapladığı gibi verimlilik kazanımları, sübvansiyon maliyetlerinden fazladır; yani pozitif bir refah kazanımı mevcuttur.[13] Velhasıl, Akçiğit ve arkadaşlarının çalışmasına dayanarak diyebiliriz ki, yerel şirketlere AR-GE sübvansiyonu sağlamak, gümrük koruması sağlamaktan çok daha etkili ve verimlidir ve gümrük korumalarının uzun vadeli sonuçları inovasyon ve toplam verimliliğin azalmasıdır.

Akçiğit, Ateş ve Impulliti’nin ortaya koyduğu denge modeli, bebek sanayi korumalarının nasıl inovasyonu ve verimliliği baltalabileceğinin bir örneğidir. Peki, cidden denge modelinden yaptığımız çıkarımlar realiteyi yansıtabilir mi? Açıkçası, gümrük koruması ile kalkınma arasında 1945 sonrası dönemde herhangi bir nedensellik olmadığı, tam tersine ampirik olarak gümrük vergilerinin büyümeyi baltaladığı hakkında pek bir anlaşmazlık söz konusu değildir.[14] Örneğin, Furceri ve diğerlerinin 1963-2014 arasında 151 ülkeyi ele alarak yaptıkları kapsamlı ekonometrik çalışması, korumacılık politikaları ve gümrük vergisi artışlarının orta vadede toplam üretimi ve verimliliği önemli ölçüde azalttığını ve aynı şekilde eşitsizliği ve işsizliği artırdığını belgelemektedir.[15] Daha sonra 1945 sonrası dönemdeki ithal-ikameci kalkınma modelinin iktisadi sonuçlarını ele alırken de bu olguyu göreceğiz. Lakin, esas tartışma 1913 öncesinde bebek sanayi korumacılığı ile kalkınma arasında bir bağ olup olmadığıdır.

Ha-Joon Chang’in de uzunca aktardığı gibi, ilk 2 Sanayi Devrimi sırasında birçok kalkınan ülkede yoğun bebek sanayi politikaları gözlemleyebiliyoruz. Douglas Irwin, 1870-1913 arasında 17 çekirdek ülkenin(core country) büyüme oranlarıyla ortalama gümrük vergisi oranlarını karşılaştırır ve cidden pozitif bir korelasyon bulur.[16] Fakat bu pozitif korelasyon ilişkisinin sebebi 3 ülkedir; bu üç ülke çıkarılırsa ortada bir korelasyon kalmamaktadır. Irwin’in de işaret ettiği gibi, Arjantin ve Kanada’daki gümrük vergileri sanayileşme amacı gütmemekte ve daha ziyade tarım sektörüne odaklanmaktaydı. Yani korumacı sanayi politikaları ile beraber yüksek ekonomik büyüme elde eden tek ülke muhtemelen ABD’ydi. Ama ileride de göreceğimiz gibi, ABD’de bebek sanayi korumacılığının kalkınma ile korelasyonu bir nedensellik anlamına gelmez. Yine de sadece kalkınan ülkelere odaklanınca sanki büyüme oranı ile gümrük koruması arasında bir bağlantı varmış gibi gözükebilir; ama Irwin’in işaret ettiği gibi, örneklemi genişletip “çevre” ülkelerini de analize ekleyince korelasyon kaybolmaktadır. Bu olgu aşağıdaki iki tabloda görülebilir[17]:

     

Yani gümrük korumacılığı ile ekonomik büyüme arasındaki pozitif korelasyon esasen sadece çekirdek ülkelerde mevcuttur ve bahsi geçen çekirdek ülkelerdeki bu pozitif korelasyonda önemli ölçüde ABD, Arjantin ve Kanada’nın oluşturduğu aykırı değerlerden(outlier) kaynaklanır.

Irwin’in yukarıdaki iki tablodan göstermeye çalıştığı olguyu Antonio Tena-Junguito da daha yeni bir veri seti ile ortaya koyar.[18] Junguito, ekonomik büyüme ile gümrük koruması arasındaki pozitif korelasyonun sadece sanayileşen merkez ülkeler için geçerli olduğunu, ama tam tersine fakir ülkelerde negatif bir korelasyonun mevcut olduğunu gösterir. Söz konusu pozitif korelasyonun sadece hali hazırda büyük büyüme oranlarına sahip merkez ülkelerde gerçekleşmesi, Bairoch hipotezini “post-hoc” kılıyor gibi gözükmektedir. Çekirdek ve çevre ülke örneklerini aynı korelasyonda birleştirirsek, gümrükler ve büyüme arasındaki pozitif korelasyon kaybolmaktadır. Daha da önemlisi, Schularick ve Solomou, yeni veri setlerinden yararlanarak sundukları ampirik kanıtlar, 1870-1913 döneminde, bebek sanayi gümrük politikalarının ülkelerin büyüme oranını arttırmadığını ve sanayileşmesine katkı sağlamadığını göstermektedir.[19] Schularick ve Solomou’nun çalışması çok büyük bir önem arz eder; zira çalışma doğrudan ekonometrik bir analize dayanır, korelatif ilişkilere değil. Çalışma her ne kadar ikna edici ampirik bulgular sunsa da, ülkeler arası geniş bir örnekleme dayandığından bazı şüpheler doğurabilir. Dolayısıyla da Bairoch hipotezinin yanlışlığından emin olmak için, ülke odaklı mikro düzeydeki çalışmalara göz atmak zarurettir.

19. yüzyılda bebek sanayi gümrük korumacılığının merkezi tartışmasız ABD’ydi. Öyle ki bebek sanayi hipotezini formelleştiren kişi olan List, fikirlerini ABD’den yaptığı gözlemlerle edinmişti. ABD, 19. yüzyıl boyunca en fazla bebek sanayi politikalarına başvuran ülkelerin başında geliyor ve aynı dönemde de çok sağlam bir ekonomik büyüme trendi yakalıyordu. Dolayısıyla doğal olarak şu soruyu sormalıyız: ABD acaba büyümesini bebek sanayi politikalarına mı borçluydu? Bu soruya olumlu bir cevap vermek kolay değildir. Irwin bir çalışmasında bebek sanayi hipotezinin etkisini 19. yüzyıl ABD’sinin en önemli sektörlerinden biri olan teneke(tinplate) sektörü üzerinden ele alır.[20] Zira teneke sanayisi aynı zamanda gümrük vergileriyle yoğun biçimde bebek sanayi politikalarınca korunmaktaydı. Irwin çok titiz bir metodoloji izleyerek gösterir ki teneke endüstrisindeki gelişimi bebek sanayi koruması en fazla 10 yıl hızlandırmıştı; diğer bir deyişle, sonuçlara göre eğer bebek sanayi politikası olmasaydı da teneke sanayisi, bebek sanayi uygulaması bittiğinde ulaştığı konuma 10 sene gecikmeyle yine de ulaşabilecekti. Aynı zamanda Irwin teneke endüstrisi üzerindeki korumacılık politikalarının makroekonomik açıdan kar ve zarar analizini yapar ve bu politikaların son kertede toplam refaha olumsuz bir tesiri olduğu sonucuna varır. Irwin başka bir çalışmasındaysa, dönemin ABD ekonomisinin en önemli endüstri sektörlerinden biri olan çelik endüstrisindeki bebek sanayi gümrük politikalarının etkisini ele alır.[21] Irwin ampirik olarak gösterir ki, bebek sanayi politikalarının çelik sanayisi üzerinde kayda değer bir olumlu etkisi olmadığı gibi; bu dönemde bebek sanayi gümrüklerinin kaldırılmasının da çelik sanayisi üzerinde büyük olumsuz etkilere sebep olmayacağıdır.

Daha genel olarak, 19. yüzyıl ABD’sinin gümrük politikalarının kalkınmaya olan etkisine bakacak olursak, Yeon’ın çalışması genel denge modelinin yardımıyla bu hususu modellemeye çalışır.[22] Yeon, gümrük korumalarının genel olarak verimlilik büyümesine ve ABD’nin dünya imalatındaki payına elle tutulur bir katkı sağlamadığını belgeler. Fakat bu konudaki muhtemelen en kapsamlı çalışma Klein ve Meissner’a aittir.[23] Öncelikle çalışma 1870-1909 arasını ele alan ve yazarlarca yeni dijitalleştirilmiş geniş bir veri setine dayanır. Daha önce ABD’de gümrük-büyüme ilişkisini ele alan çalışmaların tamamı ya bir sektör ya da tüm ekonomi üzerinden bu olguyu ele almıştı. Ama Klein ve Meissner bu hususu, tüm sanayi üretiminin “disaggregated” (bölümlere ayrılmış) verisi üzerinden ele alır. Araçsal değişken(IV) ile yapılan ekonometrik analiz aracılığıyla çalışma esasında gümrük korumacılığının beklenenin tersine sanayi sektörünün verimliliğini çok önemli ölçüde azalttığını ve gelişimini yavaşlattığını ortaya koyar. Şöyle ki çalışmanın ampirik sonuçları, yüzde 1’lik bir gümrük vergisi korumacılığının artışının, işgücü verimliliğini yüzde 4.5 kadar azalttığına işaret eder. Aynı zamanda gümrük korumacılığı ABD sanayi sektöründeki ortalama iş yerleri büyüklüğünü küçültmüş ve böylece de büyük sanayilerin ortaya çıkmasını baltalamıştır. Hülasa, Klein ve Meissner’in çalışması ABD’de bebek sanayi politikalarının, sanayileşmeyi ve kalkınmaya olumlu bir katkı sunmadığını açıkça belgeler. Böylece de Chang’ın ABD üzerinden kurduğu “bebek sanayi politikasının başarısı” anlatısı bir kez daha ampirik olarak çürütülmektedir. Kaldı ki zaten 19. Yüzyıl ABD’sinin kalkınmasında sanayinin rolünü aşırı bir biçimde abartmak da doğru değildir. Nitekim Broadberry’nin de gösterdiği gibi, ABD’nin 19. Yüzyıl sonunda İngiltere’yi geçmesinin esas sebebi sanayi sektörüne değil; hizmet sektörünün hızla artan üretkenliğine dayanmaktaydı.[24]

ABD örneği üzerinden bebek sanayi politikalarının bırakın büyümeyi olumlu etkilemesini, tam tersine toplam verimliliği düşürdüğünü görmüş olduk. Peki 19. Yüzyılın diğer ülkelerinde durum nedir? Örneğin Britanya Sanayi Devrimi’nin beşiği olan Britanya’ya bakalım. Öncelikle şunu çok net bir şekilde ifade etmeliyiz ki Britanya’da uygulanan gümrük vergileri asla bir bebek sanayi politikası niteliğine sahip değildi.[25] Merkantalizm ile bebek-sanayi politikaları iki farklı şeydir ve birincisi tam bir sanayileşme amacı taşımadığı gibi esasında ikincisine kıyasla daha yoğun bir rant arayışını yansıtır. Zaten henüz daha bebek sanayi hipotezi ortaya çıkmamışken, Britanya ekonomisini çoktan gümrük vergilerini kaldırmaya başlamıştı. O yüzden de Britanya’nın uyguladığı gümrük politikalarını bebek sanayi koruması olarak değerlendirmek epey yanıltıcıdır; zira bu gümrükler merkantalist bir rant-arayışı tavrını yansıtmaktaydı. Zaten de söylenmeli ki dış ticaret her halükarda Britanya için 19. Yüzyılda önemliydi, ama o kadar da belirleyici bir öneme sahip değildi. Şöyle ki, Harley Britanya’nın 19. Yüzyıl GSYH’sinin sadece yüzde 6’sının dış ticaretten geldiğini hesaplamaktaydı.[26] Mesela, sıklıkla Britanya’nın Hindistan’dan tekstil ürünlerinin ithalatının yasaklanmasının önemine dikkat çekilir ve bunun tekstil sektörünü sanayileştirdiği iddia edilir; ama oysa 1686’da daha katı bir yasağı Fransa’da da devreye sokulmuştu.[27] Buna rağmen, Fransa’da en azından 1830’lara kadar tekstil sektörünün modernleşmediğini de biliyoruz.[28] Ek olarak şunu da ifade etmek gerekir; Joel Mokyr’ın da işaret ettiği gibi, Sanayi Devrimi’nin Britanya’da ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden biri, dışarıya açıklıktı.[29] Şöyle ki, Britanya’yı kıta Avrupası’nın önüne geçiren en temel faktörlerden biri Britanyalıların daha fazla bilime, icada ve bilgiye sahip olmaları değildi; dışarıda(Avrupa olsun, Çin olsun.) gördükleri fikirleri ve henüz kullanıma elverişli olmayan icatları çok iyi bir biçimde taklit edebilmeleri ve çok daha verimli şekilde uygulanabilir hale getirebilmeleriydi.[30] Bu bağlamda Britanya en gelişmiş teknolojilerin ülkesine getirilmesinden korkmak bir yana, tam tersine bunları ülkesine sokabilmek için çırpınmaktaydı. Zira böylelikle Britanyalı girişimciler bu ürünleri ustaca taklit edip ardından da daha kullanıcı dostu hale getirdikten sonra bu ürünün tüm kazancını elde edeceklerdi.

Birinci Dünya Savaşı öncesi 1870-1913 döneminde muhtemelen en hızlı kalkınan ülkelerden biri Alman İmparatorluğu’ydu. Almanya esasında entelektüel olarak bebek sanayi argümanlarının da ana vatanıydı. Bununla beraber, Ha-Joon Chang’in de tespit ettiği gibi Alman İmparatorluğu’nun pratikte uyguladığı kalkınma modelinde, gümrük korumacılığı devletin yönlendirici sanayi ve sübvansiyon politikalarına göre ikincil plandaydı.[31] Ama yine de gümrük korumacılığının büyüme üzerindeki etkilerinden bahsederken Prusya İmparatorluğu’na değinmemek analizimizi eksik bırakır. Sebastian Geschonke, daha yeni teslim ettiği doktora tezinin bir kısmını Alman İmparatorluğu’nun 1880-1913 dönemindeki gümrük politikalarının büyüme üzerindeki etkisine ayırır.[32] Çalışma devrimsel niteliktedir zira Geschonke ortalama gümrük vergilerinin etkisini özgün bir metodoloji ile inceler, şöyle ki yazar ortalama gümrük vergisi oranlarını ikiye ayırır: Siyasi kaynaklı ve piyasa kaynaklı gümrük vergisi dalgalanmaları. Siyasi kaynaklı gümrük vergileri doğrudan devletin belirlediği gümrük vergisi oranıdır. Lakin piyasa koşullarındaki fiyat ve tüketim değişiklikleri sonucu ekonomide pratikte tezahür eden ortalama gümrük vergisi oranları piyasa kaynaklı gümrük vergisi oranlarınca da etkilenir. Zira bir üründe gümrük vergisi uygulaması başladığında, tüketiciler bu duruma göre tüketim ve üretim seçimlerini optimize edecek ve bunun sonucunda da efektif ortalama gümrük vergisi oranı dalgalanacaktır. Mesela ithal edilen 1 adet armut düşünelim, bu armut 20 lira olsun. Devlet ardından bu armuta yüzde 10 liralık bir gümrük koysun. Yani yüzde 50’lik bir siyasi kaynaklı gümrük vergimiz var. Bunun üzerine tüketiciler armut yemeyi bıraktığı için armut fiyatlarının 10 liraya düştüğünü varsayalım. Bu durumda da effektif gümrük vergilendirmesi de yüzde 50’den yüzde 100’e çıkacaktır. Zira devlet armutun gümrük vergisini 10 lira olarak belirlemişti. Geschonke de efektif ortalama gümrük vergisi oranı ile devletin dejure belirlediği gümrük vergisi oranı arasındaki değişim ve dalgalanmalara piyasa-kaynaklı gümrük vergisi adını verir. 19. yüzyılda gümrük vergilendirmeleri genellikle oran bazında değil, parça veya kilo bazında belli bir miktar para şeklinde koyulmaktaydı. O yüzden ortalama gümrük vergileri ile büyüme arasında olumlu ilişkiyi gösteren çoğu ekonometrik çalışma da gerçekte sadece devletin koyduğu gümrük vergilerinin doğrudan etkisini değil, piyasanın bu gümrük vergilerine göre kendisini optimize etmesinin efektif gümrük oranını dalgalandırmasının da etkisini, yani doğrudan piyasa dalgalarının tesirlerini ölçüyordu. Durum böyle olunca da bu çalışmalar negatif bir istatistiksel kanıtlara ulaşamıyordu zira, “gümrük politikasının etkisini değil, daha çok piyasa dalgalanmalarının” etkisini ölçüyorlardı .[33] Geschonke de ortalama gümrük vergileri oranlarındaki sadece politik kaynaklı gümrük oranlarını piyasa kaynaklı dalgalanmalardan izole eder ve sadece bunun etkisini yakalamaya çalışır. Bu bağlamda çalışmanın sunduğu ampirik kanıtlar, siyasi-kaynaklı gümrük vergilerinin büyümeyi ve üretimi kötü etkilediğine işaret eder. Diğer bir deyişle, bebek sanayi korumacılığının, diğer faktörlerden izole edilmiş etkisi, iktisadi olarak olumsuzdur.

Kıta Avrupa’sının bir başka önemli ülkesi de Fransa’ydı. Ha-Joon Chang 19. yüzyıl Fransası’nın diğer ülkelere göre daha liberal bir ekonomi olduğunu ve bebek sanayi politikalarına yoğun bir biçimde başvurmadığını, ve dolayısıyla da 19. yüzyıl Fransa’sının geri kaldığını ifade eder.[34] Fakat Chang açıkça yanılır. Zira bu minvaldeki bir görüş, erken Fransız iktisat tarihi yazımının yanılgılarını yansıtmaktadır.[35] Erken Fransız iktisat tarihi yazımı, 19. yüzyıl “Fransa’nın ekonomik kalkınmasını, bir gerileme veya göreli geri kalmışlık hikayesi olarak”[36] değerlendirmekteydi. Halbuki kliometrinin gelişmesinin ardından sunulan kanıtlar tam tersine işaret eder. Bir kere, 19. yüzyıl Fransız sanayisi Britanya’dan bile daha verimliydi.[37] Keza inovasyon konusunda da 19. yüzyılda Fransa ile Britanya çok yakın seviyedeydi.[38] Ama yine de ifade edilmeli ki özellikle Napolyon Savaşları döneminde, Britanya’nın sanayisine karşı korumacı politikalara başvurulmuştu. Juhasz da Napolyon Savaşları sırasındaki en sıkı sıkı korunan Fransız eğirme sektöründe korumacılığın etkilerini ele alır.[39] Çalışma, kısa vadede Napolyon’un sunduğu korumadan daha fazla etkilenen bölgelerin, tekstil sektöründe daha hızlı sanayileştiklerini gösterir. Lakin ifade edilmeli ki bu etki sadece kısa vadede gözükür, uzun vadede korumacılık politikası sektörü kökeninden etkilememişti. Ayrıca Juhasz, söz konusu dönemde Fransa’nın halihazırda zaten efektif teknoloji benimsemek için yeterli altyapısı ve ön koşulunun olduğunu da belirtir. Nitekim aşağıda İsveç örneğinden de göreceğimiz üzere, çoğu zaman gümrük politikaları kısa vadede bile olumlu sonuçlara vesile olmamaktadır. Son kertede, Napolyon dönemini hariç tutarsak, Fransa’nın çok yoğun bir biçimde gümrük korumacılığı politikasına başvurmadığını ifade etmek yerinde olacaktır; ama buna rağmen Chang’in analizinin tersine, Fransa 19. yüzyılda kıta Avrupa’sının en hızlı gelişen ülkelerinden biri olmuştur.

Makale boyunca bebek sanayi korumacılığının orta ve uzun vadede olumlu sonuçlara sebep olmayacağını ifade ettim, peki yine de kısa vadede birtakım olumlu sonuçları tetikleyebilir mi? Ruthardt doktora tezinin bir bölümünde, İsveç’te 1887-1890 arasında uygulanmış sanayi üzerindeki korumacı politikaların kısa vadeli etkilerini SC yöntemi ile inceler.[40] Ortaya konulan istatistiksel sonuçlara göre, kısa vadeli de olsa gümrük korumalarının İsveç’in sanayisine pozitif biçimde tesir bıraktığını söylemek mümkün değildir.

List’in önerdiği bebek sanayi hipotezi ile ithal-ikameci sanayileşme(İİS) stratejisi her ne kadar benzer gözükse de önemli farklılıklar da bulundurmaktadırlar.[41]) Bununla beraber, gümrük korumacılığına yükledikleri önem açısından benzeşmektedirler. Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İİS tüm Dünya Bankası gibi kurumlarca tüm gelişmekte olan ülkelere önerilen hakim reçeteydi. Türkiye de 1960-1980 arasında İİS stratejisini uygulamıştı. Söz konusu dönemde, 1975’e kadar Türkiye, 1930’ları hariç tutarsak, tarihindeki en büyük büyüme oranlarını yakalayabilmişti.[42] Peki, bu büyümenin ne kadarı yerli sanayilerin gümrük vergileriyle korunmasından kaynaklanmaktaydı? Krueger ve Tuncel’in bir çalışması bu soruyu cevaplamaya çalışır.[43] Çalışma, 1963-1976 dönemi verilerini kullanarak Türkiye imalat sanayinin 16 alt sektörünü inceler ve yoğun biçimde korunan sektörlerin, az korunan veya hiç korunmayan sektörlere nispeten verimlilik kazanımı açısından bir artış göstermediğini ekonometrik olarak gösterir. Fakat ne var ki, Krueger ve Tuncer Türkiye’deki İİS pratiğinin esas sorununun kurumların ve politikaların çarpık teşvikler sunmasından kaynaklanmış olabileceğini ifade ederler. Cidden de söyleyebiliriz ki, Türkiye’de İİS’deki korumacı tedbirler bir kalkınma stratejisinden ziyade tamamen bir rant dağıtma işlevi görmüştü.[44] Nitekim Milör’ün ampirik analizinin de gösterdiği gibi bu dönemde Türkiye’de özel sektörün esasında sanayileşme gibi bir teşviki yoktu.[45]) Türkiye’yi İİS’nin kusursuz bir örneği olarak ele almak doğru olmayacağından, son olarak da İİS stratejisini daha doğru bir biçimde uygulayan bir örneğe bakmamız yerinde olacaktır.

Japonya, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki en hızlı büyüme performansı yakalayan ülkelerin başında gelmekteydi. Birçok iktisatçıya göre Japonya, İİS modelinin en başarılı örneğini teşkil etmekteydi. Fakat ne var ki, Lawrence ve Weinstein’ın koyduğu ampirik bulgulara göre Japonya’da korumacı ticaret politikaları, 1960’lar ve 1970’lerde ekonomideki toplam faktör verimliliğine ciddi ölçüde zarar vermişti.[46] Baldwin ve Krugman ise 1978-1983 arası Japon teknoloji sektörünü ele aldıkları çalışmalarında, her ne kadar korumacı tedbirlerin Japonya’da bu sektördeki ihracatı arttırsa da, zararlarının faydalarına göre daha ağır bastığı ve son kertede refahı azalttığı yönünde kanıt sunmaktadır.[47] Japonya’da, Tayvan ve Güney Kore örneklerinde olduğu gibi gümrük korumacılığından ziyade; devletin yatırımları koordine eden, yönlendiren ve sübvanse eden sanayi politikası, büyümenin iskeletlerini oluşturmuştu.[48] Bu olgu, en başta aktardığım Akçiğit ve Ateş’in çalışmasıyla uyum halindedir. Yani, gümrük korumacılığından ziyade özel yatırımları yönlendiren, düzenleyen ve sübvanse eden bir sanayi politikası, ekonomik kalkınma için daha yeğlenen bir yol olacaktır.

Bu makalede yüksek gümrük duvarlarının ülkeleri sanayileştiremeyeceğini ve dolayısıyla da bebek sanayi hipotezinin yanıltıcı olduğunu ele almaya çalıştım. Ne var ki, bu, gümrük vergilerinin her zaman zararlı olduğu anlamına gelmemektedir. Mesela iklim değişikliğiyle mücadelede gümrük vergileri çok önemli bir rol oynayabilir,[49] veya eğer belli bir sektör ulusal güvenlik açısından çok büyük bir önem arz ediyorsa, gümrük duvarlarıyla korunması anlaşılabilir. Fakat benim bu makalede ifade etmeye çalıştığım olgu, gümrük duvarlarına dayanan bebek sanayi politikalarının en azından salt iktisadi kalkınma açısından olumlu sonuçlara yol açmayacağıdır. Zira gümrük korumaları, iç piyasada rekabeti azaltacağından, şirketlerin inovasyon teşviklerinin azalmasına sebep olacaktır. Bununla beraber, bazen yeni gelişmekte olan yerel sanayilerin uluslararası aktörlerle başa çıkabilecek güçleri de olmayabilir. Bu yüzden de sübvansiyon veya yatırımların koordinasyonu gibi uygulamaları içeren etkili bir sanayi politikası zaruri hale gelmektedir.

Kasım 2024, Münih.

Alp Buğdaycı

Dipnotlar:

“Halk Cahil, Demokrasi İşlemez” mi?

Türkiye’de bazı çevrelerde 1950’lerin dünyasına ait olan kalkınmacılık düşünün kırıntılarına rastlayamamak elde değil. Kalkınmacılık ideolojisi, modernleşme kuramından derinden etkilenerek kapsayıcı siyasi kurumları henüz kalkın(a)mamış ülkelerin halkları için bir lüks olarak değerlendirmiş; önce iktisadi ve toplumsal kalkınmanın gerçekleşmesi gerektiğini, ancak bunların ardından demokrasinin uygun bir rejim olabileceğini, kalkınma olmadan(bu sadece iktisaden değil, aynı zamanda kültürel olarak da) aksi halde batılı siyasi kurumların işleyemeyeceği tezlerini öne sürmüştür.[1] Özellikle Türkiye’deyse bu görüşün en belirgin yansımaları Yön çevresi ve Avcıoğlu’nun şahsında görülmekle beraber sadece sol cumhuriyetçiler ile de sınırlı değildi; mesela Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nde de en azından söylem düzeyinde bu düşünceye rastlanılabilir. Fakat merkez sağ’ın kalkınmacılık retoriği, Avcıoğlu’nun aksine salt olarak kalkınmayı sadece ekonomik bir süreç olarak tasavvur etmekteydi.[2]

Söz konusu düşünce, soğuk savaş dünyası sosyal bilimlerin belki de en popüler görüşüydü ve neredeyse batılı siyaset bilimcileri arasında bu konuda belli bir mutabakat vardı. Örneğin ilerleyen kısımda daha detaylı ele alacağımız gibi, belli bir kişi başına düşen gelirin altında demokrasinin sağlıklı yaşamasının mümkün olmayacağı görüşü, önde gelen siyaset bilimci ve iktisatçılar arasında bir konsensüs oluşturmaktaydı. Bu bağlamda, bahsi geçen görüşün Türkiye’ye de uyarlanmasının hiç de sıra dışı bir şey olmadığını, o dönem bu eksende ifade edilmiş görüşleri gayet doğal karşılamak gerektiğini söylemem gerekiyor. Bundan dolayıdır ki, bu makale hiçbir şekilde 1960’larda özellikle Yön çevresinin felsefi olarak kalkınmacılık ve modernleşme kuramınından etkilenen görüşlerinin bir eleştirisi değildir. Tam tersine eğer o dönemde bu görüşler Türkiye’de ifade edilmeseydi; bu, Türk fikir hayatının dünyaya kıyasla geriliğini bir emaresi olarak okunabilirdi. Ben daha ziyade bugün hala modernleşme kuramına dayanarak, demokratik rejimin Türkiye için şuanlık bir çözüm olmadığını; geçici bir otoriter rejimin kurulması gerektiğini ve böylece de yukarıdan birtakım radikal ve otoriter reformlar yapılmasıyla demokrasinin sağlıklı biçimde yaşayabileceği koşulların gerçekleştirilebileceğini ifade eden tezleri eleştireceğim.

“Demokrasi işlemez, halk cahil” minvalindeki görüşlere maalesef bugün hala Türkiye’de sıklıkla rastlanılabilir; Nihat Erim’in 61 Anayasası’ndaki özgürlükler hakkında “bunlar bize lüks!” demesini andırır gibi, demokrasiyi Türk halkı için bir lüks olarak değerlendirip ardından da çözüm önerisi olarak; “zinde kuvvetleri” temsil edecek biravuç elitin iktidarı devralıp, yukarıdan gerçekleştirilecek ekonomik ve kültürel kalkınmanın ertesinde Türk milletinin demokrasi için rüşdünü kazanabileceği ifade edilmektedir.[3] Bu tez hakkında benim en çok canımı sıkan noktaysa, genellikle benim de parçası olduğum cumhuriyetçi cenahta bu görüşlere rastlıyor olmamdır. Zaten eğer İslamcılar veya başka bir görüştekiler bu tezleri dile getirse, muhtemelen bu yazıyı yazmak için klavyenin başına oturmaya bile teşebbüs etmezdim.

“Halk cahil, demokrasi işlemez” şeklinde karikatürize edebileceğimiz tezin yanlışlığını ortaya koymak için öncellikle birazcık demokrasi teorisinden bahsetmek gerekir. Açıkçası en baştan demokrasiyi bir amaç ve gidilecek bir hedef olarak değerlendirmek, demokrasi teorisini tam olarak kavrayamamaktır. Hayek’in de ifade gibi, demokrasi bir amaç değil, araçtır: “Demokrasi esas itibariyle, dahili sulhu ve ferdi hürriyeti korumak için bir araç, faydalı bir yöntemdir.”[4] Demokrasi, temel zorlukları aşıldığında kurulabilecek bir rejimden ziyade, bizzathi bu zorluklarla mücadele etmenin bir aracı ve yoludur. Dolayısıyla da kalkınmacılık ve modernleşme kuramının tesiri altındaki kişiler en baştan demokrasinin temel işlevini kaçırmaktadırlar. Nitekim, demokrasinin gerektirdiği kültürel ve sosyal gereklilikleri yaratmanın ve yaygınlaştırmanın en etkili yolu da bizzathi demokrasiyi uygulamaktan geçmektedir. [5] Diğer bir deyişle, Amartya Sen’in de kaydettiği gibi demokrasiye elverişli toplumsal ve iktisadi koşullar, ancak demokrasinin tecrübe edilmesiyle yaratılabilir.[6] Bu hususu en iyi görenlerden birisi İsmet İnönü olmuştu. İsmet Paşa 1945 yılında yakınlarına şöyle diyecekti:

“Çocuğunuzu iyi bir nişancı yapmak isterseniz ona, yalnız nazari bilgiler vermekle bu maksada ulaşamazsınız. Eline ateşli silah verecek, nasıl nişan alacağını söyleyeceksiniz, attığı ilk kurşun, hedefin yakınındaki canlı bir mahluku öldürebilir. İkinci, üçüncü… beşinci kurşunlar bir komşunun camını kırabilir, yahut bir çatının bacasını yıkabilir. Ama, erinde geçinde tam isabet yapacak ve iyi bir nişancı olacaktır. Halkı demokratik düzene alıştırmak için de bu usulü kullanmaktan başka çare yoktur.”[7]

Aynı şekilde şu soruyu sormak gerekiyor; bugün demokrasiyi oturtabilmiş ülkeler, daha yolun başındayken bu koşulların tamamına eksiksiz bir biçimde sahip miydi? Yoksa bu elverişliliği, bu yolda mesafe katederek mi tam olarak pekiştirecekti?

Esasında bu konuda da Bülent Ecevit’in bir analizini uzunca alıntılamak isterim:

“Halkımız büyük çoğunluğuyla cahil olabilir.(…) Bunlar demokrasiye engel değildir. Demokrasi yoluna girdikleri sırada, hemen hiçbir ülkede halkın büyük çoğunluğu okuryazar değildi. Buna karşılık, halkının ya tümü ya da büyük çoğunluğu okuryazar olan bazı ülkelerde, üstelik halkları okuryazarlıkla da kalmayıp en ince sanat zevkine ulaşmış, çağdaş Batı kültürünün en üst katlarına yükselmiş İtalya gibi, Almanya gibi ülkelerde, çağımızın en koyu diktatörlükleri, faşist rejimler kurulabilmiştir. Hem de büyük ölçüde halkın desteğiyle kurulabilmiştir. Demokrasi bir inanış meselesidir. Bir yaşama yoludur. Demokrasi, insanların kendi kendilerine saygı duyarak yaşatabildikleri bir rejimdir. Dağ başında dünyadan habersiz yaşayan, okuma yazması olmayan bir kimse bile, kendi kendine saygılı ise, özgür yaşamak istiyorsa, demokrasiyi yaşatabilecek bir vatandaş tipidir. Bir süre yanıltılabilir. Oyunu bir süre ters kullanabilir. Oyu üzerindeki ekonomik baskılara bir süre boyun eğebilir. Ama sonunda mutlaka demokrasiyi kendi yararına, halkın yararına işletmenin yolunu bulur.”[8]

Cidden İsmet Paşa ve Bülent Ecevit’in analizleri kusursuza yakındır. Örneğin vatandaşlık bilgisi ve sorumluluklarını içeren sosyal bir farkındalık demokrasinin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için çok hayati bir koşuldur. Ama vatandaşlık bilgisinin tam anlamıyla yerleşebilmesi için en baştan müzakereye dayanan ve halkın karar alma sürecine dahil olabileceği kurumlar gerekmektedir. Dahl bu olguyu şöyle yazar: “Vatandaşlık bilgisi sadece resmi okul eğitimiyle değil, halkın katıldığı görüşmelerle, tartışmalarla, müzakerlerle, güvenilir bilginin ulaşılabilir olmasıyla ve özgür bir toplumun kurumlarıyla sağlanır.”[9] Mesela rasyonel ve sorgulayan bir insan tipinin, bilgiye erişim özgürlüğünü kısıtlayan ve halkı müzakere ederek demokratik süreci öğrenme eyleminden mahrum bırakan bir otoriteryen rejim altında yaratılabileceği iddiası ne kadar makul olabilir? Tabiki de demokratik karar alma mekanizmaları altında da bu minvalde bir vatandaşlık bilgisinin yaygınlaştırılıp yaygınlaştırılamayacağı kesin değildir, ama en azından olasılık açısından muadillerine kıyasla en makul rejimin demokrasi olduğunu ilerleyen kısımlarda göstermeye çalışacağım. Fakat bence şu soruyu sormalıyız, gerek kültürel gerek iktisadi açıdan otoriteryen rejimler cidden demokrasiye elverişli koşullar yaratabilir mi?

Örneğin, 1960’ların Yön çevresi olsun, Seymour Lipset gibi siyaset bilimciler olsun[10], demokrasinin tam anlamıyla oturabilmesi için belli bir iktisadi gelişmeye ihtiyaç olduğunu ve azgelişmiş ülkelerde demokratik rejimin devamlı olamayacağını ifade etmekteydi. Özetle bu görüş iktisadi gelişmişliği demokrasinin önkoşulu olarak sayar. Fakat bu görüş birçok açıdan sorunludur. Avrupa’da kapsayıcı kurumların geç- ortaçağ’dan beri şekillenmekteydi, ama yine de kapsayıcı kurumların filizlenmeye başladığı dönemlerde, Avrupa iktisaden dünyanın diğer kısmına göre gelişmiş değildi. David Statsavge’ın da dediği gibi: “Pek çok Avrupa ülkesi modern demokrasiye geçtikleri zaman bile bizim şimdiki standartlarımıza göre oldukça yoksuldu.”[11] Dolayısıyla iktisadi az gelişmişliği demokrasinin önündeki bir engel olarak görmek isabetli olmayacaktır. Nitekim, Acemoğlu ve arkadaşlarının son 500 yılı ele alarak yaptıkları ekonometrik bir çalışma, iktisadi gelişme ve bunun bir yansıması olan kişi başına düşen milli gelirin demokrasi üzerinde nedensel bir etkiye sahip olmadığını belgelemektedir. [12] Diğer bir deyişle, iktisadi gelişmişlik demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için bir önkoşul değildir. Bununla beraber demokrasi ile kapsayıcı siyasal kurumların iktisadi kalkınma için tek olmasa bile, en gerekli koşul olduğu iktisat literatüründe belgelenmiştir.[13]

Resmi eğitim ve okullaşma konusu da modernleşme düşüncesinin epey ilgisini cezbetmişti. Lipset de bilhassa eğitimin demokrasinin en temel koşullarından birisi olduğuna dikkat çekmekteydi. Fakat buradaki sorun şu ki, yukarıda Dahl’ın aktarılan ifadesinin de dile getirdiği gibi; demokrasiye uygun vatandaş özelliklerinin yaygınlaştırılması resmi eğitimle olduğu kadar, demokratik kurumlardaki karar alma sürecine halkın dahil edilmesi ve özgür bilgiye ulaşımın sağlanmasıyla da gerçekleşmektedir. Resmi eğitim de çok büyük bir önem arz eder, ama North’un da belirttiği gibi, resmi eğitim siyasi ve ekonomik kurumların bir fonksiyonudur.[14] Şöyle ki, otoriteryen bir rejim altında, okullarda işlenecek müfredat, muhtemelen otoriteryen rejimin meşruiyetine rıza üretimi görevini üstlenecektir. Örneğin, Çin’in okullardaki müfredat aracılığıyla, rejimin otoriteryen yapısına nasıl rıza ürettiği, yapılan kapsamlı bir saha araştırmasıyla ampirik olarak belgelenmiştir. [15] Bu husus sadece Çin’e özgü değildir; zira genel olarak bir müfredatın yaratmayı arzulayacağı ideal vatandaş tipi, doğrudan mevcut siyasal kurumlarının gereksinimlerini yansıtacaktır. Peki yine de genel olarak eğitimin yaygınlaşması ile demokrasinin gelişimi arasında belli bir nedensellik var mıdır? Acemoğlu ve diğerlerinin sunduğu ampirik kanıtlar, eğitim düzeyini arttıran ülkelerin demokratikleşme ihtimallerinin daha yüksek olmadığını; diğer bir deyişle, eğitimin demokrasinin işleyişi için bir önkoşul olmadığını ortaya koymaktadır.[16] Zira, Çin örneğinde de olduğu gibi, eğitimin yaygınlaşması otoriteryen rejime uygun insan tiplerini de yaratabilmektedir.

Eğitim ve iktisadi kalkınmanın demokrasi için bir ön-şart olmadığını göstermeye çalıştım. Bu iki argüman genelde soğuk-savaş dönemlerinde epey popülerdi, fakat bugün Türkiye’de demokrasinin işleyemeyeceğini iddia edenlerin ortaya sundukları esas argümansa Türk halkının kültürel formasyonunun demokrasiye yeterli gelmeyeceğidir. Bu argümanın en temel sorunu, siyasal kültür ile sosyal sermayeyi dışsal(exogenous) bir değişken olarak ele alması ve bunların nasıl şekillendiği sorusunu cevapsız bırakmasıdır. Zira sonuç olarak siyasal kültür bir sebep olduğu kadar aynı zamanda da belli faktörlerin de sonucudur.[17] Tabiki normları ve siyasal kültürü şekillendiren tonla faktör vardır. Fakat muhtemelen siyasal kültürün ve sosyal sermayeninin formasyonuna tesir eden en önemli faktör, siyasal gücün dağılımı ve bu güç dağılımının teşkil ettiği siyasal çehrede devlet-toplum ilişkilerinin nasıl kurulacağıdır. Diğer bir deyişle, siyasal kültür en baştan bir toplumun gerek tarihsel gerekse o anki deneyimlediği siyasal kurumların bir sonucudur. Şöyle ki, kültür sadece tek taraflı bir biçimde siyasal kurumların işleyişini etkilemez, aynı zamanda mevcut veya tarihsel kurumların otoriteryenlik düzeyi de sosyal sermayeyi şekillendire işlevi görevi görür. Mesela, eğer bir otoriter rejimde halkın bilgiye kaynaklarına erişimi kısıtandığında, alternatif bilgi kaynaklarının yokluğunda, bireyler devletin ana-akım medyasına maruz kalacak ve bu da muhtemelen otoritereye olan kamu inancını pekiştirerek otoriteryen bir siyasal kültürü katmerleyecektir.[18]

Siyasal kurumlarla siyasal kültür arasında yukarıda formüle edildiği şekilde bir etkileşim her ne kadar teorik bağlamda cezbedici olabilse da gerçekten tarihsel olarak isabetli midir? Burada birkaç tarihsel-örneğe değinmemiz bizlere yardımcı olabilir.

Şüphesiz ki siyasal kurumlar açısından en keskin zıtlıkları gösteren ülkelerin başında İtalya gelmektedir. Kuzey İtalya ile Güney İtalya; tüm siyasal kurumlar açısından epey keskin bir tezat teşkil eder. Güney İtalya’da yolsuzluk ve kayırmacılık epey yaygın ve kurumsal performans epey düşükken Kuzey İtalya ise tam tersine ortalama bir Batı Avrupa ülkesi gibi çok ileri bir kurumsal performansa sahiptir. Kuzey ve Güney İtalya siyasal kurumlar açısından adeta iki ayrı ülkeyi andırır. Peki, bu durum niçin böyledir? Robert Putnam ünlü eseri, “Making Democracy Work”’de bu zıtlığın kökenlerine aramaya eğilir.[19] Putnam, Kuzey ve Güney İtalya arasındaki keskin kurumsal farklılığın sosyal sermaye ve siyasal kültürdeki farklılıklardan kaynaklandığını öne sürer. Bu savını kanıtlamak için Putnam, sosyal sermayenin ölçüsü olarak bir, sivil topluma katılım endeksi oluşturur ve bölgelere göre bu endeks bazında ölçümler yapar. Ardından da Putnam gösterir ki cidden de siyasal kurumlardaki keskin farklar neredeyse bölgelerin sosyal sermaye farklarıyla aynıdır. Sosyal sermayenin daha fazla olduğu yerlerde, siyasal kurumların performansı çok daha fazladır. [20] Buna dayanarak, Putnam, sosyal sermayenin kurumsal performansı belirlediğini ifade eder, çünkü zaten 1970’ler öncesinde İtalya’da tam anlamıyla federal bir yapı olmadığından esasında bu kurumsal farklılıklar, merkezi yönetimden bölgesel yönetimlere geçildiği zaman ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla Putnam’ın bu minvalde bir nedensellik ilişkisi kurması doğrudur.

Daha da ilginç olan, Putnam oluşturduğu başka bir endeksle gösteriyor ki Kuzey ve Güney İtalya arasındaki keskin sosyal sermaye farkı 1860’larda da neredeyse aynıydı.[21] Yani 1860’lardaki kültürel göreneklerle, Putnam’ın zamanındaki kültürel görenekler, aşikâr bir devamlılık göstermekteydi. Eğer bugünün sosyal sermaye dağılımı yerine 1860’ların sosyal sermaye dağılımıyla, bugünün kurumsal performansını bölgelere kıyaslarsak, bu iki parametrenin tamamen örtüştüğü de görülebilir.[22] Şöyle ki, Kuzey ve Güney İtalya arasındaki kültürel farklılıklar 19. Yüzyılda bile bugün ki kadar zıttı ve bu zıtlıklar da İtalya Federal modele geçince kendisini kurumsal performanstaki farklılıklar olarak göstermişti. Kuzey ve İtalya’nın kültürel zıtlıkları tabiki birçok sosyal bilimcinin ilgisini çekmişti. Güney İtalya’nın kültürel normları hakkında muhtemelen yapılmış en iyi çalışma Edward Banifield’a aittir.[23] Banifield bir antropolog gözüyle birkaç yıl Güney İtalya’nın köylerinde yaşamış, o sırada tonla gözlem yapmış ve en sonunda da o gözlemlerini bir kitaba dönüştürmüştür. Banifield, Güney İtalya’daki normların toplamını “amoral familism”, yani “Ahlak Dışı Ailecilik” olarak adlandırır. Bahsi geçen normlara göre, insan sadece kendi ailesinin iyiliğini düşünmeli, bunun dışında hiçbir şey umurlarında olmamalıdır. Aynı zamanda bu normlar bütününe göre, bireyin kendi ailesi için yapacağı için her şey de mübahtır. Aynı zamanda, mağdur kendisi ve ailesi olmadığı sürece, birey hukuksuzlukları da meşru olarak değerlendirilir. İşte Putnam da esasında Güney’deki “ahlaksız aileceilik” kültürüyle Kuzey’deki egaliteryen Avrupai kültürün, Modern İtalya’daki siyasal kurumlardaki farklılıkları açıkladığını ifade eder. Ama Putnam bununla da durmaz, daha da öteye geçip bu sefer de şu soruyu sorar: “Peki Kuzey ve Güney’deki İtalyan Kültürünün zıtlıklarının temel sebebi nedir?” Putnam cevap olarak, Ortaçağ İtalya’sında bölgelere göre değişen siyasal kurumların, Kuzey ve Güney İtalya arasındaki kültürel farklılıklara sebep olduğunu iddia eder. Diğer bir deyişle, bugünün bölgelere göre değişkenlik gösteren ve sonuç olarak da modern siyasal kurumların performansını etkileyen sosyal sermaye farklılığının esas sebebi, Ortaçağ İtalya’sının siyasal kurumlarındaki farkılıkları yansıtır.[24] Şöyle ki, Kuzey İtalya’da bağımsız şehir devletleri ve özgür cumhuriyetler çoğunlukla hakimken, Güney’e Papalık ve Sicilya Otokrasisi hakimdi ve siyasal rejimlerdeki bu farklılık, kültürel çeşitliliğin temel belirleyicisi olmuştu. Yani sosyal sermaye ve siyasal kültürdeki farklar, geçmişin siyasal kültürünün bir sonucu olarak tezahür etmişti. Kısacası Putnam’ın ortaya koyduğu teorinin özeti şöyledir:

Ortaçağ’ın siyasal kurumları −> Kuzey ve Güney İtalya’daki kültürel farklılıklar −> Modern İtalya’daki bölgelere göre değişkenlik gösteren zıt siyasal kurumlar.

Putnam’ın ortaya koyduğu teorinin de işaret ettiği gibi, medeni bir siyasal kültür ile yüksek bir sosyal sermaye, kapsayıcı siyasal rejimlerin bir şartı ve gerekliliği değil, daha da ziyade bir sonucu ve ürünüdür. Putnam’ın ortaya koyduğu teorik çerçeve tarihsel bir gerçekliği ihtiva eder mi? Yıllar sonra Guiso, Sapienza ve Zingales’in yaptığı bir ekonometrik çalışma Putnam’ın tezinin doğruluğunu ortaya koymuştur.[25] Guiso ve diğerleri, İtalya’da bağımsız şehir devletleri geçmişine sahip bölgelerin, otokrasi altında kalmış bölgelere kıyasla çok daha fazla sosyal sermayeye sahip olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle bu çalışma, bölgelerin geçmişlerindeki siyasal kurum farklılıklarının doğrudan bugünün sosyal sermayesindeki farklılıkları açıkladığını göstererek Putnam’ın nedensellik tezine ampirik kanıt sunmaktadır.

Hülasa, söz konusu çalışma Putnam’ın teorisine ampirik kanıt sunmakta ve sosyal sermaye ile kültürel formasyonunun, toplumun siyasal kurumlarının özgürlükçü olup olmadığına göre değişim gösterdiğini ortaya koymaktadır.

Guido Tabellini de bir makalesinde Putnam’ın işaret ettiği olguyu tüm Avrupa üzerinden göstermektedir.[26] Tabellini, modern normlar ve kültürün esasında geçmişin siyasal kurumlarının bir sonucu olduğunu ampirik olarak ortaya koyar. Şöyle ki, Tabellini’nin bulguları, nispeten daha otokratik rejimlerin birbirlerine daha az güvenen, dayanışmanın ve sosyal sermayenin daha az olduğu, daha saygısız ve demokrasiye uygunluk açısından daha geri kültürel formasyonlar yarattığına işaret etmektedir. Özetle, Tabellini’nin sonuçları; siyasal kültür ve sosyal sermayenin siyasal rejim ile siyasal kurumların otoriteryenlik düzeyinin bir fonksiyonu olduğuna işaret etmektedir. Tabellini’nin çalışmalarına ek olarak, siyasal kurumların kültürü nasıl biçimlendirdiğini gösteren birkaç önemli çalışmadan daha da bahsedebiliriz. Cantoni, Mohr ve Weighand’ın bir çalışması, Fransız Devrimi’nin Avrupa’ya getirdiği yeni dinamiklerin sonucunda Kutsal Roma İmparatorluğunun siyasal kurumlarının gerilemeye başlamasıyla filizlenen daha kapsayıcı siyasi kurumların yepyeni kültürel normlar doğurduğunu belgelemektedir.[27] Cantoni ve diğerleri; Alman bölgelerindeki 44 milyon isimi inceleyerek, Fransız Devrimi’nin getirdiği siyasal kurumlardaki değişimin sonucu olarak, insanların daha özgün ve daha az gelenekçi isimler seçmeye başladığını ve bu bağlamda da avrupa’da daha bireyci bir kültürel kimliğin oluştuğu hakkında ampirik kanıtlar sunmaktadırlar. Yani ifade edilebilir ki merkez kıta avrupa’sında, 19. Yüzyılda ortaya çıkan bireyci kültür esasında Fransız İhtilali’nin tetiklediği siyasal değişimin bir sonucudur.[28] Siyasal kurumların kültüre etkisi konusunda bilhassa 20. Yüzyılın reel-sosyalizm deneyimleri de aydınlatıcıdır. Örneğin bugün hala Doğu ve Batı Almanya arasında sosyal normlar ve siyasi kültür açısından çok aşikar farklar mevcuttur. Alesina ve Fuchs-Schündeln yaptıkları bir çalışmada, Almanya’nın birleşmesinden sonra, Doğu Almanyalıların Batı Almanyalılara kıyasla daha kamucu politikaları desteklemeye eğilimli olduklarını tespit ederler.[29] Bu eğilimin, sosyalist rejime daha uzun süre maruz kalmış yaşlı kuşaklarda daha güçlü olması da bir kez daha kültürün nasıl da siyasal rejimce biçimlendirildiği konusunda ipucu sunmaktador.[30] Soğuk Savaş döneminde Batı ve Doğu Almanya’daki siyasal kurumların farklılıkları aynı zamanda cinsiyet normlarına da sirayet etmiştir.[31]

Tüm bu örneklerden anlayabiliriz ki kültür sadece tek taraflı biçimde siyasal kurumların kalitesini ve biçimini etkilememektedir[32]; aynı zamanda siyasal kurumlar da kültürün muhtevasını biçimlendiren en temel olgulardan birisidir. Şurası doğrudur ki, demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için elverişli bir siyasal kültür ile yüksek bir sosyal sermayenin mevcudiyeti gerekmektedir.[33] Ama ayrıca kapsayıcı siyasal kurumlar da yüksek bir sosyal sermaye ile demokrasi için elverişli bir siyasal kültürü yaratmaya daha eğilimlidir. Nitekim, otoriteryen rejimlerin demokrasiye elverişli normlar yaratması da tarihsel örneklerden de görülebileceği üzere daha az olasıdır. Eğer demokrasiye uygun bir kültürel zemin isteniyorsa, bunu gerçekleştirmenin en temel yolu, halkın demokratik siyasal kurumları tecrübe etmesinden geçmektedir. Acemoğlu ve diğerlerinin yaptığı bir çalışma bu hususu ampirik olarak ortaya koymaktadır.[34] 110 ülkeden yüz binlerce kişiyi kapsayan devasa bir veri setine dayanarak yapılan bu çalışma; demokratik siyasal kurumlara maruz kalan insanların, kalmayanlara kıyasla daha demokratik bir kültürel örüntü ve normlara sahip olduğunu göstermektedir. Çalışmanın gösterdiği en önemli olgu, özgürlükçü ve effektif demokratik kurumların kendiliğinden vatandaşları üzerinde demokrasiye destek sağlayabilmesi, insanların düşüncelerini daha demokratik bir yöne çekebilmesi, veya diğer bir deyişle de kendi taleplerini kendilerinin yaratabilmesidir. [35] Bu çalışmadan çıkaracağımız sonuç şu’dur: eğer demokratik rejimi destekleyen ve demokratik inançlara sahip insanlar görmek istiyorsak, bunun en temel yolu demokrasiyi uygulamaktan geçmektedir. Zira kültür sadece tek taraflı bir biçimde demokrasinin işleyebilirliğini etkilemez, aynı zamanda siyasal kurumların otoriteryenlik düzeyi de doğrudan kültürü biçimlendirir. Diğer bir deyişle, ortada bir döngü vardır.

Peki, şöyle bir soru sorulabilir, demokrasinin hiç mi önşartı yoktur? Dankwart Rustow, demokrasinin önşartının merkezileşmiş bir siyasal otorite, yani devletin varlığı olduğunu yazıyordu.[36] Ben de Rustow’a katılmaktayım, tabiki demokrasinin işleme ihtimalini arttıran birçok farklı etken de vardır. Mesela devlet kapasitesi çok hayati bir işleve sahiptir. Fukuyama’nın da işaret ettiği gibi, demokrasinin verimli bir şekilde işleyebilmesi için yüksek bir devlet kapasitesi zarurettir.[37] Ama yine de kurumsal gelişim, olumsal bir doğaya sahip olduğundan, kesin bir yargıya varmaktan kaçınmak gerekir.

Buradan şöyle bir soru da yöneltilebilir: “peki o zaman sana göre tek parti rejimi de mi gereksizdi?” Özgürlükçü bir demokrasinin tam olarak işleyebilmesi için birtakım kesin gerekliliklerin olduğunu iddia eden kalkınmacı argümanlara (özellikle 21. Yüzyıl bazında) katılmamakla beraber, 1920’ler Türkiye’sinde en başta bir işleyen kurumsal devlet mekanizması olmadığını göz önünde tutarsak, böyle bir pratiğin sağlıklı sonuçları doğurma olasılığının epey düşük olacağını düşünmemekteyim. Manidardır ki Mete Tunçay da Kurtuluş Savaşı sırasındaki ve ertesindeki göreli özgürlük ortamının cidden koşulları göz önünde tutunca, yaşatılabilirliğinin son derece şüpheli olduğunu kaydediyordu.[38] Her şeyi geçelim, yeni bir iç savaştan çıkmış ve hala devletsizlik tehlikesi yaşayan bir toplumda liberal demokrasinin neden tam olarak hayata geçirilmediğini sormak bana epey absürt gelmektedir. Bununla beraber takdir etmek gerekir ki her ne kadar tek parti rejimi otoriteryen bir yapıda kurulmuş olsa da içerisinde çok ciddi çoğulcu mekanizmaları taşımaktaydı. Öyle ki Sina Akşin, tek parti Türkiye’sinin demokrasi seviyesinin o dönem ki dünya ortalamasından fazla olduğuna dikkat çekerken, bcence yanılmıyordu.[39] Zira, mesela 1930’larda her ne kadar birtakım bariz baskıcı tedbirler olsa da yine de canlı bir basın ve tartışma hayatı mevcuttu.[40] Bu sebepten dolayıdır ki Feroz Ahmad, 1930’ların, 1945-1960 döneminden bile daha açık bir toplum izlenimi verdiğini ifade etmekteydi.[41]

Rejimin otoriterliğiyse son derece esnekti, örneğin CHF teşkilatlarında çoğu zaman anarşiye kadar varacak seçim rekabetleri vuku bulmakta[42] ve çoğu zaman kararlar, halk ile istişarede bulunarak alınmaktaydı.[43] Tabiki 1930’lar Türkiye’sinde yine de tam anlamıyla bir modern demokrasiden söz etmemiz olanaksızdır, ama bununla beraber yine de Kemalistler batı tipi bir liberal demokratik rejime inanmakta ve bu düşünceyi benimsemekteydiler.[44] Dolayısıyla Kemalist rejimden bahsederken salt olarak tek parti biçimine bakıp madalyonun öteki yüzünü kaçırmamamız gerekiyor. Nitekim 1945’teki çok partili hayata yumuşak geçiş de bu olguyu kanıtlar niteliktedir.[45]

Cumhuriyetçiler ve Kemalistler olarak, Kurucu Değerlerimizin özgürlükçü demokrasiye olan çok açık yönelimlerini asla unutmamalı, Gazi’nin düşüncelerini sürekli hatırlamalıyız. Mesela, Atatürk’ün şu sözü çok manidardır:

“Düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka; herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman, onun herhangi bir düşüncesini güç zoruyla reddederseniz o direnir. Direndikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bu nedenle düşünce akımları, baskıyla, şiddetle, kuvvetle reddedilemez. Tam tersine güçlendirilir. Buna karşı en etkili çözüm, gelen düşünce akımına, karşı bir düşünce akımı vermektir.”[46]

Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin temelinde yatan özgürlükçü erek, 1920’lerin kaosu içerisinde bile, dönemine göre çeşitli açılardan çoğulcu denilebilecek bir siyasal rejim şeklinde tezahür etmişti. Şimdi, 100 yıl sonrasında artık, şehirleşmiş, yüzde 99’u okuma yazmayı bilen, az çok gündem ile içiçe olan bir toplumla karşı karşıyayız.

Toplumuzun kültürel açıdan demokratik rejime uygun olmayan bazı olumsuz tarafları olabilir, fakat bu olumsuz tarafları gidermenin en açık yolu, demokrasiyi uygulamaktan ve vatandaşları demokratik müzakere sürecine entegre etmekten geçmektedir. Mesela bilhassa 2023 seçimleri Türk halkının demokrasiyi sürdürebileceği hususunda birçok kişide ciddi soru işaretleri doğurdu. En başta muhalefetin olabilecek en kötü adayı çıkarıp üst üste stratejik hatalar yapması bir yana, yine de Türkiye’yi cidden demokratik bir rejim örneği olarak nitelendirmemiz ne kadar tutarlıdır? Zira seçimler demokrasinin tek gerekliliği değildirler, örneğin bilgiye alternatif kaynaklardan erişebilme de demokratik rejimler için en az seçimler kadar mühimdir. Dolayısıyla şu soruyu sorabilmemiz gerekiyor: Erdoğan yeniden seçilebilmesini Türk halkının otoriteryen lider tercihine mi yoksa AKP rejiminin ekonomik ve toplumsal maliyetinin gerçek boyutuna işaret edecek bilgiye erişimin sınırlı olmasına mı borçludur? Yakın zamanda Acemoğlu ve diğerleri tarafından bu soruyu cevaplamak aracılığıyla yapılan epey kapsamlı bir ekonometrik çalışma, eğer Mayıs 2023 seçimleri sırasında özgür basın yoluyla bilgiye erişim imkanı ve olasılıkları olsaydı, muhalefetin oyunun en az yüzde 4.4’lük bir artış göstereceğini ve dolayısıyla da seçimin sonuçlarının muhalefet lehine değişeceğini belgelemektedir.[46] Tabiki de bu olgu Kılıçdaroğlu’nu aklamaz, zira en başından seçimlerin adil olmayacağını ve bilgiye erişimin şeffaf şekilde gerçekleşmeyeceğini sağır sultan bile biliyordu. Bunu farkında olarak, ellerindeki en zayıf adayı öne süren muhalefet, adil olmayan seçim koşullarına karşın izlenebilecek en kötü stratejiyi izlemişti. Ama yine de söz konusu çalışma Mayıs 2023 seçimlerini Türk halkının otoriteryen lider seviciliğine indirgemenin ne kadar yanlış olduğuna işaret etmektedir. O yüzden bu vakıa biz cumhuriyetçilerin Türk halkına olan inancını sarsmamalıdır. Nitekim, makalem boyunca göstermeye çalıştığım gibi demokratik rejim, ancak onu pratikte uygulayarak en sağlıklı biçimde konsolide edilebilir. Şüphesiz ki demokrasinin uygulanmasında birçok önemli engeller vardır, ama yine de demokrasiye elverişli koşulları yaratmanın yollu, bizzathi onu deneyimlemekten geçmektedir.

Makalemi, İsmet Paşa’nın 12 Mart döneminde demokrasinin “işlemediğinden” yakınan Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a verdiği cevap ile bitirmek istiyorum:

“Sen benden tılsımlı bir anahtar istiyorsun. Zorlukla karşılaştığında kapıları hemen açıverecek. Cemiyetlerin hayatında tılsımlı anahtarlar yoktur. Demokrasinin yerleşmesi sabır ister, sebat ister. Fransız İhtilalinden sonra iki defa krallık geldi.

Şimdiki Cumhuriyet beşinci Cumhuriyet’tir. Bizde de yıllar geçtikçe şikayetler azalacak, demokrasiye müdahaleler seyrekleşecek, hafifleyecektir. Hür vatandaş ve hür cemiyet olarak yaşamak, her suretle, Türk milletinin hakkı ve liyakatidir”[47]

 

Münih, Ekim 2024.

Dipnotlar:

[1] Ahmet İnsel, İktisat İdeolojisinin Eleştirisi, Birikim Yayınları, 2000, s. 185-6.

[2] Bu konuda bak: Yüksel Taşkın, Milliyetçi Muhafazakar Entelijansiya, 2021, İletişim Yayınları, s. 85-6; Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun on Yılı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016, s. 119.

[3] Doğan Avcıoğlu da azgelişmiş ülkelerde parlementer demokrasinin işlemeyeceğini savunmaktaydı. Türkiye gibi az gelişmiş toplumlarda parlamentoculuk (çok partili siyasal yaşam), emperyalizmin gelişim göstermesine katkı sağlayan araçların başında yer almaktadır.”( Doğan Avcıoğlu, Rejim Tartışmalarını Başlatıyoruz: Anglosaksonlar Açısından Türkiye’de Parlamentoculuk, Devrim Gazetesi, 18 Kasım 1969, s. 1. )

[4] Friedrich von Hayek, Kölelik Yolu, çev: Turhan Feyzioğlu ve Yıldıray Arslan, Liberte Yayınları, 1999, s. 94.

[5] Modern cumhuriyetçiliğin babalarından Thomas Jefferson da böyle düşünüyordu, bak: Thomas Jefferson, Bağımsızlık Bildirgesi, Çev: Gülden Kurt, Doruk, 2012, s. 23-5.

[6] Amartya Sen,”Democracy as a Universal Value” ,Journal of Democracy, 10, 3,1999, s. 3-17.

[7] Aktaran: Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, Dünya, 1964, s. 249.

[8] Bülent Ecevit, Atatürk ve Devrimcilik, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, s. 89-90.

[9] Robert A. Dahl, Demokrasi Üzerine, çev: Betül Kadıoğlu, Phoenix, 2021, s. 91. [10] Seymour Lipset. Some Social Requisites of Democracy: Economic Development and Political Legitimacy. American Political Science Review. 1959; 53(1):69-105.

[11] David Staatsavage, Demokrasinin Gerilmesi ve Yükselişi, çev: Selim Sezer, Epsilon, 2022, s. 42.

[12] Acemoglu, Daron, Simon Johnson, James A. Robinson, and Pierre Yared. 2008.”Income and Democracy.” American Economic Review, 98 (3): 808–42.

[13] Daron Acemoglu & Suresh Naidu & Pascual Restrepo & James A. Robinson, 2019. “Democracy Does Cause Growth,” Journal of Political Economy, University of Chicago Press, vol. 127(1), 47-100; Acemoglu, Daron & Johnson, Simon & Robinson, James A., 2005. “Institutions as a Fundamental Cause of Long-Run Growth,” Handbook of Economic Growth, in: Philippe Aghion & Steven Durlauf (ed.), Handbook of Economic Growth, edition 1, volume 1, chapter 6, 385-472.

[14] Douglas C.North, Institutions, Institutional Change and Economic Performance, Cambridge University Press, 1990, s. 76.

[15] Cantoni, Davide, Yuyu Chen, David Y. Yang, Noam Yuchtman, and Y. Jane Zhang. “Curriculum and Ideology.” Journal of Political Economy 125, no. 2 (2017): 338–92.

[16] Acemoglu, Daron, Simon Johnson, James A. Robinson, and Pierre Yared. 2005.”From Education to Democracy?”American Economic Review, 95 (2): 44–49.

[17] Robert A. Dahl, Polyarchy, Yale University Press, 1971, s. 124.

[18] Robert A. Dahl, Polyarchy, 1971, s. 149.

[19] Robert D. Putnam, Making Democracy Work, Princeton University Press, 1994.

[20] Robert D. Putnam, Making Democracy Work, 1994, s. 97-8.

[21] Robert D. Putnam, Making Democracy Work, 1994, s. 149-150.

[22] Robert D. Putnam, Making Democracy Work, 1994, s. 151.

[23] Edward Banifield, The Moral Basis of a Backwatd Society, The Free Press, 1958.

[24] Robert D. Putnam, Making Democracy Work, 1994, s. 121-148.

[25] Guiso, Luigi, Luigi Zingales, and Paola Sapienza. “LONG-TERM PERSISTENCE.” Journal of the European Economic Association 14, no. 6 (2016): s. 1401–36.

[26] Tabellini, Guido. “CULTURE AND INSTITUTIONS: ECONOMIC DEVELOPMENT IN THE REGIONS OF EUROPE.” Journal of the European Economic Association 8, no. 4 (2010): 677–716.

[27] Davide Canton,; Cathrin Mohr; Matthias Weigand, Individualism, Identity, and Institutional Change: Evidence from First Names in Germany, 1700–1850, Şubat 2024.

[28] Ayrıca Habsburg impratorluğunun siyasal kurumlarının kültür üzerindeki etkisi hala sürmektedir, bak: Becker, Sascha O., Katrin Boeckh, Christa Hainz, and Ludger Woessmann. “THE EMPIRE IS DEAD, LONG LIVE THE EMPIRE! LONG-RUN PERSISTENCE OF TRUST AND CORRUPTION IN THE BUREAUCRACY.” The Economic Journal 126, no. 590 (2016): 40–74.

[29] Alesina, Alberto, and Nicola Fuchs-Schündeln. 2007. “Good-bye Lenin (or Not?): The Effect of Communism on People’s Preferences.” American Economic Review, 97 (4): 1507–1528.

[30] Ayrıca Almanya’nın birleşmesinin ardından, Doğu Almanyalıların özgürce televizyona erişimi, tüketim tercihlerini değiştirmişti; bak: Leonardo Bursztyn & Davide Cantoni, 2016. “Tear in the Iron Curtain: The Impact of Western Television on Consumption Behavior,” The Review of Economics and Statistics, MIT Press, vol. 98(1), s.25-41. Aynı şekilde, Sovyetler Birliği çöktüşünün ardından, rus insanının özgürce basın ve radyo kaynaklarına ulaşabilmesi, siyasi seçimlerini de epey etkilemişti, bak: Javier Garcia-Arenas, The Impact of Free Media on Regime Change: Evidence from Russia, Essays on Political Economy, MIT Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2016, s. 7-60.

[31] Barbara Boelmann & Anna Raute & Uta Schönberg, 2021. “Wind of Change? Cultural Determinants of Maternal Labor Supply,”ECONtribute Discussion Papers Series090, University of Bonn and University of Cologne, Germany.

[32] Örneğin bak: Avner Greif. “Cultural Beliefs and the Organization of Society: A Historical and Theoretical Reflection on Collectivist and Individualist Societies.” Journal of Political Economy 102, no. 5 (1994): 912–50.

[33] Robert A. Dahl, Demokrasi Üzerine, 2021, s. 171-3.

[34] Daron Acemoglu & Nicolás Ajzenman & Cevat Giray Aksoy & Martin Fiszbein & Carlos A. Molina, 2021. “(Successful) Democracies Breed Their Own Support,” NBER Working Papers 29167, National Bureau of Economic Research, Inc.

[35] Fakat şu hususa da değinmek gerekir ki azınlıklara verilen haklar çoğulcu haklar çoğunlukla demokrasiye desteğin düşmesine de sebep olabilir, bak: Christopher Classen. In the Mood for Democracy? Democratic Support as Thermostatic Opinion. American Political Science Review. 2020;114(1):36-53.

[36] Rustow, Dankwart A. “Transitions to Democracy: Toward a Dynamic Model.” Comparative Politics 2, no. 3 (1970): 337–63.

[37] Francis Fukuyama, Political Order and Political Decay, Profile Books, 2015, s. 506-523. Ayrıca Charles Tilly de düşük kapasiteli devlet, yüksek kapasiteli devlete kıyasla demokrasinin önünde daha büyük bir engel olduğunu kaydeder, Charles Tilly, Demokrasi, 2014, Phoenix, S. 270-2.

[38] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Yurt Yayınları, 1981, s. 332.

[39] Sina Akşin, “Atatürk Döneminde Demokrasi”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 47, sy. 01 (Ocak 1992).

[40] Her ne kadar birçok baskı olsa da yine de bu dönemde çok sesli basın ve yazı hayatının varlığı hakkında bak: Tuncay Birkan, Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri, Metis.

[41] Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, 1996, s. 168-9.

[42] Bu konuda bak: Metinsoy, Murat, “Kemalizmin Taşrası: Erken Cumhuriyet Taşrasında Parti, Devlet ve Toplum”, Toplum ve Bilim, S 118, s. 124-164. Ayrıca partinin de herhangi bir ihraç mekanizması da yoktu.( Maurice Duverger, Siyasi Partiler, çev: Ergun Özbudun. Bilgi Yayınevi, 1974, s. 361)

[43] Bu konuda bak: Metinsoy M. FRAGILE HEGEMONY, FLEXIBLE AUTHORITARIANISM, AND GOVERNING FROM BELOW: POLITICIANS’ REPORTS IN EARLY REPUBLICAN TURKEY. International Journal of Middle East Studies. 2011;43(4):699-719; Hale Yılmaz, Türk Olmak, çev: Ayşe Özbay Erozan, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2023; Murat Metinsoy, Power of the People, Cambridge University Press, 2022.

[44] Maurice Duverger, Siyasi Partiler, 1974, s. 359-60; Bülent Tanör, Kuruluş, Cumhuriyet, 1997, S. 129-138.

[45] Kemalizm ve tek parti dönemini Levent Köker modernleşme kuramı üzerinden eleştirmeye çalışır, fakat Köker örneğin 1945’teki çok partiye yumuşak geçiş hakkında doyurucu bir açıklama getiremez.( Levent Köker, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, 2007, İletişim, s. 236.) Bu konuda bak: Berk Esen, Post-Kemalizmin Vesayet Eleştirisi: AKP Rejiminin Resmi Tezi, Post Post Kemalizm, Der: İlker Aytürk ve Berk Esen, İletişim, 2022, s. 366.

[46] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 10. Cilt, s. 307.

[46] Daron Acemoglu & Cevat Giray Aksoy & Ceren Baysan & Carlos Molina & Gamze Zeki, 2024. “Misperceptions and Demand for Democracy under Authoritarianism,” NBER Working Papers33018, National Bureau of Economic Research, Inc.

[47] Necdet Uğur, İsmet İnönü, 1995, Yapı Kredi Yayınları, s. 55.

Nöral Mantık

Önceki makalede, insanlar ve makineler arasındaki farkları sundum ve aynı zamanda bir ortak payda olarak mantıksal düşünmeyi vurguladım.

Ancak ne tür bir mantıktır bu? Genelleştirilebilir ve tam mıdır?

Dil modellerinden ortaya çıkan bu mantık gerçekten de insan düşüncesinin mantığı ile pek çok şekilde karşılaştırılabilirdir, özellikle soyut bir seviyede. Düşünmenin bilişsel yönleri, akıl yürütme, örüntülerin farkına varma ve bilgi işleme insan zekâsı ve yapay zekanın her ikisinde de temel işlevlerdir.

Büyük dil modellerinin etkileyici bir ilerleme gerçekleştirdiğini ve önceleri insan zekasının etki alanı sayılan görevleri çözebildiğini vurgulamak ilgi çekicidir. Bu modeller mantıksal akıl yürütme, anlama ve çıkarım gerektiren karmaşık görevlerin üstesinden gelmekte yetkinlerdir.

Bununla birlikte farklılıklar da bulunmaktadır. İnsanlar duygular, sezgi ve duyusal algı gibi dilsel olmayan yönleri düşünceleri ile bütünleştirebilirken, dil modelleri metin ve onun içerdiği bilgi ile çalışacak şekilde kısıtlıdır. İnsan düşüncesinin dilsel olmayan yönleri dil modelleri için bir meydan okumadır, öyle ki insan deneyiminin bu boyutları doğrudan metin formuna aktarılabilir değildir.

Araştırmalar, yapay zekâ sistemlerinin yetkinliklerini geliştirmeye onları insan düşüncesi karmaşıklığına daha yakın hale getirmeye devam etmektedir. Öznel bilginin modellenmesi ve akla yatkınlık burada önemli bir rol oynamaktadır.

Saf mantık ve dilsel mantık arasındaki fark dil ve düşünce arasındaki ilişkiye temas eden bir meseledir. Sıklıkla basitçe “mantık” olarak atıfta bulunulan saf mantık, doğru akıl yürütmenin bilimidir. İfade edildikleri dilden bağımsız olarak argümanların ve sonuçların geçerlilik kriteri ve ilkeleri ilgilenmektedir. Önermesel mantık ve yüklem mantığı gibi, tümceler ve argümanlar olarak sembolik formda temsil edilebilen yapılara odaklanmakta olup, biçimsel ve matematikseldir.

Öte yandan, dilsel mantık, doğal dilin içinde gömülü olan mantığı dikkate alır. Mantıksal ilişkiler ve yapıların dilde nasıl ortaya çıktığını, dilsel ifadelerin mantıksal kavramları iletmekte nasıl kullanıldığını inceler. Dilsel mantık anlam, gönderim ve dil içi doğruluk sorunları ve bu öğelerin mantıksal argümanlarda nasıl kullanıldığı ile alakadar olur.

Saf mantık matematikten felsefeye pek çok alanda uygulanan açık ve tam bir düşünme için bir araç sağlar. Öte yandan dilsel mantık gündelik tartışmalar ve argümanlarda mantıksal kavramları kullandığımızda doğal dilin karmaşıklıkları ve nüanslarında dolaşmamıza izin verir. Nasıl düşündüğümüz ve iletişim kurduğumuzu anlama noktasında her ikisi de önemlidir.

Dil modellerinde ve insan beynindekine benzer bir mantıktan söz ettiğimizde dilsel mantıktan bahsetmekteyiz. Bu mantık formu doğal dile bağlı olup insanların mantıksal kavramları nasıl kullandıklarını aksettirir. Dilin anlamlarını ve nüanslarını göz önünde bulundurur ve bağlamsaldır.

Saf mantık ise diğer taraftan soyut ve biçimseldir. Muayyen bir dilin hususiyetlerine bağlı değildir ve sembolik formda temsil edilebilir olan akıl yürütmenin evrensel ilkelerine odaklanmaktadır. Dil modelleri dil-ttabanlı mantığı taklit edip uygulamaya uygun olup, aynı anlamda matematik veya biçimsel mantıktaki gibi saf mantık düzeyinde işlememektedirler.

Böylelikle, dil modelleri ile irtibatta olduğumuzda, mantıksal olarak bağdaşık ve anlamlı olan dili üretmeye ve anlamaya eğitilmiş olan dilsel mantığa çok yakın bir mantık formunu tecrübe etmekteyiz.

Diğer taraftan saf mantık, matematik, felsefe mantığın kendisi gibi ilişkili alanların uzmanlarınca geliştirilmesi daha olası bir alan olmayı sürdürmektedir.

Saf mantık insan düşüncesinde olduğundan farklı bir formda dil modellerinde de rol oynamaktadır. Dil modelleri sözcükler ve tümceler arasındaki ilişki ve dilin yapısını anlamak için saf mantığın ilkelerini kullanmaktadır. Bu ilkeler bağdaşıklığı ve mantıksal açıdan bağdaşık cevapları üretmeye yardımcı olmaktadır.

Saf mantık doğal dil geliştirilmesinde kullanılan algoritmalar ve modellerin temelini şekillendirmektedir. Çalıştırıldıkları veri temelinde dil modellerinin örüntülerin farkına varması ve sonuçları düzenlemesini sağlamaktadır. Örneğin, dil modelleri sıklıkla bir tümcenin devamı veya bir sorunun cevabını belirlemek için istatistiksel olasılığı ve matematiksel modelleri kullanmaktadır.

Bununla birlikte, saf mantığın dil modellerinde uygulanması matematik veya biçimsel mantıktaki uygulanması ile özdeş değildir. Dil modellerinde saf mantık, doğal dilin karmaşıklığı ve ifadenin çoklu formları tarafından genişletilmekte ve uyarlanmaktadır. Örneğin, dil modelleri biçimsel mantıkta ortaya çıkmayan belirsizlik, deyimler, metaforlar ve başka dilsel inceliklerle uğraşmalıdır.

Özetle, saf mantık dil modellerinin işlevlendirilmesinde önemli bir rol oynamakta ancak doğal dilin hususiyetlerince şekillendirilmiş bağlamda uygulanmaktadır.

Mantığın farklı bağlamlarda uygulanabilir farklı tipleri vardır. Argümanların formu ve tümdengelimli akıl yürütme ile alakalı olan biçimsel mantık muhtemelen en iyi bilinendir. Diğer şeylerin yanı sıra semboller ve biçimsel dillerin yardımıyla çalışan önermesel mantık ve yüklem mantığını içermektedir.

Biçimsel mantığa ilaveten doğal dildeki argümanlarla ve ayrıca tümdengelimli olmayan argümanlarla ilgilenene biçimsel olmayan mantık vardır. Bu mantık tipi “dilsel mantık” olarak adlandırılabilir olana daha yakındır çünkü gündelik yaşamdaki argümanların yapısı ve değerlendirmesi ile alakalıdır.

Nedensel mantık ilişkiler mantığı anlamına gelir ve neden-sonuç ilişkisi ile argümanlardaki geçerliliğini incelemektedir. Bu mantık tipi nedensel ilişkileri açıklamanın ve anlamanın bir mesele olduğu gündelik düşünce ve bilimde bilhassa önemlidir.

Ayrıca ikiden fazla doğruluk değerine imkan veren çok değerli mantık, kesinleştirilmemiş ve kademeli doğruluk değerleri ile çalışan bulanık mantık gibi özelleşmiş mantıklar da bulunmaktadır. İlaveten üçüncü halin imkansızlığı ilkesini reddeden felsefi görüş üzerinde temellendirilmiş sezgisel mantık da vardır.

Modern mantıkta, tek-tip olmayan mantıklar üzerine de çalışılmaktadır ki bunlar yeni bilgiler mevcut oldukça sonuçları revize etmeyi mümkün kılmaktadırlar. Bu mantık tipi özellikle bilgisayar bilimleri ve yapay zekâ ile ilgilidir.

Her bir mantık tipi bağlamına göre değişen kendi kuralları ve uygulamalarına sahiptir.

İnsan düşüncesi genellikle mantıklı muhakeme olarak bilinen bir mantık formuyla ilişkilendirilir. Bu tip düşünme bilgiyi analiz etme, örüntüleri tanılama, hipotez kurma ve sonuçları düzenleme yeteneğini içerir. Mantıklı bulduğumuz ve bu değerlendirmek üzere kararlar aldığımız öznel bilginin modellenmesi hakkındadır. Mantığın bu formu biçimsel mantıktan daha az katı ve insanların gündelik hayatta düşünüp kararlar aldığı tarza daha benzerdir.

İnsan düşüncesini taklit eden dil modelleri doğal insan dilini anlama ve oluşturma maksadındadır. Bu modeller onların metinleri anlamasına, tahminler oluşturmasına ve bağlamsal bilgiyi işlemesine imkân sağlayan karmaşık algoritmalar ve istatistiksel modeller üzerine kuruludur. Farklılaştırılmış ve bağlamsal cevapları sağlamaya uygun olmaları, onları teknoloji ve meslek uygulamalarının değerli parçaları haline getirmektedir.

İnsan düşüncesi esneklik ve akla yatkın mantık ile karakterize edilirken, dil modelleri doğal dili işlemek ve üretmek suretiyle bu düşünceyi kopyalamaya teşebbüs etmektedir. GPT-4, BERT ya da çeviri tabanlı modeller gibi büyük dil modelleri insan-benzeri iletişimi problem çözme becerilerini taklit etmek için çeşitli alanlarda kullanılan teknolojilerin örnekleridir.

Felsefi mantık, düşüncenin biçimsel mantığın sınırlarının ötesine geçen karmaşık ve derin bir formudur.

Felsefi mantık ve düşünce mantığı yakından ilişkilidir, her ikisi de dünyayı düşünme ve anlama tarzımız yakalama ve yapılandırma arayışındadır. Felsefi mantık genellikle düşüncenin ve akıl yürütmenin temel yapıları ile ilgilenmekte ve onları bağdaşık bir sistemde organize etmeye çabalamaktadır. Saf biçimsel mantığın ötesine geçmekte ve düşüncenin kavramları ile bağlamları hakkındaki açıklamaları dikkate almaktadır.

Diğer taraftan düşünce mantığı düşündüğümüzde, sonuçları şekillendirdiğimizde, kararlar aldığımızda insan zihninde yer alan gerçek süreçlere ilişkindir. Hem bilinçli hem bilinçsiz süreçleri içerir ve sıklıkla felsefi mantıktan daha az biçimseldir. Düşünce mantığı ayrıca biçimsel mantıkta her zaman mevcut olmayan duygusal ve sezgisel yönleri de barındırmaktadır.

Hegel filozoflar insan düşüncesinin karmaşıklığını yansıtan ve açıklayan sistemler geliştirmeye çabalamışlardır. Örnek olarak, Hegel Diyalektiği, düşünce sürecini devinimli ve sürekli evrilen şekilde görür, bu da insan düşüncesinin gerçek deneyimine daha yakındır.

Biçimsel mantığın tamlığı ile insanın düşünme tarzının çeşitliliği ve esnekliği arasında bir denge bulmak bir meydan okuma konusudur. Düşünce mantığı ile bütünleşme arayışında olan felsefi mantık, insan zihninin karmaşıklığını kabullenirken daha derin bir akıl yürütme ve doğruluğa öncülük edebilir.

Ludwig Wittgenstein, “Tractatus Logico-Philosophicus” adlı erken dönem çalışmasında mantıksal-realist olarak tanımlanabilecek bir perspektifi savundu. Dilin yapısının gerçekliğin yapısını yansıttığını ve bu dilin kendisinin mantıksal formu tarafından sınırlandırıldığını müdafaa etti. Wittgenstein, dilin sınırlarını ve bu surette tanımlayabileceğimiz dünyanınkini vurgulayan “Üzerine konuşulamayan hakkında susmak gerekir.” şeklindeki ünlü vecizesini dile getirmiştir.

Daha geç dönem çalışmalarında, özellikle “Felsefi Soruşturmalar”da, erken dönem görüşünden vazgeçmiş ve daha pragmatik bir yaklaşım geliştirmiştir. Artık dilin anlamının onun gerçeklikle örtüşmesinde değil, daha çok toplumsal bağlamdaki kullanımında-yani bir sözcüğün anlamının kullanımında yattığını olduğunu düşünmekteydi. Bu geç dönem yaklaşımı, dilsel ifadeler ve kullanımı arasındaki ilişkiyi inceleyen bir dilbilim alanı olan pragmatik ve güncelik dil felsefesinin gelişimi üzerinde güçlü bir etki bıraktı.

Dilsel mantık, var olanlar ve gerçekliğin türleri üzerine çalışan ontoloji ile daha sıkı bağlandı. Dilsel mantık, sıklıkla dünyanın ontolojik yapısını özneleri, nesneleri, yüklemleri ve özellikleri kullanarak; varlık ve doğruluk anlayışımızla bağdaşan bir tarzda yansıtır.

Dil, düşüncelerimizi şekillendirip yol göstermeye yarayan bir araç olarak hizmet eder. Dünya hakkında düşünüp onu tanımlamamıza imkân verir. Bu anlamda, dilsel mantık düşünüp iletişim kurduğumuz yapıları sağladığından bir tür düşünce rehberi olarak görülebilir.

Bu farklı mantık formları birbirlerinden yalıtılmış halde olmayıp birbirlerini etkileyip tamamlamaktadırlar. Saf mantık sıklıkla ilkeleri ve sonuçları ile iletişim kurmak için dilsel terimlerle ifade edilmekte iken, dilsel mantık anlam ve doğruluğu inşa etmek için saf mantığın prensiplerini kullanmaktadır.

Felsefe ve bilişsel bilimlerde sıkça tartışıldığı üzere dilimiz ve mantığımız sadece dünya görüşümüzü yansıtmaz, ayrıca düşünme ve dünyayı anlama tarzımızı da şekillendirir.

Dil, mantık ve ontoloji arasındaki ilişki üzerine farklı felsefi gelenekler farklı farklı görüşlere sahiptir. Analitik felsefe geleneğinde bilhassa Gottlob Frege gibi filozoflar arasında mantık ontolojiden bağımsız bir araç olarak görülmektedir. Mantık, kavramlar ve nesneler üzerine düşünmek için herhangi bir ontolojiye bağlanmaksızın bir yapı temin eder.

Dil felsefesi, dilin dünyaya ait algımızı nasıl etkilediğini ve dildeki mantıksal yapıların iletişim ve düşünmeyi nasıl şekillendirdiğini inceler. Dilin, dünyayı anladığımız türleri tespit ederek ontolojiyi etkilediğine dair bir görüş vardır.

Charles Sanders Peirce gibi Pragmatistler kavramların önemini pratik imaları ve yararları bakımından değerlendirirler. Bu anlamda; dil, mantık, ontoloji arasındaki ilişki hareketli ve bağlamsaldır.

Edmund Husserl ve Martin Heidegger gibi Fenomenolojistler dili insan deneyiminin bir ifadesi olarak görürler. Burada ontoloji dünyayı deneyimleme ve tanımlama şeklimize sıkıca bağlıdır ve mantık bu deneyimleri yapılandırma vasıtasıdır.

Jacques Derrida ve Michel Foucault dil ve metinlerin sabit bir anlamı olmadığını ve işaretler ile göstergeler arasındaki ilişkinin kararsızlığını savunmaktadır. Bu, değişmez bir ontolojinin imkanını sorgulamaları dolayısıyla ontoloji açısından sonuçlara gebedir.

Bu farklı görüşler; dil, mantık, ontoloji arasındaki ilişkinin; felsefi perspektif, tarihsel dönem, indî yorum gibi pek çok etkene bağlı olarak değişen karmaşık ve ihtilaflı bir mesele olduğunu göstermektedir.

Dilsel mantık ve saf mantığın nihai olarak nöronal yapılar ve süreçlerin ifadesi olduğu fikri bilişsel bilimler ve nörofelsefede destek bulmaktadır. Bu disiplinler düşünme, dil ve akıl yürütme gibi bilişsel süreçlerin beynin sinirsel çalışma ağına nasıl bağlandığını keşfeder.

İnsanların nöronal çalışma düsturu-yani beyinlerimizin hususi yapılandırılma ve işlev gösterme tarzı-bizim karmaşık mantıksal ve dilsel sistemler geliştirmemize ve kullanmamıza cevaz verir. Bu sistemler sadece iletişim kurma veya dünya hakkında düşünme araçları değil aynı zamanda bilişsel biyolojik yapımız tarafından mümkün kılınan yeteneklerin yansımalarıdır.

Mantık ve dilin nörobiyolojik temellerini anlamak bize insan düşüncesinin özüne ve zihinsel yeteneklerimizin beynin fiziksel gerçekliğine nasıl bağlı olduğuna dair daha derin bir kavrayış edinmekte yardımcı olur. Ayrıca sinirsel mimarimizin bize dayattığı sınırlamalar temelinde neyi tanımlayıp anlayabileceğimizin hudutlarını aydınlatabilir.

Bu açıdan, tüm insani yapıların-bunlar dil, mantık veya kültür olsun- nihayetinde beyinlerimizin işleyişi ve yorum bilgimizin biricik tezahürleri olduğu savunulabilir. Bu görüş insan doğasını entelektüel kabiliyetlerimizi anlamada biyolojinin ehemmiyetinin altını çizmektedir.

Ortogonallik – ya da çevrenin mantığı- bilişsel yeteneklerimizin gelişiminde kritik bir rol oynar. Beynimiz çevresel zorluklara ve gerçeklere karşılık verecek şekilde evrimleşmiştir. Bu adaptasyon, mantığımız da dahil olmak üzere bilişsel süreçlerimizin çevresel yapı ve yasalarla yakından bağlantılı olmasına öncülük etmiştir.

Çevreye nörolojik adaptasyon; algımızın, düşünmemizin, karar-alışımızın çevre ile karşılıklı etkileşimle şekillendiği anlamına gelmektedir. Bu sadece fiziksel çevreyi değil ayrıca yaşadığımız sosyal, kültürel bağlamı kapsamaktadır. Problem çözme, sonuçları şekillendirme, iletişim kurma tarzımız bu karşılıklı etkileşimlerin karmaşıklığını yansıtmaktadır.

Bu anlamda beynimizin kullandığı mantık, bilişsel yeteneklerimizin evrildikleri hususi çevre için en uygun hale getirilmiş olduğunu ifade eden ekolojik rasyonelliğin bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Beyinlerimiz çevremizde bulunan, hayatta kalma ve üreme faydası getiren şablonları tanıyacak ve tahminlerde bulunacak şekilde işlev kazanmıştır.

Mantık ve bilişselliğin çevrenin tesiri altında olduğunun fark edilmesi insan davranışı ve düşüncesini anlamak adına önemli imalarda bulunmaktadır. Mantık çeşitlerinin ve düşüncenin belli yollarının neden farklı çevrelerde farklı etkiler sergilediğini ve bir bağlamda rasyonel olarak düşünülen şeyin neden başka birinde doğru olmayabileceğini anlamamıza yardımcı olur. Bu perspektif aynı zamanda insan çevresinin karmaşıklığına daha iyi adapte olmuş yapay zekâ ve başka bilişsel teknolojilerin geliştirilmesine dair yeni yollar sunmaktadır.

Soyutlama olarak anlaşılabilir bir “Süpermantık”, gündelik mantıkları özetler ve onlar için bir oryantasyon olarak hizmet eden metayapılar yaratır.

Genel saf mantık matematik ve felsefede kullandığımız biçimsel sistemleri kastetmektedir.

“Gündelik mantık” ya da “dilsel mantık” ise gündelik hayatta iletişim kurmak ve kararlar almakta kullandığımız mantıktır.

Bu ayrım mantığın yönettiği farklı seviyeleri anlamamıza yardım eder. Ayrıca mantığın nasıl hem düşüncemizi yapılandırmakta bir vasıta olduğunu hem de çevremizi keşfetmemize aracılık ettiğini gösterir.

Mantığın farklı seviyeleri arasında geçişkenliğe sahip olma ve onları en uygun şekilde uygulama kabiliyeti insan zekâsı ve uyum sağlama yeteneğinin vazgeçilmez bir parçasıdır.

Kullandığımız dil gerçeklik yorumumuz ve algımızı ciddi olarak yapılandırmakta ve şekillendirmektedir. Sapir-Whorf hipotezine göre ana dilimiz bizi dünyanın belirli yönlerini algılamaya diğerlerini ise devre dışı bırakmaya zorlamaktadır.

Makine ve insanın düşünme mantığı ise yukarıda bahsedilen üç mantığın bir karışımıdır.

Wolfgang Stegemann

Tamer Şık (çeviren)

Not: Bu yazı, Wolfgang Stagemann’ın “Neural Logic” isimli yazısından çevrilmiştir. Orijinal metni için bakınız:

https://medium.com/neo-cybernetics/neural-logic-5ed41f9aeaf8

Merkez Bankası Bağımsızlığını Savunmak: Bir Düşünce Yazısı

20 Eylül 2024 tarihinde Dizgin’de çok ilginç bir iktisat yazısının Türkçe çevirisi yayınlandı.[1] Bahsi geçen yazıda, artık bugün neredeyse kültleşmiş bir ezbere dönüşen bağımsız merkez bankacılığı söylemi eleştirel bir biçimde masaya yatırılmaktaydı. Yazının teması ilginç olunca, ben de Twitter (X)’da kendimi tutamayıp yazının eleştirel perspektifinde ciddi eksikler olduğunu ifade ettiğim bir alıntı girdim [2], dergiden bazı arkadaşlarım da bunun üzerine, merkez bankası bağımsızlığı hakkındaki düşüncelerimi kısa bir makale şekline getirmem için cesaretlendirdi. Tabii konu epey ilginç olunca ben de hemen kollarımı sıvayıp klavyenin başına oturdum. Hemen en baştan söyleyeyim, bu makale Fields ve Rochon’ın yazısının doğrudan bir eleştirisi değildir, ifade edeceğim tezlerde çoğunlukla onlara göre zıt bir yön izleyeceğim ve bazı Fields ve Rochon’ın önemli bulduğum argümanlarını dile getirip bunlar hakkında aksi yöndeki kendi tezlerimi dile getireceğim. Ama yine de bu makale komple, baştan sona tutarlı ve yekpare bir eleştiri yazısı olmayacaktır. Daha ziyade bu makalemde, bir düşünce yazısı olarak bağımsız merkez bankacılığının savunusunu üstlenecek ve Fields ile Rochon’ın makalesindeki bazı karşı çıkış noktalarımı da yol haritamdaki bir uğrak olarak kullanacağım. Fakat bu hususun yine de makalemin düşünce yazısı ve hatta bir amatör deneme mahiyetini berhava edeceğini zannetmiyorum.

Öncelikle, bağımsız merkez bankalarındaki para politikası tasavvurunu kategorik olarak tek bir bağlamda ele almanın doğru olmayacağını düşünüyorum, mesela FED’in tarihi, farklı para politikası düşüncelerinin tarihidir. (FED 1951 yılında bağımsız olmuştu ama yine de bağımsızlık statüsü, yazının ilerleyen kısımında da göreceğimiz gibi bugüne göre daha muğlaktı.) Bu hususu en iyi biçimde Allen Greenspan ve William Chesney Martin Jr.’ın iki zıt merkez bankacılığı anlayışlarından görebiliriz.[3] Bir zamanlar Phillips eğrisi çok efektif bir yol gösterici olarak telakki edilirken, artık Phillips eğrisi, Lucas kritiğinin çağrısı ile hesaba katılmış “beklentiler” faktörü yüzünden merkez bankacılığı çevrelerindeki saygınlığını yitirmiş durumda.[4] FED veya diğer merkez bankaları şüphesiz ki geçmişte birçok hata yaptılar, örneğin Alan Greenspan, 1996’daki ünlü “Akıl dışı taşkınlık” konuşmasından sonra, faizleri yükseltmekten itina etmesi sonucunda oluşan balonların bedelini tüm küresel ekonomi çok ağır ödedi. Demek istediğim husus, merkez bankacılığında geçmişte 1970’lerin sonundan 2000’lerin sonlarına kadar, Neoliberal paradigmanın hâkim olduğu doğrudur, lakin bugün artık bağımsız merkez bankalarının para politikalarını salt bir “neoliberalizm” başlığı altında okumanın bizleri özcü ve indirgemeci normatif önermelere saptırmasından korkmaktayım.

Merkez bankalarının, bağımsız olması beraberinde birçok cereme getirdi. Crotty’nin, 2007 krizinin temel sebebi olarak enine boyuna analiz ettiği “Yeni Finansal Mimari”nin oluşumundaki rollerini bu ceremelerin en büyüğü olarak da düşünebiliriz. [5] Özetle, bağımsız merkez bankacılığı beraberinde makroekonomik açıdan birçok istenmeyen sonuçlara sebep oldu. Fakat bunlarla beraber yine de ben, merkez bankalarının bağımsızlığının fiyat istikrarı için zaruret olduğu kanısındayım ve bu kanaatimi de yazının ilerleyen kısımında, bu konudaki ampirik bulguları aktararak delillendireceğim.

Enflasyon doğal olarak tek bir sebepten dolayı ortaya çıkmaz. Mesela, Covid-19 döneminde yaşadığımız enflasyon hem önemli ölçüde arz şoklarından kaynaklanmakla beraber, [6] aynı zamanda da devletlerin genişleyen mali tedbirleri dolayısıyla artan güçlü talebin etkisinden de (özellikle 2021 sonrası) açık bir biçimde etkilenmişti.[7] Türkiye’deki enflasyonun sebebiyse, Yılmazkuday’ın ampirik bulgularının işaret ettiği gibi küresel petrol fiyatları, döviz kuru hareketleri ve faiz şoklarıdır[8] Hülasa, enflasyonun zaman ve mekana bağlı olarak birçok farklı sebebi vardır, bununla beraber enflasyonun kontrol altına alınması için merkez bankaları bağımsızlığı, tek olmasa bile en önemli koşullardan birisidir. Peki neye dayanarak bunu ifade ediyorum? Dayanak noktamı oluşturan bazı ampirik çalışmalardan bahsederek bu soruyu cevaplayabilirim. Özellikle Cuckierman’dan sonra, 1990’lardan itibaren merkez bankalarının bağımsızlığının fiyat istikrarı üzerindeki olumlu etkilerini gösteren dağ gibi bir literatür oluştu, ama ben yine de sadece son yıllardaki bazı çalışmaları örnek göstererek kendimi sınırlayacağım.

Garriga ve Rodriguez, 1980-2013 arası 118 gelişmekte olan ülkelerin verilerine dayanarak, gelişmekte olan ülkelerde merkez bankası bağımsızlığının düşük enflasyona sebep olduğu ve bu nedenselliğin de birçok kontrol değişkenine de dayanıklı olduğu yönünde ampirik bulgular sunmaktadır.[9] Bilhassa, makale, gelişmekte olan ülkelerde merkez bankası bağımsızlığının fiyat istikrarı üzerindeki hayati rolünü ortaya koyduğu için bence Türkiye örneğine de hitap eder. Unsal ve Papageorgio 2007-2021 arası 50 gelişmiş ülke için, merkez bankası bağımsızlığını da kapsayan bir endeks oluştururlar, Fields ve Rochon’ın yazısındaki “merkez bankası bağımsızlığı ölçümü keyfi” itirazına karşın, son derece titiz bir şekilde sınıflandırma yapıyorlar ve oluşturdukları endeks ile çeşitli makroekonomik değişkenlerin bağlantısını araştırıyorlar. Makalede birçok bulgu var, ama enflasyon bağlamında, merkez bankası bağımsızlığının negatif bir ilişkiye sahip oldukları ortaya konmaktadır.[10] Bir diğer önemli çalışma ise 17 Latin Amerika ülkesinin merkez bankalarının bağımsızlığı ve enflasyon ilişkisini son 100 yıl bazında ele alır ve merkez bankası bağımsızlığının fiyat istikrarına sebep olduğu yönünde çok sağlam ampirik bulgular ortaya koyulur.[11] Dako ve diğerleri de merkez bankası bağımsızlığının etkilerini 1970-2012 arasında, 44 sahra-altı Afrika ülkesi üzerinden ele alır. Çalışmanın sunduğu ampirik bulguya göre, merkez bankasının bağımsız olması, bu ülkelerde doğrudan enflasyonun kontrol altına alınmasına sebep olmakta ve daha da önemlisi bu düşük enflasyon da sefaleti azaltmaktadır.[12]

Peki merkez bankası bağımsızlığının ihlali ne gibi sonuçlar verir? Açıkçası, bu sorunun cevabını muhtemelen en açık şekilde Türk halkı deneyimledi. Ama yine de ABD üzerine yapılan bir ekonometrik çalışma da bizlere bir ipucu sunabilir. Bianchi ve diğerleri, Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak, Fed kararlarını eleştiren tivitlerinin makroekonomik etkilerini incelerler.[13] Nitekim Trump’ın bu minvaldeki tivitleri FED bağımsızlığının bir ihlalini ihtiva eder. Trump’ın FED faiz kararını eleştiren her bir tiviti, tek başına ABD’nin uzun vadeli hazine tahvillerinin faizini arttırmış, borsada düşüşlere sebep olmuş, doların uluslararası piyasalarda değerini düşürmüş ve birçok makroekonomik değişkeni de negatif etkilemiştir. Dolayısıyla Trump’ın müdahalesinin negatif makroekonomik sonuçları, merkez bankası bağımsızlığına karşı en ufak bir ihlalin bile doğurabileceği olumsuz sonuçların bir örneğini teşkil eder.

Şu hususu da ifade etmek isterim, bu bulgulara karşın, farklı bulgulara da işaret eden bazı çalışmalar da yok değildir, fakat bu çalışmalar benim gözlemlediğim kadarıyla, çoğunlukla nitelik ve nicelik açısından maalesef zayıf kalmakta(1-2 tanesi hariç.) ve literatürde ezici büyük bir çoğunluk da merkez bankası bağımsızlığının önemine işaret etmektedir.[14]

Peki merkez bankalarının bağımsızlığı gelir eşitsizliğini nasıl etkiler? Fields’a ve Rochon’a göre cevap olumsuzdur, zira merkez bankalarının bağımsızlığı “neoliberal bir Truva atı” olarak, burjuvazinin çıkarlarının muhafızıdır. Bu görüşe iki açıdan eleştirel bir bakış sunmak istiyorum. İlk olarak, merkez bankası bağımsızlığı salt olarak kendi başına eşitsizlikleri arttırmaz. Örneğin, Sturm ve diğerlerinin 1980-2018 arası 140 ülke üzerinden yaptıkları bir araştırma, merkez bankası bağımsızlığının ekonomik eşitsizlik ile pek ilişkili olmadığı yönünde ekonometrik kanıtlar sunmaktadır.[15] Merkez bankalarının bağımsızlık statülerinden ziyade, 1970’ler ve 1980’lerde para politikasına hâkim paradigmanın bir sonucu gelir eşitsizliğin artmasıydı. Bu husustan, tek başına merkez bankası bağımsızlığı konseptinin doğası gereği bu sonuçlara gebe olduğu yönünde bir çıkarım yapmamız çok yanıltıcı olacaktır. Nitekim, artık bu paradigmanın da dünya merkez bankacılığı üzerinde etkilerinin gitgide silikleştiğini düşününce, bence bu minvalde bir tezin inandırıcılığı azalıyor. Yine de yukarıda ifade edilen ampirik çalışma bağlamında da ifade etmeliyiz ki, salt olarak iktisadi eşitsizlik ve merkez bankası bağımsızlığı arasında somut ve dayanıklı bir nedensellik ve hatta bir korelasyon bağı olduğunu öne sürmek doğru olmayacaktır. İkinci itirazımsa, Marx’ın “modern devlet egemen sınıfın çıkarlarının muhafızıdır” söylemini andırırcasına, merkez bankacılığı bağımsızlığını da burjuvazinin bir muhafızı olarak telakki etmeye yöneliktir. Merkez bankacılığının tam anlamıyla bağımsız olması ve bu bağımsızlığının sadece dejure’da kalmaması için birden fazla veto yetkisine sahip farklı görüşteki siyasal aktörün bulunması gerektiği, alakalı literatürde 1990’lardan beri ifade edilmektedir. Bu konuyu en iyi ele alanlardan olan Stasavage ve Keefer’in bir çalışması bilhassa açıklayıcıdır.[16] Çalışmanın da gösterdiği gibi merkez bankası bağımsızlığının piyasa ve halkın tasavvurunda anlaşılması ve güvenilir olması için birden fazla farklı görüşteki siyasal veto aktörünün bulunması ve ancak böyle tam güvenilir bir bağımsızlığın hayata geçirilebileceği bulgusu, en baştan merkez bankası bağımsızlığı konseptine normatif olarak tek bir grubun muhafızlığı etiketi yakıştırmanın yanıltıcı olacağına işaret etmektedir. Zira en baştan bu bağımsızlığı yaşatacak şey, farklı grupların veto yetkisinin bulunmasıdır. Aksi koşullarda, Türkiye’nin yaşadığı duruma dönülür.

Hülasa, sadece son yıllarda bile birçok ampirik çalışma merkez bankası bağımsızlığının fiyat istikrarı için hayati olduğuna dikkat çekiyor. Karaca’nın 1987-2002 yılı Türkiye ekonomisi bazında bulduğu ekonometrik bulguların, Türkiye’deki yüzde 1’lik enflasyon artışının milli gelirdeki yıllık büyümeyi yüzde 0.37 düşürdüğüne işaret ettiği de düşünülürse, Türkiye için merkez bankası bağımsızlığının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.[17]

Peki, merkez bankalarının enflasyonu doğrudan düşürebilmesi için sadece bağımsız olmaları yeter mi? Merkez bankası bağımsızlığı fiyat istikrarı için neredeyse bir olmazsa olmaz olsa da merkez bankalarının bağımsızlığının tesis edildiği bölgelerde de uzun erimli enflasyonlar görebiliyoruz. Peki bu gelişmeler, yukarıdaki tüm ampirik bulguları çöpe atmak için yeterli midir? Bence hayır. Tam tersine, bu gelişmeler yukarıdaki ekonometrik çalışmaların çizdikleri çerçeveyi genişletmemiz için bizleri teşvik ederler. Peki, eğer fiyat istikrarı için merkez bankası bağımsızlığını tek gereken unsurdan ziyade, tamamlayıcı bir faktör olarak değerlendirirsek; o zaman yekpare bir tutarlı açıklama sunabilir miyiz? Şunu kastediyorum, bir mikroiktisat analojisi yapacak olursak; Fiyat istikrarını üretim fonksiyonun çıktısı ve merkez bankası bağımsızlığının tesisini da tamamlayıcı bir mal(complementary good) olarak yeniden düşünmek bize bir çıkış yolu sağlayabilir mi? Yani, merkez bankası bağımsızlığının tesisi, acaba ancak başka bir faktör ile birleştiğinde mi fiyat istikrarını doğurmaktadır? Benim bu soruya cevabım evettir. Şöyle ki, merkez bankası bağımsızlığının tesisinin ardından, sert enflasyon düşüşünü, iki farklı birbirini tamamlayıcı etkenin bir çocuğu olarak değerlendirmeliyiz, tek başlarına bu iki etken de fiyat istikrarını sağlayamaz; ancak ve ancak beraber ve aynı anda mevcut olduklarında istenen etkiyi sağlamaya muktedirlerdir. Nedir bu tamamlayıcı ikinci etken? Devletlerde yürütme ve siyasal erk üzerindeki sınırlamalar. Bu olguyu, Acemoğlu, Querubini, Johnson ve Robinson’ın muazzam bir makalesi, titiz bir biçimde, önce teorik ve ardından da ampirik olarak ortaya koymaktadır.[18] Çalışmanın bulgularını kısaca özetlemek isterim.

Merkez Bankaları’nın bağımsızlığını sağlayan reformlar, tek başlarına, ancak devletin yürütme erkinin otoritesinin üzerinde sınırlamalarla birleştiğinde enflasyonu düşürür ve fiyat istikrarını sağlarlar. Çalışmanın ampirik verilerinin de işaret ettiği gibi, siyasi yürütme erkinin gücünün ancak zayıf bir biçimde sınırlandırıldığı ülkelerde, merkez bankası bağımsızlığını tesis eden reformlar amaçlarına ulaşamaz. Başka bir deyişle, siyasi erkin keyfiliğinin önüne geçilemediği bir ülkede, istendiği kadar gerek dejure gerek defacto biçimde merkez bankasının bağımsızlığı tesis edilsin, bu fiyat istikrarını sağlamayacaktır. Peki, yürütme erkinin gücünün çok efektif ve güçlü anayasal sınırlamalarla sınırlandırıldığı ülkelerde merkez bankasının bağımsızlığının tesisi ne gibi sonuçlar verir? Şaşırtıcı gelebilir, lakin kastedilen minvaldeki ülkelerde merkez bankası bağımsızlığını tesis eden reformlar tek başlarına enflasyonu o kadar da düşürememiştir. Bunun iki tane sebebi vardır. İlk olarak, siyasal iktidar önünde çok güçlü sınırlamalar olduğu için, en baştan enflasyonist ve popülist politikaların kesintisiz biçimde izlenmesi, zayıf sınırlamaların olduğu ülkelere nispeten olanaksızdır. Durum böyle olunca da, merkez bankası bağımsızlığının tesisi enflasyonu o kadar da dramatik bir biçimde düşürmeyecektir, zira halihazırda para politikasının bağımsızlığının tesisiyle engellenmesi gereken popülist politikalar manzumesi büyük ihtimalle bulunmayacaktır.[19] İkinci olarak da halihazırda siyasal erkin keyfiliği, yasal bir biçimde minimum düzeye indirildiği ve bu yüzden de devletin içerisindeki diğer aktörlerin de nispeten daha bağımsız hareket edebileceği ve veto yetkisini de kullanabileceği için, merkez bankası daha dejure bir biçimde bir bağımsızlık statüsüne kavuşmadan önce bile, siyasal iktidarın taleplerine, her ne kadar dejure bağımsızlık statüsünü kazandığındaki gibi olmasa da göğüs gerebilecektir. Bu iki sebepten dolayı da siyasal yürütme erki üzerinde güçlü veya zayıf sınırlamaların bulunduğu ülkelerde, merkez bankası bağımsızlığının dejure tesisi, aman aman bir fark yaratmayabilir. Esas olarak, iktidar erki üzerinde ortalama düzeyde anayasal sınırlamaların olduğu bir ülkede, merkez bankasının bağımsızlığını tesis etmek fiyat istikrarını tek başına sağlayabilir. Zira iktidar üzerinde zayıf sınırlamaların olduğu bir senaryoda, tek başına merkez bankası bağımsızlığı yeterli gelmeyecek, iktidar üzerinde çok güçlü sınırlamaların olduğu bir senaryoda da merkez bankası bağımsızlığının tesisi halihazırda muhtemelen zaten bulunan fiyat istikrarını daha etkili biçimde sürdürülebilmesine rağmen, yine de kendi başına o kadar da muazzam ve dramatik bir enflasyon düşüşüne sebep vermeyecektir. Ancak siyasal iktidar üzerinde ortalama bir sınırın bulunduğu bir ülkede merkez bankası bağımsızlığının tesisi çok güçlü bir biçimde enflasyonu düşürüp, kendi başına fiyat istikrarı sağlayabilecektir. Acemoğlu ve diğerlerinin bahsi geçen makalesiyse bu bahsedilen olguları önce teorik olarak modeller, ardından da ampirik kanıtlar sunarak çok titiz bir biçimde ortaya koymaktadır. Şu noktanın da altını çizmek isterim, burada bahsi geçen mevzu, fiyat istikrarının bağımsız merkez bankalarıyla beraber mevcut olması değildir, fiyat istikrarının merkez bankalarının bağımsızlığının tesisi ile sağlanması, yoktan var edilmesidir.

Kısacası, tek başına merkez bankalarının bağımsızlıklarının tesisini inceleyip bir sonuca varmak yeterli değildir, bu bağımsızlık tesisinin ne çeşitte siyasal kurumlarla etkileşime girdiğini de hesaba katmak zarurettir. Bodea ve Hicks’in bir çalışması da aynı derecede ilginçtir.[20] Çalışma, merkez bankaları bağımsızlığının otoriteryen ve demokratik rejimler altındaki sonuçlarını araştırır. Çalışmanın sunduğu ampirik bulgulara göre, bağımsız merkez bankaları çoğunlukla demokratik rejimler altında fiyat istikrarına neden olur ve sürdürebilirlerdir. Yani, merkez bankası bağımsızlığının olumlu sonuçlar doğurması, söz konusu ülkedeki siyasal rejimin muhtevası ve yapısal özelliklerine bağlıdır. Merkez bankalarının bağımsızlıklarının olumlu sonuç verip vermeyeceğini de tam olarak buradan anlayabiliriz. Nitekim merkez bankası ve enflasyon ilişkisini ele alırken, üçüncü bir değişken olarak siyasal kurumları da analize dahil etmemiz, bizleri daha tutarlı bir sonuca ulaştırabilir.

Bağımsız merkez bankacılığının alameti farikası sadece enflasyon ve fiyat istikrarı ile de alakalı değildir. Mesela COVID 19 dönemi ekonomik krizini ele alalım. Elgin, Yalman, Yasar ve Başbuğ’un çalışması COVID 19 dönemi ekonomik krizinin atlatılmasında merkez bankalarının bağımsızlığının rolünü ele alır.[21] Bulgulara göre merkez bankalarının bağımsızlığı, COVID 19 salgının olumsuz ekonomik etkilerini hafifletmeye yönelik ekonomik politikalarıyla ilişkilidir. Böylece bu ekonometrik bulgular, merkez bankalarının bağımsızlıklarının ehemmiyetine bir kez daha dikkat çekmektedir.

Şunu bir kez daha ifade etmek isterim ki bu makalede 1-2 çok önemli bulduğum istisna dışında, hep son yıllarda yayınlanan güncel ampirik çalışmalara atıf yaparak kendimi sınırlamaya çalıştım. Zira eğer literatürü en başından başlayarak tüm ampirik bulgulara değinmeye teşebbüs etseydim, makale küçük bir kitap boyutuna ulaşabilirdi. Makalemi bitirmeden önce bir tarihsel örneğe temas etmek ve hatta cesur da bir iddia öne sürmek istiyorum. Fields ve Rochon yazılarında bağımsız merkez bankacılığını “neoliberal bir Truva atı” olarak adlandırır. Oysa bence belki de 1960’lar ve 1970’lerin başında, ABD’de FED bugün ki kadar bağımsız olsaydı (1951’de esasında FED’in bağımsızlığı tesis edilmişti, fakat yine de 1980’lere kadar FED siyasal iktidarın taleplerine karşı savunmasız ve bugüne kıyasla siyasal iktidara daha bağımlıydı), belki de neoliberalizm bu kadar radikal biçimde yükselmeyecekti. Şöyle ki, 1960’lar ve 1970’lerin başı boyunca ABD Başkanları Lyndon Johnson ve Richard Nixon, tüm uyarılara rağmen, FED’i düşük faiz politikası uygulaması için her fırsatta sıkıştırmaya çalışmıştı.[22] Özellikle, Başkan Nixon, Fed Başkanı Burns’ü düşük faiz politikası izlemesi için tam anlamıyla zorbalıyordu. (Bu senaryo sanki bana bir yerlerden tanıdık geliyor!) Dönemin Fed Başkanı Burns bu konuda hatta bizzathi şöyle yazıyordu: ”Başkan’ın (yani Nixon’ın) yeniden seçilmek için her şeyi yapacağına ikna oldum.”[23] Her ne kadar ABD’de kuvvetler ayrılığına dayalı kurumlar ve birden fazla veto yetkisine sahip siyasal aktörler mevcut olsa da FED’in önce Johnson ardından da Nixon’ın çok sert baskılarına dayanması, en azından o dönemde FED bağımsızlığı prensibinin bugün ki kadar oturmamasından dolayı çok mümkün gözükmüyordu. Hele ki Nixon’ın şahsının, bir kişilik özelliği olarak, anayasal ve hukuki ilkelere uyma gibi bir alışkanlığının olmadığını düşünürsek [24], Burns her ne kadar örtülü bir şekilde ayak diremeye çalışsa da, FED 1970’lerdeki enflasyona doğru bir biçimde müdahale edememiş ve Nixon’ın düşük faiz ısrarına boyun eğmek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla FED’in politikaları, 1970’lerin başındaki enflasyonun ateşine benzin atmış ve sorunların daha da derinleşmesine sebep olmuştur. Peki bu derinleşen enflasyon döngüsü ne gibi politik iktisadi sonuçlara sebep oldu? Cevap kanımca açık: Keynesyen refah devleti modeline radikal bir karşı çıkış olarak neoliberalizm. 1970’lerdeki enflasyonun derinleşmesinin tek sebebi Fed’in üzerindeki bu baskı değildi belki de veya 1970’lerin başında Volcker’ın sonradan yaptıkları yapılıp enflasyon bitirilse belki yine neoliberalizm popüler olacaktı. Ama ben yine de 1970’lerde FED eğer Johnson ve Nixon’ın ihtiraslarından bağımsız olabilseydi, enflasyonun kontrol altına alınabileceği ve böylece de neoliberal başkaldırının önü belki alınamasa bile, 1980’lerdeki şöhretine erişemeyeceğini düşünmekteyim. Bu minvalde dönem hakkında yapılmış bir ampirik çalışma sanırsam henüz mevcut da değil, o yüzden kesin konuşmanın doğru olmayacağını da biliyorum. Ama yine de eğer en baştan merkez bankacılığı bugün ki gibi bağımsız olsa, neoliberalizmin bu kadar radikal bir tepki olarak tezahür etmeyeceğini düşünmek, son derece spekülatif bir önerme olsa da akla yatkın geliyor. Bu tarihi örnekten başka bir mesaj da çıkartabiliriz. ABD gibi kuvvetler ayrılığının epey sıkı olduğu bir ülkede bile, merkez bankasının tam bağımsızlık statüsünün tam anlamıyla içselleştirilmesinden önce, bu boyutlardaki siyasal baskılara maruz kaldığını ve sonuç olarak da bu baskıların doğurduğu felaketleri düşünürsek; Türkiye gibi daha kuvvetler ayrılığı prensibinin devlet katında tam anlamıyla özümsenemediği bir coğrafyada, merkez bankasının bağımsız olmasının zaruriliği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Sonuç olarak ben merkez bankası bağımsızlığının gerek fiyat istikrarı gerekse başka makroekonomik parametreler için zaruret olduğunu düşünmekteyim.[25] Ama bu hususu bir tabu haline getirmemeli ve cesurca kamunun önünde tartışabilmeliyiz. Tartışılmayan bir şey anlaşılamaz çünkü. Bugün Türkiye’de herkesin ağzında bir “yapısal reform” söylemi var, ama bunun bileşenleri artık öyle kültleşti ve ezber oldu ki, iktisat tartışmalarının entelektüel zenginliğinin kısırlaşmasına sebep olmaktadır. Bu sebepten dolayı Fields ve Rochon’ın yazısını çok kıymetli buluyorum.

Alp Buğdaycı, İstanbul, Eylül 2024

Dipnotlar:

[1] David Fields, Louis-Phillippe Rochon, Merkez Bankası Bağımsızlığına Ölüm, çev: Enver Mete, 20 Eylül 2024, Dizgin Dergisi, https://dizgin.com.tr/merkez-bankasi-bagimsizligina-olum/ .

[2] https://x.com/alp_jefferson/status/1837192274372944197?s=61

[3] Paul Krugman, Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü ve Küresel Kriz, çev: Neşenur Domaniç, Literatür Yayınları, 2010, s. 127-8.

[4] FED Başkanı Powell’a göre artık Phillips eğrisi artık geçersizdir: https://youtu.be/N_ee_TCY3rc?si=UH57VOHK6e3U3tk8

[5] James Crotty, Structural causes of the global financial crisis: a critical assessment of the ‘new financial architecture’, Cambridge Journal of Economics, Volume 33, Issue 4, July 2009, P. 563–580. Şu noktayı da dile getirmek gerekir, 2007 krizindeki emlak balonunu tabiki de komple Greenspan’a yıkmak doğru değil, oluşan balonun yapısal sebebi şu deregülasyonun uygulanmasıydı: “1982’de Kongre yerel ipotekli konut kredisi piyasasının temel kayaları olan tasarruf ve kredi bankalarına mevduat çürük tahviller ve yüksek getiri vaat eden diğer yüksek riskli girişimler de dahil olmak üzere geniş bir yelpazeye yayılan finansal ürünlere yatırma izni vererek bir başka büyük sermaye havuzunu daha kullanıma soktu.”(Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, çev: Abdullah Cemal Balcı, Efil Yayınevi, 2020, s. S.157) Yani Crotty’nin de işaret ettiği gibi, esas konsantre olunması gerekenler ekonomik kurumlardır. Bu kurumlara baktığımızda mütemadiyen 1975 yılından beri deregüle edilen ve neoliberal piyasa ilişkileri bağlamında iyice serbest hale getirilen finans piyasasının zayıflığı yatar. Bankaların mevduatlarını TBS gibi spekülatif yerlere yatırmalarının önündeki engeller kaldırılmış, bdk’lar ve SEC gibi kurumlar sınırlanmış, New Deal sonrası çıkan 1934 borsa kanunu ve bankacılık kanunu kaldırılıp büyük kaldıraç işlemlerinin önü açılmıştı. Şu da kayda değerdir, evet balonun oluşumunda kesinlikle FED’in rolü vardı, bu konuya eleştirel bakılmalı; fakat mortgage piyasalarında asıl balonun tetikleyicisi CDS piyasasıydı. Mortgagelerin bir menkul kıymetler paketi haline sokulup bunların risklerini düzgünce hesaplamadan, özel denetim kuruluşlarına para verip a+ puanla piyasaya sürülmesinin sebebi para politikası değil, işte 1982’deki bu neoliberal düzenlemeydi. Ayrıca Olivier Blanchard çok önemli başka bir noktaya parmak basar, 2007 krizinde patlayan balonun büyüklüğü ABD GSYH’sının sadece yüzde 2’sine tekabül ediyordu. Esas sormamız gereken belki de balonun nasıl oluştuğundan ziyade, GSYH’nin sadece yüzde 2’si düzeyindeki balon nasıl tüm ABD ekonomisini komple sarsmayı başarabilmiş olduğudur.( Olivier Blanchard, Macroeconomic Eight Edition, Pearson, 2021, s. 141.) İşte bu soru da dönemin ekonomi kurumlarının ne kadar zayıf ve dayanıksız olduğunu bir kez daha kavrayabilmemize olanak sağlar.

[6] Blanchard, Olivier and Bernanke, Ben, An Analysis of Pandemic-Era Inflation in 11 Economies (May 2024). NBER Working Paper No. w32532. Ayrıca özellikle Euro bölgesinde enflasyonun artmasında artan kurumsal karlarda rol oynamıştır, bak:. Niels-Jakob H Hansen & Frederik G Toscani & Jing Zhou, 2023. “Euro Area Inflation after the Pandemic and Energy Shock: Import Prices, Profits and Wages,”IMF Working Papers 2023/131, International Monetary Fund.

[7] Pandemi sonrası dönemde artan enflasyonun aniden artan güçlü talepten çok önemli ölçüde etkilendiği yönünde de sağlam ampirik kanıtlar mevcuttur. Bak: Robert J. Barro & Francesco Bianchi, 2023. “Fiscal Influences on Inflation in OECD Countries, 2020-2023,”NBER Working Papers 31838, National Bureau of Economic Research, Inc.Giannone, Domenico and Primiceri, Giorgio E., The Drivers of Post-Pandemic Inflation (August 2024). NBER Working Paper No. w32859. Peki pandemi sonrası enflasyonun sebepleri altındaki farklı bulgular çelişir mi? Bence hayır, Pandemi dönemi enflasyonunu dalgalar halinde ele alabiliriz. 2020-1 enflasyonu büyük ölçüde arz şoklarıyla ilgiliyken, 2021-2 enflasyonun da önemli ölçülerde artan güçlü talep şoklarından etkilendiğini gösteren bir ampirik çalışma için bak:

Di Giovanni, Julian; Kalemli-Ozcan, Sebnem; Silva, Álvaro; Yıldırım, Muhammed

Ali (2023): Pandemic-era inflation drivers and global spillovers, Staff Reports, No. 1080, Federal Reserve Bank of New York.

[8] Yilmazkuday, H. (2022). Drivers of Turkish Inflation. Quarterly Review of Economics and Finance. 84, 315-323.

[9] Garriga, A. C., & Rodriguez, C. M. (2020). More effective than we thought: Central bank independence and inflation in developing countries. Economic Modelling, 85, 87-105.

[10] Filiz D Unsal, Chris Papageorgiou, Hendre Garbers, 2022. “Monetary Policy Frameworks: An Index and New Evidence,” IMF Working Papers 2022/022, International Monetary Fund.

[11] Jacome, L. I., & Pienknagura (2022). Central bank independence and inflation in Latin America – Through the lens of history (International Monetary Fund Working Paper No.186). Washington DC: International Monetary Fund.

[12] Agyapomaa Gyeke-Dako; Elikplimi Komla Agbloyor; Abel Mawuko Agoba; Festus Turkson and Emmanuel Abbey, (2022),Central Bank Independence, Inflation, and Poverty in Africa, Journal of Emerging Market Finance, 21, (2), 211-236

[13] Bianchi, Francesco & Gómez-Cram, Roberto & Kind, Thilo & Kung, Howard, 2023. “Threats to central bank independence: High-frequency identification with twitter,” Journal of Monetary Economics, Elsevier, vol. 135(C), pages 37-54.

[14] Bauman ve diğerlerinin bir makalesi örneğin bir istisnadır. Makalede iktisat ve ekonometri analizlerinde çok sık rastlanmayan bir yöntem kullanır. Bak: Baumann, P F M, M Schomaker and E Rossi (2021), “Estimating the Effect of Central Bank Independence on Inflation Using Longitudinal Targeted Maximum Likelihood Estimation”, Journal of Causal Inference 9(1): 109–146.

[15] Sturm, JE., Bodea, C., de Haan, J. et al. Central bank independence, income inequality and poverty: What do the data say?. J Econ Inequal(2024)

[16] KEEFER, PHILIP, and DAVID STASAVAGE. “The Limits of Delegation: Veto Players, Central Bank Independence, and the Credibility of Monetary Policy.” American Political Science Review 97, no. 3 (2003): 407–23.

[17] Karaca, O. (2003). Türkiye’de Enflasyon – Büyüme İlişkisi : Zaman Serisi Analizi. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4(2), 247-255.

[18] Daron Acemoglu & Simon Johnson & Pablo Querubin & James A. Robinson, 2008. “When Does Policy Reform Work? The Case of Central Bank Independence,” Brookings Papers on Economic Activity, Economic Studies Program, The Brookings Institution, vol. 39(1 (Spring), pages 351-429.

[19] Burada ifade edilmeli ki, kurumlar çoğu zaman ekonomi politikalarından daha etkili bir biçimde ekonomik istikrarsızlığı etkileyebilir. Makroekonomik istikrarsızlığın da altında çoğu zaman kurumlar yatar. Bu konu için bak:

Acemoglu, Daron & Johnson, Simon & Robinson, James & Thaicharoen, Yunyong, 2003. “Institutional causes, macroeconomic symptoms: volatility, crises and growth,”Journal of Monetary Economics, Elsevier, vol. 50(1), pages 49-123.

[20] Bodea, C., & Hicks, R. (2015). Price Stability and Central Bank Independence: Discipline, Credibility, and Democratic Institutions. International Organization69(1), 35–61

[21] Elgin, Ceyhun & Yalaman, Abdullah & Yasar, Sezer & Basbug, Gokce, 2021. “Economic policy responses to the COVID-19 pandemic: The role of central bank independence,”Economics Letters, Elsevier, vol. 204(C).

[22] Ben Bernanke, 21. Yüzyıl Para Politikaları, çev: Deniz Kılınç, Scala Yayıncılık, 2022, s. 34-5 ve 53-3.

[23] Aktaran: Ben Bernanke, 21. Yüzyıl Para Politikaları, 2022, s. 53.

[24] Nixon’un bulaştığı anayasal skandalların sınırı yok. Bu skandallardan en ünlü ikisi; daha ABD Başkan adayıyken Vietnam Barış Görüşmelerini seçimi kazanmak için sabote etmesi ve siyasi kariyerini bitiren Watergate skandalıdır.

[25] Makale boyunca para politikasının makroekonomi üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu varsayımına dayandım. Peki, merkez bankasının para politikası ekonomiyi ders kitaplarında varsayıldığı gibi cidden temelden etkiler mi? FED üzerinden yapılmış epey kapsamlı bir çalışma, bu varsayımın ampirik olarak doğru olduğunu ortaya koyar, bak: Romer, Christina, D., and David H. Romer. 2004. “A New Measure of Monetary Shocks: Derivation and Implications.”American Economic Review, 94 (4): 1055–1084.

Merkez Bankası Bağımsızlığına Ölüm

“Merkez Bankası Bağımsızlığı fikri, iktisadi elitlerin azınlık tiranlığını teşkil eder ve işlevsel finans peşinde, toplumun bilinçli siyasal uzlaşısını kasıtlı olarak sınırlama amacı taşır.

Bu, rantiyecilerin çıkarlarını işçi sınıfının refahı pahasına destekleyen neoliberal bir Truva atıdır.” Merkez bankası bağımsızlığı (MBB), günümüzde para politikalarının yürütülmesindeki temel unsurlardan biri olarak kabul edilmektedir ve çoğu çalışma, son otuz yılda merkez bankalarının büyük bir kısmının daha fazla bağımsızlığa yöneldiğini göstermektedir (Crowe ve Meade, 2008) — yine de birçok merkez bankası bu eğilimi takip etmemiştir.

Resmi olarak bağımsız ilk merkez bankası 1924-1937 yılları arasında faaliyet gösteren Reichsbank olsa da merkez bankası bağımsızlığı fikri 20. yüzyılın sonlarına doğru, yaklaşık altmış yıl önce, monetarist Milton Friedman’ın (1962, s. 224) yazılarıyla ortaya çıkmıştır. Friedman, merkez bankasının “hem istikrarlı hem de sorumsuz hükümet müdahalelerinden uzakta olacak bir parasal yapı” hedefi doğrultusunda örgütlenmesi gerektiğini savunmuş, yani denetim ve dengeler sistemine dayalı bir para politikasının reddini önermiştir.

MBB’nin, gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerdeki merkez bankacıları, ekonomistler ve politika yapıcıları tarafından büyük ölçüde benimsendiği ve bu fikrin “genel kabul” haline geldiği kuşkusuzdur (Qanas ve Sawyer, 2024). Bazı ekonomistler daha da ileri giderek, sadece merkez bankalarının bağımsız olması gerektiğini değil, aynı zamanda merkez bankacılarının ‘muhafazakâr’ olması gerektiğini de savunmuşlardır, ancak bu şekilde merkez bankaları enflasyon karşıtı görevlerini yerine getirebilir (bkz. Rogoff, 1985). Nitekim, Alesina ve Summers’ın (1993, s. 151) yazdığı gibi, “Parasal politikayı, kamu tercihine göre daha fazla enflasyon karşıtı olan bir yapıya devretmek, normalde mümkün olandan daha düşük bir enflasyon oranını sürdürebilmek için bir taahhüt mekanizması işlevi görür” ve bu, “toplumsal olarak arzu edilen bir hedeftir” (a.g.e., s. 152). Aslında, bağımsızlık kavramı, 1970’ler tarzı bir enflasyondan kaçınmanın bir yolu olarak tam da bu dönemde önem kazandı. Garriga’ya (2016, s. 850) göre, “1980’lerde MBB, kısa vadeli seçim hırslarının yaygın enflasyonist sonuçlarından kaçınmanın reçetesi olarak ortaya çıktı.”

MBB, merkez bankalarının enflasyonu önceleyen bir politika izlediğinde ya da daha genel olarak, merkez bankalarının faiz oranını düşük veya hedeflenen enflasyona göre belirlediğinde, bunu devletin veya seçilmiş yetkililerin müdahalesi olmadan gerçekleştirebilmiş olması fikrine dayanır. Bu yetkililerin enflasyonu düşürmektense, yeniden seçilme ve seçmenlerin memnuniyeti ile daha fazla ilgilendikleri düşünülür (Bibow, 2004). Brunnermeier’in (2023) yakın zamanda belirttiği gibi, “bir merkez bankası, faiz oranlarını hükümetin müdahalesi olmadan belirleme yetkisine yasal olarak sahipse de jure bağımsızlığa da sahip demektir.” Böyle bir politikanın ekonomik performansı iyileştirdiği söylenir: “Fiyat istikrarını korumak, ekonomiye ve hükümetin kendisine çeşitli şekillerde fayda sağlar. Merkez bankası bağımsızlığı, bir hükümetin fiyat istikrarına olan bağlılığının derecesini belirleyebileceği araçlardan biridir.” (Cukierman, Webb ve Neyapti, 1992, s. 354).

Bu yaklaşımın altında yatan fikir, merkez bankalarının ülkenin çıkarına hareket ettiği ve düşük ve istikrarlı enflasyonun herkesin yararına ya da ülkenin ihtiyaç duyduğu bir şey olduğu varsayımıdır. Başka bir deyişle, düşük enflasyonun ekonomik performansı iyileştirdiği kabul edilirse, merkez bankalarına enflasyonla mücadele etmek için ihtiyaç duydukları tüm araçlar sağlanmalı ve bu mücadeleye, toplumca yeteri kadar desteklenmese bile, izin verilmelidir. Ancak enflasyon, onunla mücadele etmenin esas olarak işsizliği artırarak işçilere zarar verilmesine yol açıyorsa, nasıl ortak bir menfaat olarak görülebilir ki?

Ancak MBB, hem enflasyona (taleple belirlenen) hem de para politikasının aktarım mekanizmasına (Phillips eğrisi) ilişkin oldukça spesifik iki ekonomik argümana dayanır. Bu iki kavram, heterodoks yazarlar tarafından ve bu blogca reddedilmektedir. Bu da enflasyonla mücadelede para politikasının kullanımını ve bağımsız bir merkez bankasına duyulan ihtiyacı sorgulamak anlamına gelir (bkz. Rochon).

Söz konusu ana akım kavramı kolayca çürütebiliriz; bunu yaparken de üç tane basit ama etkili argüman öne süreceğiz.

İlk olarak, daha bağımsız merkez bankalarına sahip ülkelerde enflasyon daha düşük mü? Cevap en iyi ihtimalle dahi karışıktır. Örneğin, Rossi, Schomaker ve Baumann (2021) “genel olarak, bağımsızlık ile enflasyon arasında zayıf bir nedensel bağlantı olduğunu, varsa bile (…) merkez bankası bağımsızlığının enflasyon üzerinde belirgin derecede bir etkisi olmadığını” ileri sürmektedir. Forder (1999, s. 25) ise, MBB’nin ölçülmesi ile ilgili sorunları göz önünde bulundurarak (aşağıdaki ikinci maddemize bakınız), “bu uzlaşının, ilgili bağlamda bir illüzyon olduğu” sonucuna varmıştır. Daha eski bir çalışmada, o dönemde St. Louis Federal Reserve Bankası’nda ekonomist olan Pollard (1993, s. 34), benzer bir sonuca ulaşmıştır. “Bağımsız bir merkez bankasına sahip olmanın ekonomik yararları var mı?” sorusunu sorarken, “Ne yazık ki yapılan ampirik ve teorik çalışmalar, net yanıtlar sunmamaktadır. (…) Genel itibariyle merkez bankası bağımsızlığı ve çıktı büyümesi arasında olumlu bir korelasyon bulmamaktadırlar.” Merkez bankası bağımsızlığı ile enflasyon arasındaki ilişkiye gelince, “kanıtlı bir nedensellik sunmamaktadırlar”-ayrıca merkez bankası bağımsızlığı ile enformasyonel şeffaflık arasında karşılıklı olarak pekiştirici bir ilişki olduğuna dair güçlü kanıtlar da yoktur.

İkincisi, MBB’nin hesaplanma şekli karmaşık ve yanıltıcıdır. Birçok yazar -hatta ana akımdan bazı yazarlar da dahil- hesaplamanın nasıl yapılacağına dair önceden belirlenmiş bir kesinlik olmadığını ve sonuçta bunun “keyfi” olduğunu kabul etmiştir. Evet, tam olarak öyle. Bu tür çalışmalarda kullanılan çoğu yöntem oldukça döngüsel bir akıl yürütme içerir: enflasyon kötüdür, enflasyonla mücadele iyidir. Bu nedenle, bir merkez bankası enflasyonla mücadeleye kararlıysa, bağımsızlığı yüksek olarak değerlendirilir. İkili görev (dual mandate) üstlenen merkez bankaları ise daha az bağımsız bir merkez bankasının işareti olarak görülür.

Peki ama neden? Neden işsizliği veya tam istihdamı onurlu bir merkez bankasının hedefi olarak değerlendirmiyoruz? İşçiler ve onların işleriyle ilgilenmek ne zamandan beri bir zayıflık işareti oldu? Maalesef, bunlar sadece boş bir temenniden ibaret. MBB’nin temel odak noktası sadece ve sadece enflasyon olarak kalmaktadır. Bundan dolayı MBB, yalnızca enflasyonu her şeyin önünde tutan bir rejimde anlamlıdır: “Çalışmalar, enflasyonla ilişkili olmayan özelliklerin bağımsızlık için önemli olmadığını keyfi olarak varsayma eğilimindedir.” İronik olan, merkez bankalarını sadece enflasyona odaklanmaya zorlamak, kendi başına bağımsızlık kavramıyla çelişmektedir çünkü bu, merkez bankası davranışlarını kısıtlayacaktır. Neyse ki bu, ana akım teorinin tutarsız olduğu ilk durum değil. Merkez bankası karar alma sürecinin uygulanması, fiyat istikrarı ve piyasa güvenine yönelik teknokratik bir taahhüt değildir.

Son olarak siyasi etkilerden bağımsızlık vurgusu, kişisel çıkarlara hizmet eden bir yaklaşımdır. Birçok heterodoks ekonomist, özellikle Gerald Epstein, Mario Seccareccia, Clement Fontan, Jane D’Arista ve Matias Vernengo gibi isimler, merkez bankalarının gerçekten kimin çıkarlarına hizmet ettiğini sorgulamış ve merkez bankaları ile finans sektörü arasındaki sıkı bağlantılara dikkat çekmiştir. Esasen, ana akım literatürde, finansal piyasalar veya finansal çıkarlar açısından bağımsızlık hakkında pek bir şey tartışılmamaktadır ve dürüst olmak gerekirse kapitalizmin tarihindeki merkez bankası operasyonlarının evrimi, (belki de stratejik olarak?) göz ardı edilmektedir. Bu bağlamda, enflasyonla mücadele kararının, işçi sınıfı için malları daha uygun fiyatlı hale getirmek değil, rantiye sınıfının sahip olduğu varlıkların deflasyonunu önlemek için alındığı iddia edilebilir. Bu açıdan enflasyonu düşürme çabaları, varlıkların değerini koruma amacı taşır. Dolayısıyla merkez bankaları rantiye sınıfından bağımsız değildir. Gerald Epstein’in (2015, s. 106) ‘ihtilaflı arazi’ terimiyle ifade ettiği şey tam olarak budur: “Merkez bankaları hükümetin yürütme organından ‘bağımsız’ olduklarında, genellikle siyasi destek için finans sektörüne bağımlı olurlar ve bu sebeple politika yaparken ‘finansal gözlükler’ takma eğilimindedirler.” Merkez bankası ne kadar bağımsızsa, sermaye ve iş gücü arasındaki ilişkiler de o kadar çatışmacı olmaktadır.

Bir dizi post-Keynesyen ve heterodoks yanlısı akademisyen benzer argümanlar ortaya koymuştur. Örneğin, Peter Dietsch, François Claveau ve Clement Fontan (2018) kitaplarının başlığında açıkça “Merkez Bankaları Halka Hizmet Ediyor mu?” sorusunu sorarak, para politikalarının ardındaki motivasyonu sorgularlar. Benzer şekilde, Seccareccia (2017) “Merkez Bankaları Gerçekte Kimin Çıkarına Hizmet Ediyor?” diye sorar. Burada rantiye sınıfı, “mülk ve ayrıcalık düzeninden gelir elde eden (…) ve temelde ‘hiçbir şey karşılığında bir şeyler alma’ hakkına sahip olan” (Veblen 1919, s. 162) “çıkar grubunu” oluşturur (aktaran Seccareccia, 2017, s. 342). Bu bağlamda, “merkez bankaları, özellikle 2008 küresel finansal krizden bu yana, esas olarak bu aynı gayri-maddi varlık (intangible assets) sahiplerine hizmet etmiştir” (a.g.e, s. 342). Hatta Alan Blinder (1998, s. 60) böyle iç içe geçmiş bir ilişkiye dikkat çekmiştir: “Merkez bankacıları da insandır; yüksek notlar almak isterler -notları veren kim olursa olsun- (…) piyasalar, merkez bankasının performansını gerçek zamanlı olarak izleyen ve kamu adına değerlendiren dev bir geri bildirim makinesi işlevi görür. Bu nedenle merkez bankacıları doğal olarak piyasaları, değerlendirme için yaranmaları gereken bir yer olarak görürler.”

Merkez bankası bağımsızlığının itibar meselesi olduğunu düşünenler için tekrar düşünmelerini öneriyoruz. Binder’a göre: “Bunu destekleyen en ufak bir kanıt bile bilmiyorum. Makul gibi görünen ancak dikkatli bir inceleme sonucunda yanlış olduğu ortaya çıkan hipotezlerden biri gibi görünüyor.”

Hatta bazı çalışmalar, daha bağımsız merkez bankalarının, üretim açısından daha yüksek fedakârlık oranlarıyla yüzleştiğini veya eşitsizliği artırdığını bile öne sürmüştür. Bizim için bu şaşırtıcı değil. Eğer iyi tanımlanmış bir Phillips eğrisinin ve istatistiksel olarak anlamlı bir faiz duyarlı yatırım fonksiyonunun olmayışı dikkate alınırsa, merkez bankaları bu istatistiksel ilişkilerin var olduğuna inanarak ve bir süre sonra devreye gireceğini düşünerek faiz oranlarını 10 kez veya daha fazla artırabilecektir. Bu artışların kümülatif etkileri kaçınılmaz olarak, güçlü bir mali teşvik olmadığı sürece, herhangi bir ekonomiyi daraltacaktır. Sonuçta, “Analiz, ampirik olarak merkez bankası bağımsızlığı ile eşitsizlik arasında güçlü bir ilişki buluyor” ifadesi şaşırtıcı değildir.

Özetle merkez bankası bağımsızlığı (MBB), ekonomik elitlerin lehine, Milton Friedman’ın mirasına uygun olarak, bir azınlık tiranlığını yaratır. MBB; işlevsel finans arayışında bilinçli bir toplumsal politik mutabakatın, yani uzun vadeli ekonomik büyümeyi teşvik etmek için para ve maliye politikasının etkili bir karışımını kullanarak olumlu sosyal refah sonuçlarını en üst düzeye çıkarma amacının kasıtlı olarak sınırlandırılmasıdır. Burada yatan çelişki, merkez bankası bağımsızlığı ile demokrasi arasındadır. MBB, neoliberal bir Truva atıdır, işçi sınıfının refahı pahasına rantiyecilerin çıkarlarını korumaya yönelik bir sınıf savaşı biçimidir. Bu nedenle, ana akım ekonominin bir diğer kötülüğü olan merkez bankası bağımsızlığına “ölüm” diyoruz.

David Fields & Louis-Philippe Rochon

Enver Mete (Çeviren)

Not: Bu blog yazısı, yakında yayımlanacak olan Marshall, W. ve L.-P. Rochon (2024) tarafından yazılan “Should Central Banks be Independent?” başlıklı makaleden ilham alınarak hazırlanmıştır. Makale, Bougrine, H., L.-P. Rochon ve M. Seccareccia (der.), Intermediate Macroeconomics: Theory, Policy and Competing Perspectives, Cheltenham: Edward Elgar’da yayımlanacaktır. Orijinal metni için bakınız:

https://medium.com/@monetarypolicyinstitute/rip-central-bank-independence-669763da63ec

Büyümenin Dinamikleri ve Türkiye İçin Alternatif Bir Yol Aramak

Neoklasik iktisat, uzun yıllardır ekonomik analizde baskın bir paradigma olarak kabul edilmiştir. Arz ve talep arasındaki dengenin, bireylerin rasyonel kararları ve piyasa mekanizmalarının işleyişi ile sağlandığını savunan bu yaklaşım, ekonomik sorunların büyük ölçüde bireysel tercihlerin optimizasyonu yoluyla çözülebileceğini öne sürer. Örneğin bu optimizasyonun bir adımı, doğası gereği rasyonel düşünmeye ihtiyacı olmadığı iddia edilen devletin, piyasa işleyişinden mümkün olduğu kadar uzak tutulması olmaktadır. Piyasa ekonomisinin ya da kapitalizmin paradoksal bir yapıda olmadığı, bu inancın özünü oluşturur. Bu sebeple ana akım politik ekonomi, “optimize edilmiş” bir piyasa ekonomisinde zaten bölüşümün bir sorun olmaması gerektiğine kanaat getirerek odak noktasını büyümeye vermektedir. Aslında büyüme ve bölüşümün birbirinden koparılması, ekonomi biliminin sosyal içeriğinden de koparılması anlamına gelir. Zira artık odak, insan-insan ilişkilerinden insan-nesne ilişkilerine kaydırılmıştır.[1]

Bunların yanı sıra ekonominin ana ateşleyicisinin arz yönünde olduğu kabul edilmiştir. Arzın büyümenin ana odağı olmasına dair ideolojik söylem, karlara dayanan bir büyüme hipotezini yaratmıştır. Genel kabule göre gelir vergilerini düşük tutmak, devleti yatırımlardan mümkün olduğunca uzak tutmak ve piyasa regülasyonlarından vazgeçmek gibi eylemler nihayetinde kişisel tasarrufları artıracaktır. Artan tasarruflar, en üst gelir dilimleri adına yatırım artışı olarak yorumlanırken alt dilimler için talep artışı olarak ele alınır.[2] Böylece Damlama (Trickle-down) adıyla karşımıza çıkan bu teori, iktisadi fazlanın ücretlerden daha çok karlarda toplanması gerektiği soncuna vararak öncesinde vurguladığımız üzere büyümeyi bölüşüm olgusundan ayrı değerlendirmiştir. Bölüşümün ve dolayısıyla gerekli talebin dolaylı yollardan zaten oluşacağı inancı, ücretlerin sadece maliyet kalemi olarak görülmesini sağlamış, aynı zamanda bir talep kaynağı olarak da ele alınmasını zorlaştırmıştır. 

Gözden kaçırılan bir başka nokta da tasarruflar ve yatırımların doğasıdır. İngiliz düşünür John Hobson’ın The Physiology of Industry adlı kitabından bir kesit aktarırsak: “Tasarruf mevcut sermaye toplamını artırırken, aynı zamanda tüketilen faydaların miktarını da azaltır (…) bu nedenle daha fazla sermaye birikimine neden olması kaçınılmazdır ve bu fazla genel aşırı üretüm şeklinde var olacaktır.”

Hobsonın sunduğu iktisadi döngünün temel noktası, anlaşılacağı üzere arz fazlasıdır. Keynes, Hobson’ın teorisini tabiri caizse ters çevirmiş, sorunu aşırı üretimde değil eksik tüketimde aramıştı. Ona göre devlet, ekin talebin altında dengelenebilen talep düzeyinin artırılması adına yatırımlarda bulunmalıydı. Aynı zamanda “insanlar zenginleştikçe gelirlerinin daha azını tüketir” fikrini savunan Keynes, gelir dağılımını düzeltici birtakım vergilerin de talebi canlandırma işlevi gördüğü için desteklemişti.[3]

Joan Robinson’ın analizleri bu kısma ışık tutar. Elbette gelirlerin tasarrufları da artırması doğal bir durumdur. Ancak bölüşümün ikinci plana atıldığı bir düzende kapitalistlerin tasarrufları daha çok şişecektir ve bu yatırım eğilimlerini zamanla azaltacaktır. Çünkü gelirler artıkça tasarrufların yatırımlara üstünlük kurduğu bir çarpan etkisi devreye girer.[3] Tasarruflardaki aşırı şişme, başta mülkiyet eşitsizliği gibi çeşitli gelir dağılımı problemlerini de bir arada getirir.

Sınıf Çatışması, Gelir Dağılımı ve Büyümek

Polonyalı iktisatçı Michal Kalecki, yatırımların doğası üzerine yaptığı çalışmların yanı sıra bölüşüm olgusunu iktisadının merkezinde ele alarak çığır açıcı katkılarda bulunmuştur. Ona göre neoklasik teorilerinin aksine tam rekabet varsayımı yanlıştır. Kapitalist ekonominin doğasında tam rekabetin değil tekelci piyasaların hâkimiyeti vardır. Bu önerme, maliyet ve fiyatlamanın, ağırlıklı olarak firmaların ve çalışanların piyasadaki güçlerince yönlendirildiği sonucuna varmaktadır.[4] İşte burada Kalecki, ekonomik ilişkileri birbiri ile çatışan iki sınıfın varlığı altında incelemek gerektiği sonucuna varmıştır: İşçiler (ücretliler) ve kapitalistler (sermaye sahipleri ve rantiyeciler). Bu düzlemde ücretlerin, karların ve fiyatların belirlenmesi; işçiler ve kapitalistler arasındaki mücadele ve pazarlığın kurumsal ve sosyal ayaklarıyla gerçekliğe yansıdığı, oldukça dinamik ve karmaşık bir süreçtir.[5]

Kalecki, oluşan satın alma gücünü yani talebi, karların veya ücretlerin daha ağır bastığı senaryolarda inceleyerek bir döngüsellik arar. Kaleckiyen iş döngüleri (buisness cycle) adını verdiğimiz bu düzeni en saf haliyle şöyle ifade edebiliriz: Kapitalist ekonomide yatırımlar, büyük oranda kâr beklentilerine bağlıdır. Yüksek kârlılık beklentisi, firmaların yatırımlarını artırmasına yol açar. Yatırım arttıkça, üretim ve istihdam artar, bu da talebi canlandırır. Boom (Büyüme) Dönemi olarak adlandırılan bu evrede artan istihdam ve tüketim, büyümenin devam etmesine katkı sağlar. Ancak bu dönemde işgücünün pazarlık gücü artar[6], ücretler yükselmeye başlar bu da önce kârları sonra kâr beklentilerini düşürecektir. Bu durum, firmaların yeni yatırımlar yapma iştahını azaltır, durgunluk(resesyon) dönemi kapıdadır. Yatırımlar azalınca üretim ve istihdam da düşer, bu da talepte azalmaya yol açar. Talep daralması ise daha fazla yatırım düşüşüne ve sonuç olarak durgunluğa neden olacaktır. İşte burada göründüğü üzere kapitalizm döngüselliğinde sistemin çelişkilerinden biri olan ücretler ve kârlar arasındaki gerilimin payı büyüktür. Eğer sistem, 19.yyda olduğu gibi serbest bırakılırsa durmadan yıkıcı krizler üretecektir. Şöyle ekler: “Tam istihdamdaki bir kapitalist ekonomide kârlar, 19. yüzyıl tipi bir laissez-faire ekonomisindekine göre daha yüksek olacaktır. Ancak, işverenler sınıfsal içgüdüleriyle “toplumsal disiplini” elden bırakmamak için işsizlik yaratarak (daha düşük kârlarla) işleyecek bir ekonominin kendi açılarından daha güvenceli olacağını keşfedeceklerdir.”[7]

Bu keşifle kapitalistler, piyasa üzerindeki güçlerini kaybetmemek adına döngüyü durdurmak istediklerinde başka bir döngüye kapı aralarlar. Gerçekten de kar beklentileri sabit kalsa ve yatırımlar artmaya devam etse de bu sefer ücretlerin yani ana talep kaynağının onu takip edemediği bir sürece gidilebilir. Bu durum, uzun vadede karların düştüğü ve yerini yine durgunluk ve enflasyon gibi başka problemlere bıraktığı bir sonuca gider.[8]

Döngüyü Berraklaştırmak

Kalecki’nin ortaya attığı bu döngüsellik onun ölümünden sonra da üzerinde çalışılan bir konu olmuştur. Neo-Kaleckiyen büyüme modelleri adı verilen bu modellerle, ülkelerin belirli zaman aralığında büyüme karakterinin kar-çekişli mi yoksa ücret-çekişli karakterde mi olduğuna dair çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu çalışmalardan en ünlüsü Amit Bhaduri ve Stephen Marglin’in öne sürdüğüdür. Bhaduri-Marglin döngüsü iki büyüme modelinin de kendi içinde iki alt rejime daha bölündüğü iddia etmiştir. Bu yolla büyüme rejimleri, çatışmacı veya canlandırıcı bir karaktere de sahip olmaktadır.[9] Sonuç olarak rejimler sırasıyla a) kâr-çekişli çatışmacı, b) kâr-çekişli canlandırıcı, c) ücret-çekişli çatışmacı, d) ücret-çekişli canlandırıcı olmak üzere dörde ayrılmaktadır. Kâr payı artışının toplam talebi artırdığı rejimlere kar-çekişli, azalttığı büyüme rejimlerine ise ücret-çekişli demekteyiz. 

Robert Blecker, bu analizlere açık bir dış ticaret rejiminin büyüme modelini nasıl etkileyebileceği hakkında çalışarak çeşitli katkılarda bulunmuştur. Örneğin, eğer bir ülke ücret-çekişli büyüme karakterine sahipse, yüksek ücretlerin yurtiçi talebi artıracağını, ancak aynı zamanda bu durumun ülkenin dış rekabet gücünü olumsuz etkileyebileceğini belirtir. Yüksek ücretler, yurtiçi tüketimi artırsa da ihracatta rekabet gücünü azaltabilir, bu da ekonomik büyümeyi sınırlandırabilir. Bu sebeple ülkeler dış ticarette fazla vermek adına ücretleri baskılayabilmektedir.[10

Bu durum sınıf çatışmasını çok daha değerli bir konu haline getirecektir. Şöyle ekler: “Ücretler lehine yeniden bölüşüm ile uluslararası rekabeti sürdürmek arasındaki olası çelişki, isçilerin çıkarları ile kapitalistlerin çıkarlarının memnun edici bir şekilde uyuşması yönündeki başarı şansını büyük oranda azaltmaktadır.”[11

O halde dış ticaret dinamikleri bir ülkenin talep rejimini ve bölüşüm mekanizmasını oldukça fazla etkileyebilmektedir. Yine örneğin ücretlerin payının arttığını varsayalım ve Blecker’in öne sürdüğü gibi bu durum, işletmeleri uluslararası rekabette aksattığı için dış talepte bir düşüş meydana getirsin. Eğer artan ücret payının yarattığı ek talep, bu düşüşü karşılayabiliyorsa, söz konusu ülke, ücret-çekişli bir rejime sahiptir diyebiliriz.

Rejim ve Politika Uyumu/Uyumsuzluğu

En can alıcı noktaya gelirsek eğer büyüme rejiminin hangi karakterde olduğunu saptayabilirsek bu, sağlıklı bir büyüme için nasıl politikalar gütmemiz gerektiğini de bilebiliriz demektir. Zira uygulanan politikalar ile rejimin karakterindeki uyumsuzluk orta ve uzun vadede tatmin edici büyüme oranlarından uzaklaşılacağını gösterir.

Tablo 1 Rejimlerin karakterleri ve uygulanan politikaların etkileri (Kaynak: Marc Lavoie ve Engelbert Stockhammer, Wage-led Growth: Concept, Theories and Policies)

Tablonun dört köşesini ayrı ayrı incelediğimizde daha berraklaşacaktır. Örneğin kâr-çekişli bir rejimde emek piyasasını esnekleştirmek, kurumlar vergisi gibi doğrudan vergileri hafifletmek ve toplu sözleşmeleri yasal açıdan daha etkisiz kılmak gerçekten de büyümeyi besleyebilecektir. Ancak artan eşitsizlik ve dış ticaretteki talebin doğal sınırları, rejimi zamanla ücret-çekişli bir karaktere sokacaktır. Bu değişim saptandığında hükümetlerin yapması gereken, örneğin sendikal hareketleri kuvvetlendiren ve artan oranlı vergilerde artışa giden ve asgari ücrete dikkate değer zamlar yapan bir yapıda olmalıdır.

Aslında görüldüğü üzere Büyük Ilımlılık Dönemi boyunca neoliberal ülkelerdeki büyüme oranlarının Keynesyen dönemin yanında güdük kalmasının[12] sırrı burada yatar. Rejimler, tekrar ücret-çekişli bir karaktere büründüğünde gereken pro-işçi politikalar izlenmemiş bu da büyümeyi sakatlamıştır. Ortaya çıkan resesyon tehlikesi, iç talebin emek yanlısı olmayan bir yolla çözülmesi ile bir süre daha ertelenmiştir. Bu yol akla geleceği üzere borçtur. 

Finansallaşma ve bankacılığın de-regüle edilmesi, hanehalkı borçlanmasını oldukça kolaylaştırmıştır. Bu durum, dış ticaretin veya emek verimliliğinin sağlayamadığı kârların, iç talebi borçlanma yoluyla yani suni bir şekilde canlı tutarak pro-kapitalist politikaların hayatta kalmasını sağlamıştır.[13] Kâr-çekişli büyümenin yapay bir taklidini ortaya koyan bu politikalar, sürdürülebilir değildir zira özel borçluluk ve regüle edilmemiş finans piyasaları ‘finansal istikrarsızlık’ döngüsünü[14] körüklemektedir.

Oyvat, Öztunalı ve Elgin’in yakın zamanda yaptığı bir çalışmada belirttikleri üzere: “Öncelikle, hanehalkı borçluluğunun artması, orta vadede emek kesiminin üzerine ek bir faiz yükü bindirerek, emek kesiminin harcama kapasitesini zayıflatıyor. Eğer emek kesimi ücretlerinin baskılanması karşısında artarak borçlanmaya devam ederse bu borçlanma sürdürülemez bir hale gelecek ve ekonomiyi bir krize sürükleyebilecektir. Finansal regülasyonların daha zayıf olduğu, finansal inovasyonların daha yaygın olduğu ülkelerde, hanehalklarının aşırı borçlanabilmeleri daha kolay olmakta, bu ülkelerin krize girebilme ihtimalleri daha da artmaktadır”[15]

Tablonun diğer tarafı hükümetlerin pro-işçi politikalardan yana olduğu senaryoları ifade eder. Eğer rejim, kâr-çekişli bir karakterde ise bu politikalar kaçınılmaz olarak ekonominin yavaşlaması ile son bulur. Düşen kâr beklentileri, yatırım kıtlığını ve işletmelerin hayatta kalmak için borçlanıp durduğu bir çıkmazı doğuracaktır. Nihayetinde işsizlik ve yüksek enflasyonun el ele görüldüğü stagflasyon olarak hayatımızda yer eder. Bu dönemde hükümetler hayat pahalılığına umutsuzca ücret ve istihdam artışları ile cevap vermeye çalışır. Örneğin 1972 yılında dönemin Britanya Başbakanı Heath, ücret artışlarını hayat pahalılığına endekslemek gibi bir politika izleyerek bahsettiğimiz hataya düşmüştür.[16] Bu senaryo gerek neoliberal sağın gerekse Marksist solun sosyal adalete duyarlı bir kapitalist ekonominin imkansızlığını ifade etmek için kullandığı bir argümandır. Ancak şu ana kadar anlaşılacağı üzere problem, doğru rejimde doğru politikaları uygulamak etrafında dönmektedir.

Sonuncu ve bizce en değerli olan senaryo, ücret-çekişli bir rejimde pro-işçi temelli politikaların sürdürüldüğü sistemdir. Savaş sonrası Keynesyen refah dönemini temsil eden bu sistem, gerek alternatiflerine göre daha uzun süreli uygulanabilirliği[17] gerekse adil bölüşümcü yapısı ile öne çıkar. Üstelik ücret-çekişli bir büyüme, yani daha yüksek reel ücretlerin, firmaları kârlılıklarını korumak için emek verimliliğini artırmaya teşvik etmektedir. Mevcut kanıtlar, reel ücret büyümesinin emek üretkenliği büyümesi üzerinde uzun vadede olumlu bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir.[18] Pro-kapitalist politikalara dönüldüğü 1980’lerden beri Batı’da emek verimliliğinin daha yavaş arttığı düşünülürse bu önemli bir konudur.

Senaryolar incelediğimizde özellikle gelişmekte olan ülkelerin uzun vadeli büyüme planlarını ücret-çekişli bir rejimin inşa edilmesi yönünde yapması bizce en sağlıklı yol olacaktır. Evet, ülkelerin sahip olduğu rejimler yukarıda özetlediğimiz üzere bir değişim göstermektedir ancak bu değişimlerin dış etkenler (savaş, pandemi) kadar iç etkenlerle (kurumlar) de belirlendiği gözden kaçırılmamalıdır. Ticari, finansal ve emek piyasası kurumlarının uzun vadede ücret-çekişli bir rejime uygun düzenlenmesi şüphesiz rejimi daha ücret-çekişli hale getirecek bu da pro-işçi politikaları için uygun bir zemin yaratacaktır. Aslında gelir eşitsizliğini azaltmak gibi politikaların ücret-çekişli bir rejime katkı sağladığına yönelik çalışmaların da varlığı[19], bize emek yanlısı politika ile ücret-çekişli rejimin birbirlerini besleyen olgular olduğunu da öğütlemektedir. 

Zaten son yıllarda yapılmış araştırmalara göz gezdirdiğimizde pro-işçi politikalar tercih edilmese dahi orta-büyük ekonomilerin büyük bölümünün ücret-çekişli olduğunu görmekteyiz.[20] Üstelik sadece ülkelerin değil OECD, AB hatta dünyanın kendisinin dahi ücret-çekişli bir rejime sahip olduğu ortaya koyulmakta.[21] Bu durum, Neoliberalizmin soldan aşılmasının hiç olmadığı kadar mümkün olduğunu gözler önüne seriyor. Neo-kalkınmacılık[22] diye adlandırabileceğimiz bu yol, özellikle Neoliberal düzenin defolarına daha duyarlı olan gelişmekte olan ülkeler için bir çıkış vaat ediyor.

Türkiye’nin Düzeni

İşgücü maliyeti adı verilen olgu; adını sık sık duyduğumuz, özellikle ürün fiyatlarına yapılan zamlarda öne sürülen ana sebeplerden biri. Ancak bir konuda daha işimize yarıyor. Eğer işgücü maliyetini toplam maliyete bölersek bir oran elde ediyoruz. Bu oranın yüksek olması bize o sektörün emek-yoğun, düşük olması ise işbu sektörün sermaye-yoğun olduğunu gösterir. Sektörün sermaye-yoğun hale gelmesi büyük oranda teknoloji ve eğitim yani verimlilik meselesidir. Bazı sektörler ise doğası gereği emek-yoğundur. Türkiye’nin en aktif olduğu tekstil, inşaat ve turizm gibi sektörler bunların başında gelmektedir. İşgücü maliyetlerinin en ciddi gider kalemi olduğu bir durumda kârları arttırma meselesi, haliyle işçi-kapitalist çekişmesinin sonucuna çok daha kuvvetle bağlı olacaktır. Bunun duyarlılığı içinde gelişmiş ülkeler, çatışmanın daha kuvvetli olduğu bu sektörleri başka ülkelere taşımştır. Bu akıştan pay kapan ülkelerden biri olan Türkiye de, aslında dertlerin havale edildiği bir durumda kalmıştır.

Bir diğer nokta ‘Büyük Ilımlılık Dönemi’ boyunca gelişmiş ülkelerdeki düşük enflasyon düzeninin de yine emek/sermaye yoğun sektörler farkıyla okunabilecek olmasıdır. Zira bu sektörler, arz ve talep değişimlerine farklı tepkiler veririler. Emek-yoğun sektörler; talep artışına fiyatları arttırarak, talep düşüşüne ise üretimlerini düşürerek yanıt verme eğiliminde olurlar. Sermaye-yoğun sektörler ise talep artışı ve düşüşüne sırasıyla üretimi artırarak ve fiyatları düşürerek yanıt verir.[23] Bu kabulden yola çıkarsak emek-yoğun sektörlerin hâkim olduğu bir ülkede, kronik bir enflasyon ve işsizlik sorunu yaşanması muhtemeldir. Türkiye’ye havale edilen dert budur. Kemer sıkmak veya sıkı para politikası gibi önlemlerin ise sorunu sadece parasal temelde değerlendirdiği için çözüm olmaktan çok uzak olduğu açıktır.

Politika Önerileri ve Yeniden Kalkınma

O halde sıkışmışlığı aşmanın yollarından biri sermaye-yoğun sektörleri güçlendirmekten hatta inşa etmekten geçecektir. Geçişin ana ateşleyicisi bizce devletin bu sektörleri bizzat yaratması olacaktır. Bu savın nedeni, sermaye-yoğun sektörlerin alameti farikası olan teknolojik yeniliğin, zaten bizzat devletlerce yaratılmakta olduğudur. Hayatımızın parçası olan birçok teknoloji ya devletlerce geliştirilmiş ya da geliştirilmesi adına fonlanmıştır.[24]

Bu farkındalığı literatüre aşılayan Mariana Mazzucato’nun temel tezi, özel sektörün risk alabildiği noktaya kadar girişimciliğin devlet tarafından üstlenilmesidir. Çünkü özel sermaye, uzun ve riskli yatırımlar yapmakta devletlere göre daha temkinli olmak zorundadır. Risklerin azalması ve getiri süresinin kısalması ile sahne, özel sektöre devredilir. Devlet, sıradaki yeniliği yaratmaya koyulur. Buraya düşülecek bir not da yeniliğin yaratım sürecinde devletin ‘crowding-out’ fenomenine sebep olmadığıdır. Zira yukarıda belirtildiği koşullarda özel sektör, zaten faaliyet göstermeye eğilimli değildir ve kapasite kullanım oranları zaten düşüktür.[25]

Ek olarak, gelişmekte olan ülkelerden de söz etmek gerekecektir. Çünkü bulundukları durum gereği yani kalkınma serüvenlerini henüz tamamlayamamış olduklarından farklılaşırlar. Bu sebeple gelişmiş ülkeler adına tasarlanmış olan ‘girişimci devlet’ hipotezinin ötesini düşünmek zorundayız. Zira gelişmekte olan ülkelerdeki özel sektörün faaliyet gösterme kapasitesini gelişmiş ülkeler ile aynı kabul etmek, fazla iyimser bir kabul olacaktır.[26]

İlk olarak, devlet ve piyasa birbirini dışlamak zorunda olan yapılar olarak ele alınmamalıdır. Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’ünde ortaya koyduğu gibi devlet ve piyasa ikilisi müşterek bir siyasal düzen kurucusu olarak kabul edilmelidir. Son yıllarda ortaya atılan anaakım dışı çoğu devlet tanımı, bu müşterekliği tasdikliyor. Zaten neoliberal revizyonizmin şöhretine rağmen aktif devlet tipi; kalıntılarını, dinamiklerini ve elemanlarını kaybetmemiştir ve tarihsel olarak bakıldığında hala olumlu bir imge çizmektedir. Dolayısıyla ‘devletin ekonomiden geri çekilmesi’ değildir söz konusu olan, biçim değiştirmesidir.[27] Gerektiğinde bu biçim, tekrar değişebilecektir.

İkinci olarak eklenmesi gereken bir husus da gelişmekte olan ülkelerin konjonktür dışında da düşünmek zorunda olduğudur. Örneğin bu tür ülkelerin sık sık karşılaştığı üzere ani sermaye çıkışları ile yaşadığı arz şokları dönemleri, hükümetlerin uzun vadeli para ve maliye politikaları yürütmesini engeller niteliktedir.[28] Aşağıda da bahsedeceğimiz gibi değişimin ana aktörlerinden olmasını savunduğumuz kalkınma bankacılığının işlerliği, bağımsız bir para politikasına dayanmaktadır. Zira gelişmiş ülkelerin aksine Türkiye gibilerinin dışsal bir faiz oranı belirleyebilmesi serbest sermaye rejimlerinde gerçeklikten uzaktır.[29] O halde özellikle gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye, sermaye kontrollerini gündemine almak zorundadır.

Üçüncü olarak, küreselleşme ve değişen ticaret rejimleri sonucunda, kalkınma iktisadının artık tarihe karıştığına yönelik iddiaları bir kenara bırakmalıyız. Ona yeni bir biçim vermeliyiz. Örneğin yeni düzen; kalkınma planlarının merkezi ağırlığını azaltmanın, iyi bir fikir olabileceğini öğütlüyor. Başka bir ifadeyle kalkınma yaklaşımlarında, yerel ekonomik aktörlerin daha öne çıkabilmesi gerekmektedir. Bu durum, kalkınma bankacılığının ve onun İller Bankası gibi çeşitli ayaklarının reform edilmesi gerektiğini açığa çıkarmaktadır. Sivil toplum veya diğer adıyla ‘üçüncü sektörün’ sürece dahil edilerek kalkınma politikalarının teorisinden pratiğine geçişinde sunacakları muhtemel katkılar da göz ardı edilmemelidir.[30]

Kalkınma, katılımcı ve içeriği tartışılabilir haliyle şüphesiz daha dinamik ve daha başarılı olacaktır. Katılımcılığın bir diğer önemi de ülke-içi güç odaklarının da varlığının kavranmasında yatar. Küreselleşme ve serbest ticaret rejimleri ile ülke-dışı güç odaklarının devletlerin politikalarını daha fazla etkileyebiliyor olması, maalesef içerideki güç odaklarının varlığının göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Bu sebeple vurguluyoruz ki kalkınma politikaları sadece bürokrat ve kapitalistleri değil emeği de aynı oranda ilgilendirmektedir. Eğer kalkınma programlarımızın da çatışmacı bir döngüye yol açmasını istemiyorsak bir “kapsayıcı politika koalisyonu” yaratmalıyız. Ziya Öniş ve Fikret Şenses’in özetlemesiyle: 

Otoriter rejimlerden farklı olarak, politika rejimini sürekli kılabilmek için, dar politika koalisyonları başarılı seçmen koalisyonları oluşturmak üzere genişletilmeli ve büyütülmelidir. Özgül bir örnek vermemiz gerekirse, (1960’lann ve 1970’lerin Türkiye’sinde olduğu gibi) geniş bir demokratik ortamda bulunan dar koalisyonu, tarımsal çıkarları ve hatta daha önce İİS (İthal ikameci sistem) koalisyonunda yer almayan küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin bir kısmını da kapsamak üzere genişlemek zorunda kalmıştır.”[31]

Son olarak vurgulanması gereken bir nokta da ücret-çekişli bir kalkınmanın bel kemiği olan düzenli ücret artışlarının ulusal düzeyde planlanmasıdır. Ücretlerin ulusal çapta müzakere edilmesi, ekonominin genel istikrarı ve planlaması açısından faydalı görmekteyiz. Böylece ücret artışları, sadece belirli sektörlerde değil, bütün ekonomide uygulanabilir hale gelebilir ve bu yolla ücretlerin dengesiz yükselmesi gibi sorunlar önlenebilir. Bu yaklaşım, enflasyonist baskıların daha iyi yönetilmesine yardımcı olabilir, çünkü ücret artışlarındaki potansiyel asimetri bütüncül bir şekilde kontrol edilebilir. Ancak bu önerinin başarılı olabilmesi için sosyal taraflar arasında güçlü bir koordinasyonun sağlanması, sektörler arası farklılıkların dikkate alınması ve esneklik ihtiyacının göz önünde bulundurulması gereklidir. Ekonomik politika bağlamında bu yaklaşım, özellikle sosyal devlet ve sendikal hareketlerin güçlü olduğu ülkelerde etkili olabilecektir. Bizce Türkiye’nin bu yolda atması gereken en önemli adım işçi sendikalarının tekrar işler hale getirilmesi, böylece işçileri temsil eden bir yapının da hükümet ve işveren kuruluşları gibi etkin bir kurum haline gelmesidir. Bu yolla inşa edilecek bir üçlü yapı, kalkınma politikalarının sadece kapitalistler arasındaki çıkar çatışmalarının ötesinde sınıf çatışmasına da duyarlı olmasını sağlayacaktır.

Enver Mete, Ağustos 2024, Tokat

 

Dipnotlar:

Avrupa Aydınlanma’sının Cumhuriyeti: Edebiyat Cumhuriyeti

“La Republique des Lettres”, Türkçesiyle “Edebiyat Cumhuriyeti”[1], Aydınlanma Çağı elitlerinin dönemin bilimsel bulgularını ve felsefi görüşlerini tartıştığı ve yaydığı Avrupa çapında bir forumdu. Edebiyat Cumhuriyeti; Newton, Voltaire, Leibniz, Erasmus, Benjamin Franklin, Kant, Montesquie, d’Holbach, Fichte, Hume… gibi dönemin çoğu entelektüelinden oluşmakta ve Aydınlanma düşüncesinin lokomatifi görevini üstlenmekte olan bir topluluktu. Her ne kadar Edebiyat Cumhuriyeti enformel bir kurum olsa da fiilen Cumhuriyet sıfatını taşımayı hak ediyordu, zira Avrupa’da Cumhuriyetçiliğin doğuşunun şafağında egaliteryanizm (eşitlikçilik) ve burjuva kamusallığının tasavvurunun temsiline soyunmuştu. Edebiyat Cumhuriyeti, Avrupa Aydınlanmasının ruhani cumhuriyeti ve modern cumhuriyetçiliğin de bir habercisiydi. Goodman şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti ismini hakkıyla yansıtıyordu, çünkü belli bir hiyerarşi yoktu.”[2] Dolayısıyla, Modern Cumhuriyetçiliğin erken Modern Avrupa’da, aydınlanmanın iki çocuğu olan modernizmin evrenselliği ile milliyetçiliğin özgücülüğünün gerilim hatları arasında doğuşunu kavrayabilmek için Edebiyat Cumhuriyeti’ni ve altında yatan Aydınlanma felsefesini kavramak zarurettir. Edebiyat Cumhuriyeti, evvela, Aydınlanma’nın kozmpolit ve uluslararası bir tezahür biçimidir. Edebiyat Cumhuriyeti sadece Aydınlanma felsefesinin muhtevasını anlamaya ışık tutmaz; aynı zamanda, Withers’in de altını çizdiği gibi Aydınlanma’nın dinamik ve çok-uluslu yapısını kavramamıza da yardımcı olur.[3] İşte bu yazı da bu noktaları ele alma amacını taşımaktadır. Öncelikle yazıda Aydınlanma düşüncesi ele alınacak, ardından da bunun bir tezahür şekli olan Edebiyat Cumhuriyeti analiz edilecektir.

Kant, ünlü “Aydınlanma Nedir?” makalesinde Aydınlanma olgusunu “aklın kamusal kullanımı” olarak tanımlamıştı.[4] Kant’ın bu tanımlamayla işaret etmeye çalıştığı nokta insan aklının kamusal ve toplumsal sorunlarla meşgul olmasından ziyade, aklın kullanımın çıktılarının şeffaf bir biçimde kamunun huzuruna sunulmasıydı: “Aklın kamusal kullanımından, bir kimsenin bütün okuyucular dünyasının oluşturduğu kamusal topluluğun huzurunda bilge sıfatıyla aklını kullanmasını anlıyorum.”[5] Yani, anlaşılacağı üzere “aklın kamusal kullanımının” alamet-i farikası, aklın ürünü olan kuramların, bilgilerin ve düşüncelerin şeffaf biçimde kamunun önünde üretilmesi ve kamunun da aklın kullanımından elde edilen bu çıktılara erişebilmesiydi. Bu felsefeye müstenit şekilde filizlenen Aydınlanma’nın elde ettiği kazanımlar sadece bilimsel sathdaki devrimsel yenilikler ve icatlalar ile de sınırlandırılamaz, Habermas’ın da işaret ettiği gibi, “aklın kamusal kullanımı” anlayışının temelini oluşturduğu kamusallık tasavvuru esasında “” cumhuriyetçi anayasa” altında liberal hukuk devletinin örgütlenme ilkesi” ni de oluşturarak ciddi bir siyasal işlev de taşımıştı.[6]

Aydınlanma’yı tek bir bağlamda tanımlamak ve weberyan tabirle tek bir “ideal tip”e sıkıştırmak olanaksızdır, çünkü Aydınlanma “mümkün olan her yerde reformcu yaratımın üzerine bir şeyler kuruyordu.”[7] Bu yüzden de doğal olarak Aydınlanma’yı yekpare bir olgu ve akım olarak da ele alamayız, ülkelere ve kişilere göre Aydınlanma’nın tasavvur ediniliş şekli farklılık göstermekteydi. [8] Örneğin, Britanya Adası’ndaki Aydınlanma sürecinde, Kıta Avrupa’sına kıyasla daha fazla ampirizm ve pragmatizm öne çıkmıştı.[9] Aynı şekilde, her ne kadar Aydınlanma açıkça dine karşı bir tavır al(a)madıysa da yine de içinde farklı ve heterojen sesler barındırmaktaydı.[10]) Buna rağmen, “Aydınlanma” tasavvurlarının önemli bir kısmının ortak paydası, insanlığın gelişiminde “faydalı bilgilerin” artması ve yayılmasının anahtar rol oynayabileceği inancıdır. [11] Bu inanç kendi içinde iki tane temel düşünce barındırır: 1. Bilgiyi pragmatik bir gözden idrak etmek, bilgiyi insan ırkının maddi olarak daha iyi bir yere gelmesi için kullanılabilecek bir merdiven, bir araç olarak değerlendirmek ve bilgiyi insanlığın dünyevi çıkarlarının hizmetine sunulması gerektiği. 2. İnsanlığın gelişimi için faydalı bilginin gerek niteliksel anlamda iyileşmesi, gerek niceliksel manada artması, çoğalması gerektiği ve bu çoğalma ve iyileşme kadar onun yaygınlaşması ve geniş kitlelerce kolayca ulaşılabilir olmasının şart olması.

Bu iki alt-düşünceyi üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. İlk alt-düşünceyi Mokyr kusursuzca açıklar: “18. Yüzyıl filozofları giderek artan bir biçimde, Tanrı’nın bilgeliğini veya en yaratıcı insan özelliği olan merak duygusunu açıklamak gibi dini bir noktayı kanıtlamak yerine, 18. yüzyıldaki doğa bilgisinin temel amacının insanlığın maddi koşullarını iyileştirmek olduğu fikrinin etkisi altına girdiler..”[12] Yani, Aydınlanma Düşüncesi, “bilgi” olgusunu uhrevi veya kendi başına bir amaç olarak ele almamış, insanın gelişimi için araçsallaştırmış ve “Bilgiyi daima eylemle yakın ilişki içerisinde”[13] ele almıştır. Bu anlayışı en iyi şekilde Francis Bacon’da görmekteyiz.[14] Bacon çok ünlü satırlarında şöyle yazmaktaydı: “İnsanın egemenliği bilgide gizlidir, kralların ve hazinelerinin satın alamayacağı pek çok şey orada saklıdır… şimdi doğayı düşüncede yönetiyoruz ama zorunlulukta ona esir düşüyoruz, oysa buluşta onun tarafından yönlendirilmek istiyorsak, eylemde ona hükmetmeliyiz.”[15] Adorno ve Horkheimer, Bacon hakkında şöyle yazar: “Bacon’a göre bilginin hala “muhafaza ettiği pek çok şey” aslında yalnızca birer araçtır: Bu durumda (bilgi) radyo daha incelikle tasarlanmış bir matbaa, bombardıman uçağı, sahra topunun daha etkili bir biçimi, radar, daha güvenilir bir pusuladır. İnsanların doğadan öğrenmek istediği şey doğaya ve insanlara tümüyle egemen olmak üzere doğayı kullanabilmektir.”[16] Hülasa, Bacon’a göre “Bilginin temel amacı, insanın duygusunu tatmin etmek veya tanrının bilgeliğini göstermek gibi metafizik bir noktayı göstermekten ziyade, insanlığın (yaşama) koşullarını iyileştirmekti.”[17] Bacon’un düşünceleri mercek altındaki döneme ölçülemeyecek kadar büyük derin etkiler bırakması ve söz konusu dönemin; Locke, Newton, Diderot, Benjamin Franklin, Montesquie, Adam Smith, Rousseau gibi çoğu düşünürünü derinden etkilemesi[18] bir yana, bu düşünceler bir zihniyet ve kültür yaratmıştı.[19]

İkinci alt-düşünceyse ilk alt-düşüncenin tanımladığı ve tasavvur ettiği faydalı bilginin geliştirilmesi ve daha da önemlisi yayılmasını istemek anlamına gelmekteydi. Aydınlanma Düşüncesi, aklın ürünü olan bilgilerin kamusal alanın kullanımına sunulmasına epey önem vermişti. Habermas bu tavrı, “(…) aydınlanma açısından kendi kendine düşünmek ile sesli düşünmek ve aklın kullanımı ile onun kamusal kullanımı örtüşür (…)”[20] şeklinde özetler. Yani, bilgi zaman ve mekân içinde yayılması ve böylece de toplumlar tarafından kolayca ulaşılabilir bir statü kazanması son derece mühimdi. Bu anlayışça ifade edilmek istenilen şey şuydu: Faydalı bilgi son kertede insanın zihninde bulunur ve toplumsal açıdan fayda getirebilmesi ve verimli olabilmesi içinse bilginin insanlar arasında genişçe yayılması ve paylaşılması gerekir.[21] Bu anlayışın bir sonucu olarak bilginin belli bir azınlığın ayrıcalıklarının sembolü olmaması, tam tersine kamusal ve ortak bir mal olarak idrak edilmesi gerektiği vurgusu oluştu. Bu devrimsel bir yenilikti zira geçmişte, özellikle de Orta çağ döneminde bilgi olgusu bir imtiyaz aracı olarak değerlendirilmiş, olabildiğince belli bir seçkin sınıfa sınırlı bırakılmaya çalışılmış ve bilim de katı bir toplumsal hiyerarşik anlayış barındırmıştı[22] Hülasa, bilgiye erişimin maliyetinin en azami düzeye düşürülmesi ve böylece de isteyen herkesin kolayca bilgiye erişmeye muktedir olması, Aydınlanma’nın çok önemli bir prensibiydi. Bilginin kamusal ve ortak bir nesne olarak tasavvur edilmesi ve bu yüzden de herkesin ona erişim hakkının olduğu aynı zamanda da Aydınlanma’nın egaliteryan felsefesinin bir yansımasıydı. Bu anlayışın bir sonucu olarak, “açık bilim” denilen olgu doğdu. Mokyr bu konuda şöyle yazar: “(…) bilgi giderek daha fazla mülkiyet dışı hale geldi ve bilimsel ilerlemeler ve keşifler halkla serbestçe paylaşıldı. Böylece bilimsel bilgi, ortaçağ Avrupası’ndaki gelenekte olduğu gibi gizli, ayrıcalıklı bir azınlığa hapsedilmek yerine özgürce iletilen bir kamu malı haline geldi.”[23] Dönemin tanığı olan William Goldwin’in 1789’daki şu sözleri her şeyi özetlemektedir: “Bilimin tekeli(yani bilimin tekel altında tutulması) önemli ölçüde sona ermiştir.”[24] Todorov da bu bağlamda, Aydınlanma sayesinde bilginin çok geniş bir özerklik alanı kazandığına dikkat çeker.[25] Şurada da durmakta fayda vardır ki Aydınlanma Düşüncesi’nin “Açık Bilim” fikri Avrupa’daki devletlerarası yoğun rekabetten yararlı bir biçimde etkilenmiş ve hatta “Açık Bilim”in doğuşu bir açıdan da devletlerarası artan rekabetin bir sonucu olmuştur, çünkü yöneticiler arasındaki artan rekabet bilim adamlarına daha büyük bir hareket alan ve özerklik tanımıştır.[26]

Bu dönemde bilgiye erişimin kolaylaşması birçok yolla gerçekleşmiştir. Örneğin, herkese açık bilim ve felsefe toplulukları, mason cemiyetleri, kahveler, salonlar, artan popüler bilim kitapları, herkesin satın alabileceği ansiklopediler [27] … [28] Açık ve serbest bilimin bünyesinde hayata geçiren sivil toplum kuruluşlarının üstünde durmakta bilhassa fayda vardır, zira bunlar sadece bilginin yayılmasını sağlamıyordu, işin başka bir boyutu daha vardı. Habermas şöyle yazar: “Aydınlanma cemiyetleri, eğitim birlikleri, gizli mason örgütleri ve aydınlatmacı tarikatlar, üyelerinin serbest yani özel kararlarıyla kurulan, gönüllü katılımcılardan oluşan ve kendi içlerinde eşitlikçi ilişki biçimleri, tartışma özgürlüğü ve karar almada çoğunluk ilkesi uygulayan topluluklardı. Elbette burjuvalarca henüz dışlayıcı biçimde oluşturulan bu sosyetelerde, geleceğin toplumunun siyasal eşitlik ölçüleri tecrübe edilebiliyordu.”[29] Diğer bir deyişle, bu tür aydınlanmacı topluluklar çeşitli demokratik ve eşitlikçi mekanizmaları bünyesinde barındırmaktaydı ve bu yüzden de bireylerin demokratik bir muhtevaya sahip kamusal ortamlara alışmalarına epey önemli katkılar sağlamışlardı.[30]

Aydınlanma düşüncesi, yukarıda analiz edildiği gibi, insanlığın gelişiminde “faydalı bilgilerin” artması ve yayılmasının anahtar rol oynayabileceği inancına dayanmaktaydı. Bu inançsa birbirlerini tamamlayan iki tane alt-düşünceden meydana geliyordu: 1. Bilginin insanlığın maddi gelişimi için bir araç olması. 2. Bu bahsi geçen türden bilginin yayılmasının gerekliliği. Şüphesiz ki Aydınlanma Avrupa’sında bu inancın önünde büyük engeller bulunmaktaydı. Teknoloji ve ulaşım sorunları bir yana, söz konusu dönemin İmparatorluklar, şehir devletleri ve erken Modern Devletler arasında parçalanmış Avrupa’sına ölçeği ve sıklığı gittikçe artan savaşlar damga vurmakta ve bunlar yüzünden de bilgiye erişimin maliyeti epey yükselmekteydi.[31] Ayrıca Ortaçağ döneminde bilim ve bilginin tartışılabileceği ve yayılabileceği “özel alandan ayrışmış, kendi başına bir alan olarak kamudan”[32] bahsetmek olanaksızdı. Nitekim Aydınlanma bilgiye erişim maliyetinin yüksek olduğu bir dönemde, bu yüksek erişim maliyetine bir tepki olarak doğuyordu.

Edebiyat Cumhuriyeti esasında Aydınlanma’nın yararlı bilginin yaratılması ve geniş kesimlere yayılmasının önündeki engellerin kaldırılması gerektiği yönündeki inancının bir tezahür biçimiydi. Edebiyat Cumhuriyet’i basitçe Aydınlanma Avrupa’sında doğmakta olan yeni kültürel kamusal alanın bir tarifidir[33] ve bu yüzden de Aydınlanma ile Edebiyat Cumhuriyeti birbirinden ayrılamayacak kadar yakından bağlıydı.[34] Edebiyat Cumhuriyeti, bilginin olabildiğince geniş yayılması ve paylaşılması gereken kamusal bir mal olduğu anlayışına dayanan, uluslararası düzeyde bağlantılı akademisyenler ve entelektüellerden oluşan bir “görünmez enstitü”ydü.[35] Edebiyat Cumhuriyeti, Erken Modern Avrupa’sında aydınların ve bilim adamlarının birbirleriyle genellikle mektup yoluyla iletişim kurdukları bir topluluk olmakla beraber aynı zamanda da yeni oluşmakta olan modern modern kültürel kamusallığının doğuşuydu. Sadece akademisyen ve bilim adamlarından da oluşmuyordu, içinde avukatlar, doktorlar, müzisyenler ve çoğu meslek erbabından kişiler vardı. Bu aydınlar sık sık birbirleriyle mektup yoluyla yazışarak, tüm Avrupa’yı kapsayan esnek bir uluslararası ağlar topluluğu ve bir çeşit uluslararası forum meydana getirmişti. İnsanlar, bilimsel bulgular ve diğer felsefi meseleler hakkında Avrupa’nın diğer aydınlarına mektuplar yazarak ağın parçası olabiliyordu. [36] Anlaşılacağı üzere, Edebiyat Cumhuriyeti resmi bir kurum veya dernek değildi, bir tür sanal topluluktu. Dönemin Çağdaşları açıkça böyle bir kurumun olduğunu farkındaydı, zira bu enformel kurum parçası olan aydınlara belli normlar dayatıyordu. Bununla beraber topluluğun herhangi bir başı veya liderlik pozisyonu bulunmuyordu. [37] Örneğin 1747’de anonim bir yazar, Edebiyat Cumhuriyeti’nin işleyişini anarşikliğinden yakınıyor ve durumu düzeltmek için Edebiyat Cumhuriyeti için genel bir büro öneriyordu.[38] Edebiyat Cumhuriyeti’nin bu başsız ve ademi merkezi yapısının sebep olduğu üyeler arasındaki zayıf sosyal bağlar, ilerleyen kısımlarda da bahsedileceği üzere, başarısında temel bir oynayacaktı.

Avrupalı Aydınlar için Edebiyat Cumhuriyeti bir topluluk olduğu kadar, bir kültürel kimlikti de. Çoğu zaman, aydınlar kendi kimliklerini “Edebiyat Cumhuriyeti” bağlamında tanımlamaktaydı. [39] Edebiyat Cumhuriyeti’nin mensupları kendilerini Avrupa’da Aydınlanma’nın dinamosu olarak telakki ediyor ve doğal olarak da bundan gurur duyarcasına kendi kimliklerini de bu bağlamda tanımlıyorlardı. Edebiyat Cumhuriyeti kavramı, şuanlık tespit edilebildiği kadar, ilk kez 1417 yılında Venedikli Hümanist Francesco Barbaro’nun mektubunda kullanılmıştır. [40] Edebiyat Cumhuriyeti’nin en ünlü vatandaşlarından birisi olan Voltaire, Edebiyat Cumhuriyeti’nin kuruluşunu şöyle kaleme almaktaydı: “Filozoflar arasında bu dönemden daha evrensel bir iletişim hiç olmamıştı. En inatçı savaşların ve çok sayıda farklı dinin ortasında, Avrupa’da bilinçsizce bir Edebiyat Cumhuriyeti kuruldu; sanatlar ve bilimler, hepsi böylece birbirlerinden karşılıklı yardım aldılar ve akademiler bu cumhuriyetin oluşmasına yardımcı oldu. (…) Her mezhepten ve her bir bölgeye yayılmış gerçek bilginler, bu topluluğun (yani Edebiyat Cumhuriyeti’nin) bağlarını güçlendirdiler.”[41]

Her ne kadar ilk kez 15. Yüzyılın başlarında adından bahsedilse de, Edebiyat Cumhuriyeti, büyük bir entelektüel kurum ve topluluk olarak ilk olarak Erasmus’un döneminde ortaya çıkmış ve 1680-1720 yılları arasındaysa zirvesine ulaşmıştı.[42] Edebiyat Cumhuriyeti ilk başta Güney Avrupa ve İtalya’nın şehir devletleri civarında yoğunlaşmıştı. Hatta öyle ki Dellaloğlu, Floransa ve Venedik Cumhuriyetlerinin Edebiyat Cumhuriyeti’ne dönüştüğünü ifade eder.[43] İlerleyen dönemlerdeyse, Edebiyat Cumhuriyeti’nin ağırlık merkezi daha kuzey’e kaymıştır.[44] Bununla beraber Edebiyat Cumhuriyeti, Balkan Osmanlısı’na kadar tüm Avrupa’ya genişçe yayılmıştı. Dönemin Osmanlı tebaasının bir parçası olan Yunan felsefeci Theophilos Corydalleus veya çağının en önde gelen matematikçilerinden olan Polonyalı Jan Brozek gibi Avrupa’nın Doğu’sunda yaşayan çoğu insan Edebiyat Cumhuriyeti’nin yurttaşları olmuştu.

Peki Edebiyat Cumhuriyeti’nin kaç mensubu vardı? Edebiyat Cumhuriyeti, üyeliğin kayıt altına alındığı resmi bir sivil toplum kuruluşu olmadığı için mensuplarının kaç kişi olduğunu kestirmek çok zordur. Ama yine de bir tahmine göre, Fransız Devrimi sırasında Cumhuriyet’in 30 bin civarında mensubu vardı.[45] Mektuplaşma üyeleri birbirine bağlayan ana iletişim ağıydı ve bu ağ toplamda milyonlarca mektup meydana getirmiştir. Sadece Leibniz, şu ana kadar tespit edilebildiği kadar, 20 bin mektup kaleme almıştır. Erasmus ise 700’den fazla kişiyle mektuplaşmış ve 3200 civarında mektup yazmıştır.[46] Edebiyat Cumhuriyeti’nden bugüne tahminen 1 ya da 2 milyon mektup gelebilmiştir, ama maalesef bunlar da Avrupa’nın dört bir yanındaki arşivler ve kütüphanelere tasnifsiz olarak dağılmış durumdadırlar.[47]

Başlangıçta Edebiyat Cumhuriyeti’nin iletişim dili Latinceydi, hatta Erasmus Edebiyat Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmak için iyi düzeyde Latin kültürü bilmek gerektiğine de dikkat çekmişti. [48] Fakat ilerleyen dönemlerinde Latincenin yerini Fransızca aldı. İfade edildiği gibi Edebiyat Cumhuriyeti’nin mensuplarının temel haberleşme amacı mektuplaşmaydı. [49] Üyeler, bilimsel buluşlarını, felsefi görüşlerini, yaptıkları deneylerin sonucunu, icat ettikleri nesneleri ve daha nicesini mektuplarında anlatıyor ve bu mektupları Avrupa’nın dört bir yanına dağılmış Edebiyat Cumhuriyeti’nin diğer vatandaşlarına yolluyordu. Aslında yazışmaların içeriği son derece çeşitliydi, kimi zaman uzun ve hacimli bilimsel raporlar, kimi zamansa nispeten şahsi sayılabilecek kısa notlar vardı.[50] Yurttaşlar arasındaki sürekli mektuplaşmalardan oluşan sosyal ağ Edebiyat Cumhuriyeti’nin iskeletini oluşturmaktaydı. Fakat mektuplaşma iletişim ağının sürdürülmesi için tek yol da değildi. Özellikle 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimsel toplumlar, kulüpler ve salonlar bu ağın sürdürülmesinde önemli roller oynamaya başladılar.[51]

Edebiyat Cumhuriyeti, Aydınlanma kültürü ve tasavvurunun somutlaşmış haliydi. Withers bu konuyu şöyle yazmaktaydı: “Aydınlanma, genel kavramlarla kozmopolit bir Edebiyat Cumhuriyetiydi.”[52] Bacon’un felsefesinden derinden etkilenmiş Edebiyat Cumhuriyeti vatandaşlarının amacı bilgi üretimi ve paylaşımıyla insanlığa hizmet etmekti.[53] Aydınlanma’nın açık bilim olgusu Edebiyat Cumhuriyeti’nin şahsında ifadesini bulmuştu. Özellikle geç ortaçağ’ın skolastik ve feodal zihniyetine karşı Edebiyat Cumhuriyet yeni ve devrimsel bir bilim anlayış inşa etmekteydi. Bu anlayış sadece bilimsel bilginin kamunun hizmetine sunulmasını teşvik etmiyor, aynı zamanda saygılı ve akademik bir tartışma kültürünün tohumlarını atıyordu. Dönemin önde gelen felsefecisi ve Edebiyat Cumhuriyetinin vatandaşı Pierre Bayle bu hususu metaforik bir üslupla şöyle anlatmaktaydı: “(Edebiyat Cumhuriyeti’nde) tanınan tek egemenlik hakikat ve akıl egemenliğidir; onların himayesinde, savaş masumca herkese açılabilir (…) Herkes hem egemendir ve hem de hukuken herkese karşı sorumludur. Toplumun yasaları, hata ve cehaletle ilgili olarak doğa durumunun bağımsızlığını zedelememiştir; bu konuda her birey silahlanma hakkına sahiptir ve bu hakkı, yöneticilerden izin almadan kullanabilir… Bir kitaba yöneltilen eleştiriler yalnızca yazarının bu ya da şu ölçüde bir kavrayışa (aydınlanmaya) sahip olmadığını göstermekle sınırlıdır; ancak bu bilgi eksikliğiyle bile yazar, bu toplumun tüm hak ve ayrıcalıklarından faydalanabilir ve onur sahibi ve iyi bir vatandaş olarak ünü en küçük bir zarar görmeden devam edebilir; bir eleştirmen, bir kitaptaki hataları kamuoyuna açıklarken, Devlet’in İhtişamına (yani Edebiyat Cumhuriyeti’ne) etki eden hiçbir şeyi kendisine mal etmemektedir.”[54]

Hemen not edilmeli ki burada “savaş” ve “silah” kavramları, tartışma ve eleştirinin metaforlarıdır. Özetle Bayle Edebiyat Cumhuriyeti içerisindeki tartışma kültürünün mahiyettine dikkat çekmekteydi. Cumhuriyet içerisindeki tartışma kültürü Aydınlanma’nın her şeyi yargılayıcı, sorgulayıcı ve şüpheci tavrından kaynaklandığı kadar [55], ilerleyen kısımlarda da analiz edileceği üzere, Edebiyat Cumhuriyeti’nin “zayıf sosyal ağ” niteliğinden de kaynaklanmaktaydı. Şöyle ki yazarlar birbirleriyle yüzyüze tanışıklıkları olmadığı için okudukları mektupları daha irdeleyici ve eleştirel ele alma eğilimindelerdi. Elbette ki bu minvalde bir tartışma kültürünün oturması sancılı olmuştu, zira bazen mektuplardan sürdürülen tartışmalarda hakaret etmek ile eleştiri yapmak arasındaki sınır muğlaklaşmış ve bunun için de topluluk belli bir tartışma normları oluşturmak amacıyla söz konusu iki eylemin sınırlarını keskince belirlemeye eğilmiştir.[56]

Mokyr, Edebiyat Cumhuriyeti’nin normlarını şöyle özetler: “Edebiyat Cumhuriyeti’ni yöneten temel normlar; giriş özgürlüğü, itiraz edilebilirlik, yani her türlü bilgi biçimine itiraz etme hakkı, uluslararasılık ve yeni bilgiyi kamusal alana yerleştirme taahhüdüydü. Bu son kural, şimdi açık bilim dediğimiz şeyin anahtarıdır ve Edebiyat Cumhuriyeti’nin etik temeliydi. Bilginin özgürce değişimi ve açık dolaşımı, “Cumhuriyet”in zımni kurallarıydı.(…) İlahiyat, filoloji, astronomi, tıp ve doğa felsefesindeki çoğu konuda, Cumhuriyet üyeleri büyük ölçüde farklı görüşlere sahip olabilirdi. Ancak, bu tür anlaşmazlıkların nasıl yürütüleceği ve nasıl çözülebileceği konusunda genel olarak hemfikirdiler.”[57] Mokyr’in özeti epey açıklayıcı olmasına rağmen çok önemli bir norm atlanmıştır: eşitlikçilik/ egaliteryanizm. Bu normların teker teker üzerlerinde durmakta büyük fayda vardır.

Edebiyat Cumhuriyeti, en azından teoride, olabildiğince kapsayıcı olmaya çalışan bir topluluktu. 1699’da Vigneul-Marviel şöyle yazmaktaydı: “(Edebiyat Cumhuriyeti) dünyayı kucaklıyor ve bütün milletlerden, bütün sosyal sınıflardan [durumlardan], bütün yaşlardan ve her iki cinsiyetten oluşuyor.”[58] Edebiyat Cumhuriyeti sadece aydınların ve bilimadamlarının kendi bulgularını paylaştığı ve bir nevi akademik diyalektikler yürüttüğü bir topluluk değildi; zira bilim Adamları ve filozoflardan çok daha geniş bir meslek erbabını kapsaması bir yana, aynı zamanda da bir eğitim misyonuna da sahipti. Bu eğitim misyonuysa sıradan insanlara kamunun önünde aklını kullanmayı ve tartışmayı öğretmekti. Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelenlerinden birisi olan Erasmus, Edebiyat Cumhuriyeti’ne katılımın şartlarını şöyle ifade etmişti: “(katılmak isteyenlerin her biri) iyi mektupları iyi değerlerle birleştirmeli, yunanca ve latin kültürlerinde bilgili olmalı, nazik ve zeki bir sohbetçi olmalı(…) (ve her şeyden önce) ortak iyilik anlayışına yönelik son derece gelişmiş ve gayretli bir vatandaşlık duygusuna sahip olmalı.”[59] İfade edilmeli ki, Erasmus’un döneminde yunan ve latin kültürüne aşinalık entellektüelliğin bir ön şartı olarak telakki ediliyordu, ama bu anlayış ilerleyen yıllarda yavaş yavaş silindi. Pratikte de zaten Edebiyat Cumhuriyeti’ne herhangi bir resmi giriş şartı bulunmuyordu. Genellikle öğrenme ve bilim tutkusu, insancıllık ve alçak gönüllük gibi özellikler ile belli bir düzeyin üstünde bilgi birikimine sahip olduğunu yazdıkları mektuplarda belli eden kişiler topluluğa kabul ediliyordu.[60] Goodman Edebiyat Cumhuriyeti’ne kabul koşullar hakkında şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti bölgesel olarak tanımlanmadığı için, belki de tarihte rızaya dayanan vatandaşlığın bulunduğu tek cumhuriyetti. Edebiyat Cumhuriyeti’nde doğmak veya oraya taşınmak da mümkün değildi. Vatandaş olmak, (Edebiyat Cumhuriyeti’nin) değerlerini onaylamak, uygulamalarına katılmak ve bu değerlerin ve uygulamaların gerçekleştirilebileceği kibar tartışma kurallarına rıza göstermekle olurdu.”[61]

Edebiyat Cumhuriyeti, eleştirel tartışmalar yürüten bir kamu tahayyül etmekte ve Cumhuriyet’in vatandaşları da kendilerini bu yeni kamunun bir temsilcisi olarak görmekteydi. Özellikle 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Edebiyat Cumhuriyeti’nden etkilenen sosyal salonlar ve kahvelerin faaliyete geçmesiyle, Cumhuriyet tam anlamıyla kamuoyunu belirlemeye ve vatandaşları da toplumsal tartışmaların merkezine oturmaya başladı.[62] Durum böyle olunca Edebiyat Cumhuriyeti daha da geniş kitleleri kapsamaya ve hatta sıradan insanları tartışmalara dahil ederek onları da kendi vatandaşı yapmaya çalıştı.[63] Bununla beraber tabi ki de bu kapsayıcılığı da abartmamak gerekir zira her ne kadar kapsayıcılık temel bir değer olarak vurgulansa da o dönemde bahsedilen minvalde entelektüel ve bilimsel tartışmaları takip eden ve bunların parçası olmak isteyen kişiler nüfusun sadece küçük bir bölümünü teşkil etmekteydi. Mokyr şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti vatandaşları neredeyse tamamı, tanım gereği oldukça eğitimliydi ve birkaç istisna dışında hem Latince hem de kendi dillerinde okuryazardı. Üyelerin büyük bir kısmı tıp ve hukuk alanında eğitim almış ve bu alanda çalışan kişilerden oluşuyordu, ancak elbette birçoğunun geniş bir bilgi ve ilgi alanı yelpazesi vardı.”[64] Hülasa kapsayıcılık ve açıklığın dönemin şartları dolayısıyla önemli ölçüde teoride kaldığına işaret etmekte fayda vardır. Ama teoride bile bu değerlerin sahiplenilmesi yine de devrimsel bir adımdı.

İtiraz edilebilirlik, Edebiyat Cumhuriyeti’nin en temel değerlerinden birisiydi zira Edebiyat Cumhuriyeti anti-dogmatizme ve en azından teoride olsa da her düşünceye itiraz edilebilme hürriyetine inanan bir topluluktu. Özellikle önceki kuşaklardaki eski bilim adamları ve filozofların düşüncelerinin dokunulmaz olamayacağı, hatta tam tersine onların yanlışlarının da hiç çekinilmeden eleştirilmesi gerektiği inancı mevcuttu. Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelen bir vatandaşı Jean Le Clerc bu inancı şöyle özetler: “Bir şey kendi başına kötüyse, eskilerin örneği onu daha iyi yapmaz. Hiçbir şey bizi onları geliştirmekten alıkoymamalıdır. Edebiyat Cumhuriyeti sonunda aklın ve aydınlığın diyarı haline geldi, otorite ve kör inanç diyarı değil(…)”[65] Keza Mokyr da bu olguyu şöyle özetler: “Fizik, astronomi, tıp ve diğer alanlardaki eski otoriteler hâlâ saygıyla karşılanıyor ve onlara sözde destek veriliyordu; ancak toplumun temel varsayımı, eskilerin söylediği her şeyin sorgulanmasının ve kanıtlar gerektiriyorsa bulgularını çürütmenin kabul edilebilir olduğuydu. Eski otoritelerin birçok konuda yanıldığı kabul ediliyordu.” [66] Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelen vatandaşlarından olan Bayle, Edebiyat Cumhuriyeti’ndeki geniş tartışma ortamını edebi, metaforik ve biraz da abartılı bir üslupla şöyle de betimlemekteydi: “Bu Cumhuriyet son derece özgür bir devlettir. Hakikat’ın imparatorluğu yalnızca burada tanınır ve onun koruması altında dostların arkadaşlarına, Babaların çocuklarına karşı tetikte olması gereken herkese karşı masum bir savaş yürütülür.”[67] Yeniden ifade etmekte fayda vardır ki burada kullanılan “savaş” ifadesi Edebiyat Cumhuriyeti içindeki hareketli tartışma ortamının hakkını vermek için kullanılan bir metaforudur. Bununla beraber pratikte birtakım kusurlar vardı. Örneğin, gelenekleri ve dini radikalce eleştiren insanlar topluluk tarafından bastırılmaya çalışılmış ve dışlanmıştı.[68] Buna rağmen yine de ifade edilmeli ki ifade ve eleştiri hürriyetinin daha bir ütopya olduğu Avrupa’da, Edebiyat Cumhuriyeti epey özgür bir tartışma ortamı sağlıyordu.

Edebiyat Cumhuriyeti belli bir ulusun veya ülkenin tekelinde değildi. Daha önce de ifade edildiği gibi etkisi Osmanlı Balkanlarına kadar uzanmakta ve kozmopolitliği en temel değerlerinden birisi olarak görmekteydi.[69] Mokyr bu hususta şöyle yazar: “Kurum gerçekten kozmopolit bir yapıya sahipti; sınırları veya dini pek umursamıyor, etnik köken veya dil gibi doğuştan sahip olunan özellikleri ise genellikle göz ardı ediyordu. Paris’ten uzak bölgeler de dahil olmak üzere Avrupa’nın büyük bir kısmına yayılmıştı.”[70] Edebiyat Cumhuriyeti’nin öncüllerinden olan Petrarca, “Edebiyat öğrenenler için yalnızlık bir vatandır, özgürlüktür, mutluluktur.”[71] diyerek açık evrensellik tasavvuru yansıtmaktaydı. Cumhuriyet’in kozmpolit yapısı, farklı ülkedeki vatandaşlarının sürekli yazışmalarıyla canlı tutulmaktaydı.[72] Örneğin, Voltaire’in Edebiyat Cumhuriyeti bağlamında mektuplaştığı kişilerin Avrupa’da bölgelere göre dağılımı aşağıdaki gibidir [73]:

Bu bağlamda Edebiyat Cumhuriyeti, Aydınlanma’nın muhtevasını teşkil eden evrenselci ve kozmopolit özü içselleştirmişti. Fakat buna karşın, unutulmamalı ki aydınlanmanın muhtevası sadece kozmopolit bir evrensellik tasavvurundan oluşmuyordu; Greenfeld’in de yazdığı gibi: “Millet fikri aydınlanmanın getirdikleri arasındaydı.” [74] Dolayısıyla, her ne kadar kozmopolit tarafı hâkim olsa da, Edebiyat Cumhuriyeti çeşitli şekillerde içinde milliyetçilik fikrilerini de barındıracaktı. Edebiyat Cumhuriyeti’nin öncüllerinden olan Erasmus şöyle yazmaktaydı: “Doğa, yalnızca belirli insanlara değil, hatta her millete bir tür ortak öz sevgi yerleştirmiştir ve onsuz neredeyse hiçbir şehir yoktur. Ve bu nedenle İngilizler, diğer şeylerin yanı sıra, özellikle güzellik, müzik ve şölenlerde meydan okurlar. (…) Parisliler, diğerlerini dışlayarak, kendilerine ilahiyatın tek bilgisini atfederler.”[75] Dizenin devamında, Erasmus, milletlerin kendilerine duydukları bu öz-sevgiyi olumlar. Fumaroli, Erasmus’un kullandığı “öz-sevgi” kavramının bugünün terminolojisiyle milliyetçiliğe tekabül ettiğini yazar, fakat bu yine de konuda ihtiyatlı olmak gerekir.[76] Aynı zamanda Cumhuriyet’in en ünlü mensuplarından birisi olan Voltaire’in Fransız ulusal kimliğine çok ciddi katkılarda bulunduğunu unutmamalıyız. Bu bağlamda ifade edilebilir ki Edebiyat Cumhuriyeti her ne kadar prensip olarak bir kozmopolit bir tavır sergilemeye çalışsa ve önemli ölçüde bu tavrı sergilese de; yine de, pratikte, kimi zaman bir töz olarak olsa da, milliyetçiliği de barındırmıştır.[77]

Yeni bilgiyi kamusal alana yerleştirme taahhüdüydüyse, topluluğun “en önemli işlevsel kuralıydı.”[78] Önceki kısımlarda da üzerinde durulduğu gibi, esasında bu prensip Aydınlanma felsefesi’nin en temel olgusuydu. Edebiyat Cumhuriyeti, aydınların, bilim adamlarının veya filozofların, kuramlarını veya bulgularını paylaştığı ve bunlar üzerine tartışmalar yürüttüğü bir sosyal ağdı. Önceden de ifade edildiği gibi, topluluk Bacon’cu felsefeden derinden etkilenmiş ve bilginin ortak çalışmaya dayalı kamusal doğasını özümsenmişti. Mokyr bu hususu şöyle özetler: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin çoğu vatandaşının ortak paydası(…) bilginin büyümesi ve özgürce yayılması inancına olan bağlılıkları ve bu bilginin sonunda tüm insanlığın hizmetinde olabileceğine dair Baconcu inançlarıydı.”[79] Bu inançları, Edebiyat Cumhuriyeti’nin gelişkin ağları sayesinde Avrupa’nın her köşesine yayılacak ve Avrupa tarihinin ilk fikir pazarını meydana getirecekti. Bilgiyi kamusal alana yerleştirme taahhüdü, daha önce de bahsedildiği üzere, bilginin kamusal bir mal olarak anlaşılmaya başlanmasının bir sonucuydu. Bu anlayışa göre bilgi belli bir sınıfın imtiyazı içinde olmamalı ve tüm sınıflar için bilgiye erişim ortak bir hak olmalıydı. Bu hem açık bilimin temeli hem de Avrupa’da eşitlikçi bir toplum tahayyülünün habercisiydi. Zira bu tahayyüldeki kamusallığa göre, Aydınlanma görüşünce insanlığın kurtuluşu için en önemli olgu olarak görülen bilgiye, hangi sınıfta olursa olsun, her insanın erişimi temel bir haktı. Bilgi, bugün modern dünyada hala bir toplum için en kritik olgudur. Otoriteryen rejimler her şeyden önce bilgiyi kontrol ve manipüle etmeye eğilimlilerdir. Bu sebepten dolayı da bilginin kamusal bir mal olarak herkesin erişimine açık olması gerektiği inancı, Avrupa’da yeni bir siyaset anlayışının öncüsüydü.

Egaliteryanizm, yani eşitlikçilik Edebiyat Cumhuriyeti’ni bir “cumhuriyet” yapan olguların başında gelmekteydi. Edebiyat Cumhuriyeti, kendisini Avrupa’nın ilk egaliteryan topluluğu olarak tahayyül etmiş[80] ve kendi vatandaşları arasındaki eşitlik prensibi üzerine kurulmuştu.[81] Edebiyat Cumhuriyeti’nin önde gelen yurttaşı olan Pierre Bayle, Edebiyat Cumhuriyeti’nde tartışılan yeni konuları ve bilgileri yayınlamak için çıkardığı Nouvelles de la Republique des Lettres(Edebiyat Cumhuriyeti’nden Haberler) isimli gazetesinde şöyle yazmaktaydı: Vatandaşlar, hepimiz eşitiz, çünkü hepimiz Apollo’nun çocuklarıyız.”[82] Edebiyat Cumhuriyeti o zamanın aristokratik dünyasındaki her türlü hiyerarşiyi reddetmekteydi. Goodman bu konuda şöyle yazar: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin seçkin bir vatandaşı, Fransız monarşisinin en üst düzey tebaasına eşit, hatta daha iyi olmalıydı, Fransız toplumu ve Edebiyat Cumhuriyeti farklı toplumsal kategorilerle işliyordu.”[83] Aynı zamanda Cumhuriyet içerisinde dini farklılıklar da önemsenmiyor ve insanların dini görüşlerindeki farklılıklar saygıyla karşılanıyordu.

Edebiyat Cumhuriyeti içerisindeki eşitlikçilik prensibi Cumhuriyet’in “Karşılıklılık” (reciprocity) kuralınca da temellendirilmişti. Edebiyat Cumhuriyeti her şeyden öte iletişimdeki karşılıklılık kuralı sayesinde dinamizmini uzun süre sürdürebilmişti. Bu kurala göre Cumhuriyet’in bir üyesi, kendisine gelen mektuba cevap vermek zorundaydı. Herkes, kendilerine gelen mektuplara cevap vermeyi Cumhuriyet’in ahlaki bir yükümlülüğü sayıyordu. [84] Bu karşılıklılık prensibi herkesin herkes ile iletişim içerisinde olabilmesini mümkün kılmıştı, örneğin Cumhuriyet’in bir mensubu olan sıradan Polonyalı bir matbaacı, Voltaire ile yazışabilme ve sosyal meseleleri tartışabilme imkanına sahipti veya Balkanlar’daki bir doktorun Benjamin Franklin ile yazışma imkanı vardı, zira Cumhuriyet’in prensiplerine göre vatandaşlar birbirlerinin mektuplarına cevap vermeliydi. Bu karşılıklılık normu, Edebiyat Cumhuriyeti’nde tam anlamıyla bir egaliteryan topluluk ruhu yaratmıştı. Hülasa Goodman’ın da kaydettiği gibi. “Yazışmanın karşılıklılık prensibi, hem Cumhuriyet vatandaşları arasındaki ilişkileri yapılandıran eşitlik duygusunu yansıttı hem de bu duyguyu güçlendirdi. “[85] Bu egaliteryanizm tasavvuru aynı zamanda kendi içlerinde temellendirdikleri Cumhuriyet’in vatandaşlığı hissiyatını da somutlaştırmıştı. Örneğin, Cumhuriyet’in mensubu Antoine-Leonard Thomas’a göre entelektüelliğin özünde krala karşı kişisel sadakat değil, hakikate karşı bağımsız bir sadakat duygusu vardı ve bu hakikata sadakat duygusu da insanı Edebiyat Cumhuriyeti’nin yurttaşı yapmaktaydı. [86] Demek ki, hakikate duyulan sadakat, egaliteryanizmin somutlaştığı vatandaşlık kavramının temelini teşkil ediyordu. Hülasa, kişilerin servet ve ünvanlarının en azından doğrudan Edebiyat Cumhuriyet’indeki konumları üzerinde bir etkisi yoktu.[87] Edebiyat Cumhuriyeti’nde bireyler yazdıkları mektupların içeriğine ve bu mektupların içinde sundukları bilimsel bulgu ve teorilerin kapsamına göre değer görmekteydi.

Cumhuriyet’in egaliteryanizm tasavvuru sadece mektupların karşılıklılık ilkesine yansımamıştı, Cumhuriyet’ten etkilenerek faaliyete geçen bilim toplulukları, kahveler ve salonlarda da açıkça hissedilmekteydi. Edebiyat Cumhuriyeti’nin üzerine oturduğu sosyal ağ çoğunlukla mektuplaşmalarla oluşuyordu, ama 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Edebiyat Cumhuriyeti’ndeki tartışmalar özellikle Fransa’da oluşan yeni kamusal mekanların sosyal ağlarına da dayanmaya başladı. Bu kamusal alanlardan en önemlisi salonlardı, zira salonlar edebiyat cumhuriyetinin sosyal temelini oluşturuyordu.[88] Edebiyat Cumhuriyetindeki tartışma ortamından ilham alarak oluşturulan salonlar 18. Yüzyıl koşullarında devrimsel mahiyetteydi, çünkü salonların iç yönetimleri cumhuriyetçi bir anlayışa dayanmaktaydı. Salonlardaki tartışmaların belli saygı ve adap kurallar çevresinde yürütülmesi gerekmekteydi. Daha önceden bir kamusal tartışma kültürü mevcut olmadığından, insanlar kimi zaman eleştirmek ile hakaret etmek arasındaki farkı kaçırabiliyorlardı. Bu yüzden de salonlar kendi içlerindeki tartışmaları modere etmek ve düzeni sağlamak için bazı kurallar koymaya başladılar. Nitekim salonların devrimsel mahiyetti, sadece yeni bir kamusal tartışma kültürünü halkın çeşitli kesimlerine aşılamasından ibaret değildi; aynı zamanda salonlarda tartışmaların moderasyonu için koyulan kurallar cumhuriyetçi bir anlayışın tohumlarını atmaktaydı. Goodman bu olguya şöyle dikkat çeker: “Çağdaş mutlak monarşi teorilerine göre, kral, belirli bir toplumsal yapı içinde birliği ve düzeni sağlamakla görevliydi. Kral, farklı grupların çelişkili taleplerini üst bir pozisyondan otoriter bir şekilde uzlaştırarak düzeni sağlıyordu. Oysa salon sahibi de düzensiz bir toplumda düzen yarattı, fakat bunu Tanrı ve tarih tarafından onaylanmış bir kutsal otorite ile değil, John Locke’un tanımladığı gibi, yönetilenlerin rızasıyla, yani bir cumhuriyetçi bir şekilde gerçekleştirdi. Amerikan kolonileri 18. yüzyılda cumhuriyetçi yönetim için Locke’un teorisine başvurdular; Edebiyat Cumhuriyeti’nin vatandaşları ise bu uygulamayı (çok daha önce) Paris’teki salonlarda deneyimlediler. Daha sonra seçilecek olan devlet başkanı gibi ve Fransız kralının aksine, salon yöneticisi ne yasaların kaynağıydı ne de onların üstündeydi; ne yasama yetkisine sahipti ne de mutlak bir hükümdardı. Salon sahibi, toplumda düzeni, her bireyin rıza gösterdiği hukukun kuralını somutlaştırarak ve uygulayarak sağlıyordu.”[89] Ayriyeten, kadınlar da salonlardaki tartışmalara ve konuşmalara serbestçe katılabiliyor ve erkeklerle eşit muamele görüyorlardı.[90] Hatta öyle ki, birçok salonun yöneticisi de kadındı ve bu yönetici olan kadınların tartışmalarda moderatör olarak rol almaları, Edebiyat Cumhuriyeti yurttaşları tarafından kabul ediliyordu.[91] Dolayısıyla, Edebiyat Cumhuriyeti, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmasının kabul edildiği bir kamusal ortamın inşasının ilk adımlarından birisiydi. Kısacası, Edebiyat Cumhuriyeti çoğu açıdan eşitlikçi bir tasavvuru taşımakta ve bu anlayışı da Avrupa’nın dört bir yaymaktaydı.

Edebiyat Cumhuriyeti’nin dayandığı normlar ve felsefenin özetinden sonra, sıklıkla ihmal edilen bir konuya değinmek gerekir. Edebiyat Cumhuriyeti esasında bir yandan da Aydınlanma felsefesinin yarattığı bir sorunun pratik bir çözümüydü. Yazının önceki kısımlarında da ifade edildiği gibi, Aydınlanma fikrinin ana ilkelerinden birisi bilginin kamusal bir olgu olarak görülmesi ve dolaşımının da serbest olmasını savunmaktır. Bu fikir en iyi şekilde “açık bilim” olgusunda ifadesini bulur. Aynı zamanda Aydınlanma’nın Baconcu felsefesi bilginin artışı ve yayılışını insanlığın gelişiminin temeli olarak görüyor ve bunların teşvik edilmesi gerektiğini savunuyordu. Böylelikle bir gerilim meydana gelmekteydi: “Bilgi kamu malı olarak görülüp serbestçe dağıtılırsa, bu bilgiyi üretenler nasıl teşvik edilir ve ödüllendirilir?”[92] Aydınlanma’nın bilgi tasavvuru kendisiyle beraber bir teşvik sorunu doğurmaktaydı, eğer bilgi kamusal bir mal olarak görülürse, bu bilgiyi üretecek insanların nasıl teşvik edileceği sorusu çok önemliydi, çünkü bilginin üretilmesi ve çoğalmasının da insanlığın gelişiminde kilit bir oynayacağı düşünülmekteydi. Edebiyat Cumhuriyeti, söz konusu teşvik sorununa verilen bir cevap niteliği de taşımaktadır. Edebiyat Cumhuriyeti bir enformel itibar mekanizması üzerinden işlemekteydi. [93] Cumhuriyet’in yurttaşları kendi fikir ve bulgularını kamusal alana çeşitli sosyal ağlar aracılığıyla duyuruyor ve diğer yurttaşların bu fikir ve bulgular hakkındaki değerlendirmelerine göre değişen bir saygınlık ve şöhret elde ediyorlardı. Bir insanın cumhuriyet içerisindeki saygınlığı ve şöhreti, kendi yaptığı çalışmaların kalitesine göre değişkenlik göstermekteydi. Çalışmalarının kalitesi de doğal olarak onları okuyan Cumhuriyet’in diğer yurttaşlarının değerlendirmelerine bağlıydı. Örneğin, bir bilim adamı bir buluş yaparsa, kendi saygınlığı, diğer yurttaşların bu buluşa biçtiği değer kadar artıyordu. Bu o dönem için çok önemliydi, zira unutulmamalıdır ki Edebiyat Cumhuriyeti Avrupa’nın en önde gelen aydınlarını kapsıyordu. Farzı misal, Voltaire’in veya Newton’ın takdirini kazanan bir insan aşırı bir şöhret elde edebilir, üniversitelerde iyi işler bulabilir veya daha iyi araştırma fonları alabilirdi. Edebiyat Cumhuriyeti içerisinde bilginin üretimine teşvik parasal değildi, teşvik daha ziyade Avrupa etrafında şöhret ve nüfuzun artmasını ihtiva etmekteydi. Bir insan kendi yaptığı deneyin sonuçlarını kamusal alana koyarak kendi saygınlığını arttırmayı hedefliyordu. Doğal olarak artan bu saygınlık çoğu ihtimalde dolaylı olarak maddi kazançlar da getirmekteydi. Söz konusu dönemde modern ve tercih edilen bir patent sisteminin olmadığı da göz önünde tutulursa, Edebiyat Cumhuriyeti bilginin üretimi için gayet makul bir teşvik sağlıyor ve böylece de Açık Bilim’in getirdiği teşvik sorununa bir çözüm öneriyordu.[94] Ayriyeten bu husus, Edebiyat Cumhuriyeti’nin Avrupa tarihinin ilk büyük ölçekteki fikir pazarı olduğunu da ortaya koymaktadır

Edebiyat Cumhuriyeti’nin ünlü yurttaşlarından birisi olan Jean le Rond d’Ambert’ın ifadeleri, söz konusu saygınlık mekanizmasını ortaya koymaktadır: “Edebiyat Cumhuriyeti insanının itibarını ilerletmek için geniş bir mektup alışverişinden daha iyi bir şey yoktur… Hatta büyük Leibniz bile en sönük yazarlarla bile mektuplaşarak bunu(yani bu prensibi) uygulamıştır.”[95] Bu sayede çeşitli bilgilerin Avrupa’nın dört bir yanına yayılabilmesi ve bunların da çeşitli insanlar tarafından kullanılabilmesi için uygun bir ortam meydana gelmişti. Yayılan faydalı bilgiler sadece teknolojik veya bilimsel bilgiler de değildi, örneğin optimal Fabrika organizasyonu hakkındaki bilgilerin yayılması, erken 19. Yüzyılın Fransız tekstil endüstrisinde çok önemli bir rol oynayacaktı. [96] Her halükârda, bilginin bu kadar hızlı yayılabileceği bir altyapının inşası ekonomi için çok kritikti, zira bir ekonomideki üretkenlik artışı sadece icatların ve inovatif faaliyetlerin olmasından ziyade bu icat ve inovatif araçların yaygınlaşmasına ve erişilebilmesine bağlıdır.[97] Bu bağlamda Edebiyat Cumhuriyeti, Avrupa’da 18. Yüzyılda meydana gelecek olan devrimsel teknolojik değişimin kaynaklarından birisini oluşturmaktaydı.[98]

Son olarak bir noktaya daha değinmek şarttır. Doğal olarak birisi şöyle makul bir soru sorabilir: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin bilgi ağını oluşturan çoğu insanın hayatı boyunca birbirleriyle tanışmamış olmalarına rağmen niçin Edebiyat Cumhuriyeti’nde iletişim ve bilgi aktarımı bu kadar verimliydi?” Anlaşılacağı üzere Edebiyat Cumhuriyeti yurttaşlarının birbirleriyle kurdukları iletişim ağı zayıf bir ağdı ve gerçek hayattaki yüz-yüze tanışıklığa dayanmıyordu. Bu koşullara rağmen Cumhuriyet’in oluşturduğu ağın şaşırtıcı başarısını anlamak için Granovetter’in “Zayıf Bağların Gücü” (The Strength of Weak Ties) dediği olguyu göz önünde tutmalıyız.[99] Granovetter’in işaret ettiği gibi, yeni bilgiler zayıf bağların oluşturduğu ağlarda daha verimli bir şekilde yayılır. Çünkü birbirleriyle güçlü sosyal bağlara sahip olan insanların paylaşacakları bilgi, muhtemelen benzer kaynak ve gözlemlere dayanacakken, birbirleriyle zayıf sosyal bağları olan insanların bilgi ve gözlemlerin daha farklı kaynaklardan gelme olasılığı daha yüksektir. Ayriyeten, güçlü bağlara sahip insanların değiş tokuş edeceği bilgilerin birbirleriyle benzer olma olasılıkları da daha yüksektir. Sonuç olarak zayıf sosyal bağlara sahip insanlar, birbirleriyle farklı kaynaklardan bilgi edinme olasılıkları daha yüksek ve aynı zamanda da birbirlerinin sahip oldukları bilgiyi zaten bilme olasılıklarının daha düşük olduğundan bilginin yayılımı için daha verimli bir ortam sağlar. Bunun yanı sıra zayıf bağlarla birbirlerine bağlı insanlar birbirlerinden öğrenecekleri bilgileri sorgulamaya ve eleştiri süzgecinden geçirmeye daha meyilli olacağından, daha verimli bir tartışma ortamı doğmakta ve fikir ve bulgular daha iyi filtrelendikleri için daha verimli hale gelmekteydiler. Kısacası, Edebiyat Cumhuriyeti’nin zayıf bağlara sahip bir sosyal ağ olması, onun bir zaafı değil; tam tersine avantajıydı. [100]

Son kertede Edebiyat Cumhuriyeti Avrupa’da Aydınlanma’nın lokomotifi görevini üstlenmiş ve Mokyr’ın da ifade ettiği gibi Aydınlanma döneminde faydalı bilginin çok hızlı bir şekilde yayılmasının arkasındaki ana kurum olmuştu.[101 Fakat Edebiyat Cumhuriyeti’nin mirası bununla da sınırlı değildi. Edebiyat Cumhuriyeti’ni çalışan çoğu kişinin es geçtiği belli noktalar mevcut, Edebiyat Cumhuriyeti adlandırmasındaki “Cumhuriyet” sözcük seçimi, sadece güzel görünsün diye tercih edilmemişti. Bilakis fiilen Edebiyat Cumhuriyeti’nin eşitlikçi felsefesini yansıtmak için yapılmış bilinçli bir tercihti. Bu görünmez Cumhuriyet 1780 yılında bir yazarın şiirsel üslubuyla şöyle betimlenmekteydi:

“İnsanların kaderini belirleyen tüm hükümetlerin ve pek çoğu mutlakıyetçi olan devletlerin ortasında, insanların ve mülklerin üzerinde egemenliği bulunan hükümdarlar veya yargıçlar tarafından yönetilen bu devletlerin arasında, yalnızca akıl üzerinde egemenlik kuran bir tür imparatorluk vardır ki, buna Cumhuriyet adını veriyoruz; çünkü bu Cumhuriyet bağımsızlığını korur ve esas niteliğiyse hürriyettir. Bu, yetenek ve düşüncenin Cumhuriyetidir. Akademiler bu imparatorluğun mahkemeleridir; yetenekleriyle tanınan insanlar ise onun değerli kişileridir. Saygınlıkları onların unvanıdır; eğer isterseniz, doğanın kendilerine bahşettiği bu ayırıcı nitelikleri elde edemeyen bir tür yetim gibidirler. Liyakatleri sayesinde farklı bir tür oluştururlar ve yeryüzünün büyük güçleri kadar parlak bir üne sahip olurlar.”[102]

Edebiyat Cumhuriyeti, aristokratik imtiyazları reddetmesi, öncelediği ifade özgürlüğü ortamı ve koyu bir egaliteryan anlayışıyla Avrupa’da devrimler çağının şafağını temsil eder. Edebiyat Cumhuriyeti, Avrupa’da doğan modern cumhuriyetçi tahayyülün kaynaklarından birisi olduğu gibi aynı zamanda da bu tahayyülün muhtemelen ilk uygulayıcılarından birisiydi. Hatta, Fransa Cumhuriyeti’nin Kurucu Meclisi olan Ulusal Meclis’in önde gelen üyesi ve Fransız Devrimi’nin de liderlerinden birisi olan Henri Gregoire şöyle konuşmaktaydı: “Edebiyat Cumhuriyeti’nin çabaları olmasaydı, Fransız Cumhuriyeti hala doğmamış olurdu.”[103] Bir o kadar da önemlidir ki, Edebiyat Cumhuriyeti modern cumhuriyetlerin temelini oluşturacak olan Aydınlanma’nın ahlakını temsil etmekle kalmıyor, bunu Avrupa’nın her bir köşesine de ithal ediyordu. Bu ahlakı Todorov şöyle özetler: “Aydınlanma’nın ahlakıysa öznel değil özneler-arasıdır: İyi ve kötüye dair ilkeler, potansiyel olarak tüm insanlığa ait olan bir konsensüsün konusudur ve bu konsensüs rasyonel argümanların alışverişiyle kurulur, dolayısıyla aynı zamanda evrensel nitelikte insani bir hususiyete dayanır. Aydınlanma ahlakı, insanın kendisi için duyduğu bencil aşktan değil insanlığa saygıdan kaynaklanır.” [104] Yani, Aydınlanma, özneler arası kamusallık tasavvurundan oluşan ahlakının Avrupa’nın dört bir yanına yayılmasını da Edebiyat Cumhuriyeti’nin her yere uzanan kollarına borçluydu. Sonuç olarak ifade edilmelidir ki Edebiyat Cumhuriyeti ve onun ideası anlaşılmadan ne Aydınlanma’yı ne de modern cumhuriyetçiliğin doğuşunu kavramak olanaksızdır.

Alp Buğdaycı, Ağustos 2024, İstanbul.

Dipnotlar:

[1] Bildiğim kadarıyla, “La Republique des Letter” veya “Republic of Letters”’ı Türkçeye çeviren ilk kişi olan Adnan Adıvar “Bilgi Cumhuriyeti” olarak çevirmiştir. Fakat Türkçe yazında kabul gören çeviri “Edebiyat Cumhuriyeti’dir. Bu çevirinin kısa bir tartışması için bak: Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, Timaş, 2020, s. 128.
[2] Dena Goodman, The Republic of Letters, Cornell University Press, 1996, s. 136.
[3] Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, The University of Chicago Press, 2007, s. 47.
[4] Immanuel Kant: Beantwortung der Frage: Was ist Aufklarung?, Berlinische Monatsschrift, 1784, s. 481-494.
[5] Aktaran: Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev: Tanıl Bora ve Mithat Sancar, İletişim, 2003, s. 206.
[6] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 207. Ayrıca Richard Rorty’e göre, Aydınlanma’nın iki vehçesi vardır: felsefi ve siyasal. Felsefi vehçesi din yerine rasyonal düşünceyi ve hümanizmi vurgular. (Necmettin Tozlu hümanizmi şöyle tanımlar: nitelikte ve öte dünya ile ilgili olanın değil, bu dünya ve insanla ilgili olanın yüceltildiği bir genel eğilimin uç noktasını teşkil eden ve insanı, kendi üzerinde sınırlayıcı hiçbir otoriteye ihtiyacı olmayan, kendine yeterli bir antik kategori olarak tanımlayıp, onu, hakikatin ve bütün değerlerin yegane ölçüsü ve kaynağı kabul ederek evrenin merkezine yerleştiren dünya görüşü.[Necmettin Tozlu, Eğitim Felsefesi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997, s. 332] ) Siyasal vehçe ise daha “iyi” bir siyasal düzeni hedefler. Fakat bu “iyi”lik doğal olarak muğlaktır. Bak: Rorty, Richard. 2001. “The Continuity between the Enlightenment and ‘Postmodernism’.” In Keith Michael Baker and Peter Hanns Reill, eds., What’s Left of the Enlightenment? Stanford, Calif.: Stanford University Press, pp. 19–36.
[7] Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, çev: Şebnem Sunar, Afa Yayıncılık, 1995, s. 196.
[8] Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, Dedalus, 2017, s. 16.
[9] Joel Mokyr, The Enlightened Economy, Penguin Books, 2011, s. 37. Ayriyeten Britanya’da bilim de Fransa’ya göre daha deneysel ve mekanikti. Bak: Joel Mokyr, The Lever of the Riches, Oxford University Press, 1992, s. 242.
[10] Todorov aydınlanmanın amacının dinleri reddetmek değil, bir hoşgörü ortamı sağlamaktır.(Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, çev: A. Nüvit Bingöl, bgst Yayınları, 2019, s. 11) Fakat ifade edilmeli ki Aydınlanma düşünürlerinin dine bakış açısı büyük değişiklikler gösterir. Mesela Rousseau’nun görüşü Voltaire’dan daha farklıdır.(Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, çev: Emre Arslan, Doruk Yayınları, 1999, s. 97-8.) zira Voltaire neredeyse her dine savaş açmıştı.(Servet Tanilli, Voltaire ve Aydınlanma, Cumhuriyet Kitapları, 2020, s. 209) Fakat her halükarda Karatani’nin de işaret ettiği gibi aydınlanma zihniyetini basitçe bir din eleştirisi olarak tanımlamak doğru değildir. (Kojin Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, çev: Ali Karatay, Metis, 2017, s. 296-7)
[11] Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2017, s. 34.
[12] Joel Mokyr, Long-term Economic Growth and the History of Technology, Handbook of Economic Growth, 1. Cilt, Elsevier, 2005, s. 1134.
[13] Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, 1999, s. 14.
[14] Bacon için bak: Joel Mokyr, A Culture of Growth, Princeton University Press, 2018, s. 70-98.
[15] Aktaran: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 71-2.
[16] Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev: Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayıncılık, 2014, s. 20.
[17] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 293.
[18] Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2011, s. 40-2; Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 90-7; Friedrick Copleston, Felsefe Tarihi, 7. Cilt bölüm 1; Aydınlanma, çev: Aziz Yardımlı, İdea, 2004, s. 100.
[19] Joel Mokyr bu hususa “Baconcu program” demektedir.
[20] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 2003, s. 204.
[21] Bacon da bu hususu ayriyeten vurgulamıştır. Bak: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 81.
[22] Bu konu için bak: William Eamon, Science and the Secrets of Nature, Princeton University Press, 1996; Paul A. David, The Historical Origins of ‘Open Science’: An Essay on Patronage, Reputation and Common Agency Contracting in the Scientific Revolution.” Capitalism and Society Vol. 3, No. 2, s. 1–103, 2008.
[23] Joel Mokyr, Long-term Economic Growth and the History of Technology, Handbook of Economic Growth, 1. Cilt, Elsevier, 2005, s. 1133.
[24] Aktaran: Joel Mokyr, The Enlightened Economy, 2011, s. 63.
[25] Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, 2019, s. 12.
[26] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 182-3.
[27] İfade edilmeli ki ansiklopediler tek başlarına önemli ölçüde ekonomik büyümeye sebep olmuşlardır. Bak: Lukas Rosenberger, Enlightenment, Industrial Revolution and the Knowledge Economy, Ludwig Maximillian Münih Üniversitesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2022, s. 117-164.
[28] Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 76-82.
[29] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 2003, s. 16.
[30] Nitekim Dahl şöyle yazar: “Vatandaşlık bilgisi; sadece resmi okul eğitimiyle değil, halkın katıldığı görüşmelerle, tartışmalarla, müzakerelerle, güvenilir bilginin ulaşılabilir olmasıyla ve özgür bir toplumun diğer kurumlarıyla sağlanır. (Robert A. Dahl, Demokrasi Üzerine, çev: Betül Kadıoğlu, Phoenix Yayın, 2021, s. 51-2.
[31] Bilgiye erişimin maliyetinin artması sadece bilginin yayılma hızını yavaşlatmaz, aynı zamanda bilginin üretimini de azaltır. Bak: Joel Mokyr, The Gifts of Athena, Princeton University Press, 2005, s. 8.
[32] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 2003, 64.
[33] Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, 2020, s. 128.
[34] L. W. B. Brockliss, Calvet’s Web Enlightenment and the Republic of Letters in Eighteenth- Century France, Oxford University Press, 2002, s. 5.
[35] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 186.
[36] Bu açıdan da bir çeşit sosyal medyaya benzerlik gösteriyordu: “İnsanlar, mektup yazma eylemiyle bu topluluğun bir parçası oldular: sürekli bir iletişim ağı kurmayan veya bunu reddeden bilim insanları, bu Cumhuriyetin vatandaşları olarak kabul edilmezdi. Bugünün sosyal medyasına benzer bir durumdu: eğer bağlı değilseniz, sosyal medyanın dışında ne kadar ‘sosyal’ bir kişi olursanız olun, onun parçası olamazsınız. Bilginler ilerleme aşamasındaki çalışmalar ve yayımlanmış kitaplar hakkında bilgi paylaşır, meslektaşlar hakkında dedikodular yapar, öğrencileri tavsiye eder, üniversitelerin, prenslerin ve kilisenin politikaları üzerinde düşünür ve aile meseleleri ile sağlık durumları hakkında bilgiler paylaşırlardı. Mektupların yanıtlanması gerekiyordu: karşılıklılık hayati bir ilkeydi(…)”( Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 270)
[37] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, çev: Lara Vergnaud, Yale University Press, 2018, s. 19
[38] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 90.
[39] Örneğin, Edebiyat Cumhuriyeti’nin mensuplarının yazdıkları mektuplarda bu görülebiliyordu. (bak: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 19.)
[40] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 69.
[41] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 23.
[42] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 4; Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 187.
[43] Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, 2020, s. 129.
[44] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 100. Hof, Paris’in Edebiyat Cumhuriyeti’nin “tartışmasız” olarak merkezi olduğunu yazar.( Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, 1995, s. 92.) Brockliss ise 18. Yüzyılın sonuna doğru Paris’in Edebiyat Cumhuriyeti içerisindeki başkent konumunun pekiştiğini kaydeder.( L. W. B. Brockliss, Calvet’s Web Enlightenment and the Republic of Letters in Eighteenth- Century France, 2002, s. 367)
[45] Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 283.
[46] Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 282.
[47] Neyse ki son yıllarda Edebiyat Cumhuriyeti’nden kalan yazışmaların tasniflenmesi, düzenlenmesi ve dijitalleşmesi için bazı önemli girişimler faaliyete geçti. Bak: https://culturesofknowledge.history.ox.ac.uk ; https://www.republicofletters.net
[48] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 21.
[49] 18. Yüzyılın ortasından sonra Edebiyat Cumhuriyeti bazı sivil toplum veya bilim kuruluşları sayesinde kurumsallaşmayı başlayınca, mektuplaşmanın ağırlığı biraz daha azaldı ama yine de hakim sosyal ağ olarak önemini korudu. (Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 96.)
[50] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 18. Ayrıca mektuplarda ele alınan konularda inanılmaz farklılıklar göstermekteydi. Mesela, Cumhuriyet’in bir vatandaşı olan Benjamin Franklin, ahlak felsefesinden meterolojiye kadar çoğu konuda yazışmalar yapıyordu. ( Van Miert, Dirk. “What was the Republic of Letters? A brief introduction to a long history.” Groniek 204/5 (2014), s. 278.)
[51] “Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’daki hemen hemen her büyük şehirde(ve hatta Amerikan kıtasındaki Philadelphia’da bile) Edebiyat Cumhuriyeti için kurumsal bir yapı vardı. (L. W. B. Brockliss, Calvet’s Web Enlightenment and the Republic of Letters in Eighteenth- Century France, 2002, s. 10.)
[52] Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 44.
[53] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 72; Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 33.

[54] Aktaran: Paul A. David, The Historical Origins of ‘Open Science’: An Essay on Patronage, Reputation and Common Agency Contracting in the Scientific Revolution.” Capitalism and Society Vol. 3, No. 2, s. 1–103, 2008, s. 46.
[55] Aydınlanma yazarlarına göre bireyin aklı bir yargıçtı. (Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, 1999, s. 36)
[56] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 96.
[57] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 189.
[58] Aktaran: Dena Goodman, The Republic of Letters, s. 16.
[59] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 21.
[60] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 8.
[61] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 105-6.
[62] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 46; Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 67.
[63] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 46; Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 149 ve 181-2.
[64] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 194.
[65] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 18.
[66] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 194.
[67] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 131.
[68] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 18.
[69] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 46; Charles J. Withers, Placing the Enlightenment, 2007, s. 23.
[70] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 188.
[71] Aktaran: Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, 2020, s. 130.
[72] Dena Goodman, The Republic of Letters, s. 20.
[73] Görsel doğrudan şuradan alınmıştır: Mark Koyama, Jared Rubin, How World Became Rich, Polity Press, 2022, Figür 8.8.
[74] Liah Greenfeld, Milliyetçilik Moderniteye Giden 5 Yol, Alfa Yayınları, 2017, s. 463.
[75] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 50.
[76] Her ne kadar milliyetçilik ve millet fikri modernitenin bir ürünü olsa da özcü çıkarımlar yapmaktan kaçınmak gerekir. Cemal Kafadar şöyle yazmaktaydı: “Şimdi kullandığımız şekliyle vatan fikrinin modern ideolojilere ve siyasetlere has olduğu doğru ve bunu bilmek özcü-köktenci dayatmalara karşı çok önemli, ama şunu unutmamak kaydıyla: Bir “yer”e aidiyet hissi, eski zamanlarda da dar ve sığ bir şey değil, o aidiyetle birlikte gelen savunmacı refleks de öyle, kaybın verdiği acı da öyle.(Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma, Metis, 2017, s. 29.)
[77] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 193.
[78] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 201.
[79] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 196-7.
[80] Grafton, Anthony. “A Sketch Map of a Lost Continent: The Republic of Letters.” Republics of Letters: A Journal for the Study of Knowledge, Politics, and the Arts 1, no. 1 (May 1, 2009), s. 1-2.
[81] Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 24.
[82] Aktaran: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 180.

[83] Dena Goodman, The Republic of Letters, s. 98.
[84] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 186.
[85] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 18.
[86] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 47.
[87] Tabiki dolaylı yollardan paranın etkisi olabilirdi. Zira ancak belli bir refah seviyesinin üzerinde yaşayan insanların kafasını entelektüel ve bilimsel işlere vermek için zamanı olacaktı.
[88] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 75 ve s. 99-100.
[89] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 105.
[90] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 83.
[91] Dena Goodman, The Republic of Letters, 1996, s. 91.
[92] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 183-4.
[93] Esasında bu mekanizma, bir açıdan, Avner Greif tarafından detaylıca ele alınmış olan Mağribi Tüccarları arasındaki saygınlık mekanizmasına da benzerlik göstermektedir. Bak: Greif, Avner. “Contract Enforceability and Economic Institutions in Early Trade: The Maghribi Traders’ Coalition.” The American Economic Review, vol. 83, no. 3, 1993, s. 525– 48; Avner Greif, Kurumlar ve Modern Ekonominin Gelişimi, çev: Hacer Atabaş, alBaraka Yayınları, 2022, s. 65-91.
[94] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 185-6.
[95] Aktaran: Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 181-2.
[96] Juhasz, R; Squicciarini M. And Voigtlander P. (2024) Technology Adoption and Productivity Growth: Evidence from Industrialization in France, Forthcoming in the Journal of Political Economy.
[97] Buera, F. J. And Lucas R. E. (2018). Idea Flows and Economic Growth, Annual Review of Economics, 10, 305-320; Hall, B. (2004). Innovation and Diffusion. NBER Working Paper 10212.
[98] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 214.
[99] Granovetter, Mark S. “The Strength of Weak Ties.” American Journal of Sociology, vol. 78, no. 6, 1973, pp. 1360–80.
[100] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 191-2.
[101] Joel Mokyr, A Culture of Growth, 2018, s. 189.
[102] Daston L. The Ideal and Reality of the Republic of Letters in the Enlightenment. Science in Context. 1991;4(2), s. 367-8.
[103] Aktaran: Marc Fumaroli, The Republic of Letters, 2018, s. 23.
[104] Tzvetan Todorov, Aydınlanma Zihniyeti, 2019, s. 32.

 

 

Cumhuriyet’in İşçisi Olmak I: İktisadi Kalkınmanın Bedeli

“Kemalist Devletçilik Anlayışının Bir Analizi” başlıklı yazımda da gösterdiğim gibi erken cumhuriyet döneminde özel sermaye birikimini önceleyen iktisat tahayyülü[1] çok güçlü bir iktisadi büyüme trendi yakalamıştı. Hatta Türkiye, 1927-1939 arasında en hızlı sanayileşen üç ülkeden birisi olma sıfatına nail olmuştu.[2]

Fakat bu dönemi incelerken, bahsi geçen makalede de ifade ettiğim gibi, madalyonun diğer bir yüzünün olduğu da unutulmamalıdır. Fevkalade ekonomik büyümeye rağmen bu büyümenin tüm toplumsal sınıflara eşit dağıldığını ifade etmek çok zordur. İki bölümden oluşan bu yazı serisinde cumhuriyet iktisadını emekçi sınıflar açısından değerlendireceğim.

Esas itibariyle iktisadi eşitsizliğin, Piketty’nin özel teşebbüse dayalı kapitalist ekonomilerin eşitsizlik üretmeye mahkum olduğu[3] tezinden ziyade, siyasi bir mahiyete sahip olması ve devletin kurumsal yapısı ile politikalarının sonucunda ortaya çıktığını ifade etmek yanlış olmayacaktır.[4]

Bewley’nin emek ekonomisi alanında çığır açmış çalışmasında da gösterdiği gibi ücretler çoğu zaman işçinin üretkenliğiyle örtüşmeyebilir.[5] Bu yüzden de sosyal adaletsizliği ve ücretlerin seviyesini, salt olarak neoklasik iktisadın öne sürdüğü marjinal verimlilik kanunu, yani işçinin üretkenliğinin arz-talep mekanizması ile reaksiyonu açıklamasıyla izah edemeyiz.

Stiglitz bu konuda şöyle yazmaktaydı: “(Eşitsizlik) ik­tisadi olduğu kadar siyasal süreçlerin de bir sonucu(dur) (…) Modern bir ekonomide devlet, oyunun kurallarını belirler ve bu kuralları uygu­lar: adil rekabetin ne olduğu, hangi davranışların rekabet karşıtı ve yasadı­şı sayıldığı, kişinin borçlarını tamamıyla ödeyemediği iflas durumlarında ki­min eline ne geçeceği ve hangi eylemlerin dolandırıcılık olarak tanımlanıp yasaklandığına dair kuralları. Devlet aynı zamanda (bazen açık, bazen üs­tü kapalı şekilde) kaynak aktarımları yapar ve vergiler ve sosyal harcamalar aracılığıyla piyasanın oluşturduğu, teknoloji ve siyasetin şekillendirdiği ge­lir dağılımını düzenler.”[6]

Bir çalışanının ücretinin belirlenmesi, kaçınılmaz olarak, işçi-işveren arasındaki bir pazarlık süreci olarak ele alınmalıdır. Bu taraflar arasında pazarlık gücü nispi olarak fazla olan taraf, sonucun, yani ücretin belirlenmesinde son söz hakkına sahip olacaktır.[7] Tarafların pazarlık güçleri da kaçınılmaz olarak emek piyasalarının devlet tarafından oluşturulan kurumsal temellerinin dinamikleri tarafından şekillenecektir.[8]

Atkinson da iktisadi eşitsizliğin artışındaki en temel faktörün, Galbraith’in deyimiyle “dengeleyici gücün”(countervailing power) tahrip olması ve böylece pazarlıktaki güç dengelerinin değişimi olduğunu kaydetmektedir.[9]

Nitekim, cumhuriyet döneminde işçi sınıfının pastadan pay alamamasının kökeninde, kanaatimce rejimin politik iktisadi tercihleri ve emek piyasalarının kurumlarını teşkil eden yasama faaliyetleri sonucu işçi sınıfının pazarlık gücünde mütemadiyen düşüşe maruz kalması ve işveren-işçi arasındaki dengeleyici gücün, işveren ve sermaye lehine kaydırılması yatmaktadır. Özetle denebilir ki güçlü ekonomik büyümenin maliyeti, işçi sınıfının omzuna yüklenmişti. Metinsoy şöyle yazar:

“Türkiye’nin(…) devlet öncülüğünde kalkınma ve sanayileşmeye dayalı ekonomi politikası, kısa sürede üretimi ikiye katladı. Öte yandan, işgücünü kontrol etmeye ve işgücünün maliyetini mümkün olan en düşük seviyede tutmaya yönelik sert önlemler, neredeyse tüm ücretliler için eşitsiz gelir dağılımına ve ağır çalışma ve yaşam koşullarına neden oldu. Düşük gelirli şehirli ücretlilerden cumhuriyetin ekonomik kalkınma programlarının bedelini ödemeleri istendi.”[10]

Jön Türkler’in ve Kemalist rejimin dünya görüşünde burjuvazi, modern bir toplumun olmazsa olmazıydı.[11] Temel ekonomi politikaları da yerli bir burjuva sınıfı yaratma amacı etrafında şekillenmekte ve bir an önce ülkeyi sanayileşmiş ve modern kapitalist bir ekonomi yapma amacını[12] gütmekteydi. Fakat bununla beraber cumhuriyetin kurucu entelijansiyası, bilhassa Atatürk, Fransa’nın 3. Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisi olan solidarizmden de derinden etkilenmişti.[13]

Solidarizm muhtevası açısından özel teşebbüs hürriyetini sosyal adaletle bağdaştırmaktır. Yani solidarizm bir nevi üçüncü yol, veyahut Zafer Toprak’ın da ifade ettiği gibi sosyal demokrasiyle paralel bir düşündür.[14] Hakikaten, cumhuriyetin kurucu felsefesi ideolojik olarak sosyal adalet olgusunu, toplumsal huzur için bir mihenk taşı olarak görmekteydi.[15] Bununla beraber, erken cumhuriyet döneminde sosyal adalete verilen önem, tam anlamıyla pratiğe yansı(ya)mamıştı.

Muasır medeniyetleri bir an önce yakalama isteği ve “geç kalma” korkusu, Kemalistlerin bir an önce sanayileşme ve sermaye birikimini arttırma isteklerini arttırmıştı. Bu bağlamda olabildiğince çabuk bir kalkınma ve kapitalistleşme için doğal olarak öncelik, sermaye birikiminin lehine olacaktı. Bu tasavvurun doğrudan sonuçlarından birisi ise özel sermaye birikiminin arttırılması için ucuz ve disiplinli iş gücünden yararlanmak istenmesiydi.

Dolayısıyla bu dönemde sosyal adaleti ikinci planda bırakan politikalar, kasıtlı ideolojik bir seçimden daha çok dönemin şartları içerisinde geç kalmışlığın yarattığı bir teyakkuz psikolojisinin sonucuydu. İfade edildiği gibi düşünsel olarak kurucu elit solidarizme de bağlıydı. Fakat modern ekonomi ve modern bir devlet inşası için evvela bir burjuva sınıfının yaratılması, bunun için de devletin aktif bir müdahaleci rol oynaması kaçınılmazdı.

Peki, yukarıda ifade edilen hususlar pratiğe nasıl yansıdı? 1936 İş Kanunu’na kadar işçiler hakkında birtakım mevzuatlar çıkarılsa da hiç geniş kapsamlı bir iş mevzuatı yasalaşmamıştı.[16] 1921 yılında, işçilerin talebi üzerine, henüz Milli Mücadele döneminde, bir iş mevzuatı hazırlığına girişilmişti. Söz konusu iş kanunu tasarısı, 1924 sonuna doğru tamamlanıp meclise sunulmuştu.

Bu yasa işçilere grev hakkı tanımaktaydı. 12 yaş altında çocuk işçilik yasaklanmış ve maksimum çalışma süresi ise 10 saat ile sınırlanmıştı. Kısacası o dönemin şartlarına göre ilerici nitelikte bir yasaydı, hele ki o dönemde ABD gibi bir ülkede bile grevin kanun dışı olduğu göz önünde bulundurulursa.[17] Fakat Büyük Meclis Genel Kuruluna geldiğinde meclis ve hükümet üyeleri yasanın gereksiz olduğunu iddia edip yasayı bloke etmişlerdi.[18]

Ne var ki 1920’li yıllarda iş hayatını düzenleme girişimleri bununla da sınırlı kalmamıştı.

1924 Anayasası’nın 70. maddesinde içtima ve cemiyet kurma hakkının Türklerin doğal hakkı olduğu kabul edilmiş[19] böylece sendikalaşma zımnen anayasa tarafından tanınmıştı. Fakat bu hiçbir zaman pratiğe yansımamış ve sendikalaşmayla grev, devlet tarafından hoş karşılanmamıştı.[20]

Nitekim, 1 Mart 1929 Tarihli Ceza Kanunu’nun 201. maddesinde sanayi ve ticaretin tehdit veya zora başvurarak engellenmesi halinde büyük cezalar öngörülüyor ve aynı maddenin 8 Haziran tadil hükmüyle “grev” sözcüğü açıkça yer almamakla birlikte fiilen grev sayılabilecek türden hareketler için altı yıla kadar hapis cezası getiriliyordu.[21] Yine de 1936 İş Kanunu’na kadar grev tam anlamıyla yasaklanmamıştı. Hatta 1932’de hazırlanan İş Kanunu’nu tasarısı, grev hakkını tanımak istemiştir. Ahmet Makal bu tasarının, nispeten, özellikle de 1936 İş Kanunu’na göre daha liberal ve koruyucu nitelikte olduğuna dikkat çeker.[22] Alkin ve Alpay, tasarı ve bunun reddedilişi hakkında şöyle yazar:

“1932 tarihli tasarı, çalışma hayatını tümüyle kapsamayı amaçladığı gibi, grev ve iş kazaları da içinde olmak üzere, çağdaş mevzuatın işçiye sağladı­ğı hakların kurumsallaşmasını öngörmüştür. Söz konusu iş kanunu tasarısı, henüz taslak halindeyken çeşitli özel kesim kuruluşlarına gönderilmiş, fakat kabul görmemiştir. Özel kesim, İş Kanunu’na muhalif tavrını açık bir biçimde ortaya koymasa da süreci zaman içinde uzatma yolunu izlemiştir ve bu tasarı yasalaşmamıştır.”[23]

Buradan da anlaşılabileceği üzere, bu dönemin şartlarında son derece ilerici sayılabilecek bu tasarı, iş çevrelerince hoş karşılanmamış ve bunun sonucunda da yasalaşmamıştı. İş hayatının düzenlenmesi hususunda değinilmesi gereken başka bir kanun 1924 tarihli hafta tatili kanunudur. Bu kanun cuma’yı tatil günü olarak belirlemiş ve işçilerin söz konusu günde çalışmayacağını öngörmüştür. Fakat bununla berber çeşitli kararnamelerle birçok sektör, bu tatil kanunundan muaf tutulmuş ve işverenlerin sıklıkla, işçilerinin tatillerini çeşitli sebeplerle iptal etmelerine olanak sağlanmıştı.[24] Mesela 1924 tarihli bir polis raporu, özellikle demiryolu ve travmay işçilerinin, pratikte hafta tatili kanunundan yararlanamadığı, cuma günleri de çalışmak zorunda bırakıldığı, cuma günleri tatil talep eden işçilerinse kovulduğu nedeniyle hükümeti işverenleri kayırmakla suçladığını aktarır.[25]

1930 tarihli Umumi Hıfzıssıha Kanunu da bu bağlamda bahsedilmeye değerdir. Bu yasa, daha hijyenik, sağlıklı ve güvenli çalışma koşulları yaratma amacı güdüyordu.[26] Bu yasa ile çalışma koşullarında çeşitli düzenlemeler yapılmış fakat bunlar göreceğimiz gibi tam anlamıyla fiiliyata yansımamıştı[27]. 12 yaşından küçük çocukların, fabrika ve imalathane gibi sanayi kuruluşlarında çalışması yasaklanmış, fakat ticaret, ulaştırma, tarım gibi sektörlerde kullanılan çocuk emeği için herhangi bir kısıtlama getirilmiyordu.[28] Zaten, kısıtlama getirilen sektörlerde de pratikte aktif olarak hâlâ çocuk emeğinden faydalanılıyordu.

Örneğin, 1936 yılında CHF’nin bir parti müfettişi, Isparta’da yüzlerce çocuğun gün doğuşundan batımına kadar aralıksız şekilde son derece kötü koşullarda tezgahlarda çalıştırıldığını aktarmaktaydı.[29] Kanun tam anlamıyla uygulanamamıştı. Öyle ki Kasım 1935’de bir kadın işçinin Son Posta Gazetesi’ne yazdığı mektubunda Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun neredeyse hiç uygulanmadığını, bu yüzden de o dönem görüşülen ve 1936’da kanunlaşacak olan İş Kanunu’nun da koşulları iyileştireceği iddiasını şüpheli olarak değerlendirdiğini yazmaktaydı.[30]

Bu dönemde işçiler için çalışma koşulları tek kelimeyle korkunçtu. Söz konusu zaman diliminde İstanbul’daki tütün işçileri günde sadece 50 ila 100 kuruş ücret almakta ve günde 12 saat çalışmaktaydı.[31] Sümerbank gibi bir devlet kuruluşunda dahi günlük ücret sadece 50 kuruştu ve günde 10 saati aşan bir çalışma süresi mevcuttu. Anadolu kentlerinde çalışan çocuk ve kadın işçilerse günde sadece 10-15 kuruş kazanmaktaydı.

Bu dönemde İstanbul Ticaret Odası 1933’de yayınladığı raporda 4 kişilik bir ailenin açlık sınırını ayda 122 lira civarında belirlemişti. Dönemin bir gazetesine göre ise bu dönemde öğretmenler, eğer maaşlarını alabilirlerse bile ayda sadece 30 lira kazanabilmekteydi.[32] Nitekim öğretmenler, memurlar ve din görevlileri çoğu zaman maaşlarını gecikmeli alıyorlar veya hiç alamıyorlardı. 6 Ağustos 1932’de Niğde’de 22 öğretmen, Başbakan İnönü’ye mektup yazmışlar ve aylardır maaş alamadıklarını, artık şeref ve namuslarını kaybetme evresine geldiklerini ifade etmekteydiler.[33] Devlete ait olan, Seyhan’da işletilen bir fabrikada çalışan bir işçiyse, günde 14 saat çalıştığını ve çoğu zaman maaş alamadığını kaydetmekteydi.[34] Adapazarı’nda çalışan 500 işçi kadın, toplanıp Köroğlu gazetesine yazdıkları mektupta günde en az 13 saat çalıştıklarını ifade etmekteydiler.[35]

CHF’nin Çankırı yerel parti kongresi, işçilerin aşırı kötü koşullarda çalıştırıldığı ve 1930’daki Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun işyerlerinde uygulanmadığı konusunda parti genel merkezini uyarmaktaydı.[36] Samsun Parti kongresi de iş sürelerinin kısaltılması ve iş güvenliği tedbirlerinin arttırılmasını talep etmekteydi.

1930’da yapılan bir araştırmaya göre bu dönemde Türkiye’de sanayi sektöründe ortalama çalışma süresi 9 saati aşmaktaydı.[37] 1933-4’de Türkiye’de işçilerin çalışma koşullarını inceleyen Amerikalı Hines-Kemmerer uzman heyetinin işçilerin çalışma koşulları hakkındaki raporundan bazı kısımlar şöyleydi:

“Ek­seriyetle ücret seviyesi ancak idame-i hayat için kifayet edecek derecededir ve bundan dolayı ücretli sınıfın iştira kuvveti son derece düşüktür.”

“Türkiye’de işçilerin sağlığı ve güvenliği için alınan en iyi sosyal önlemler bile ilkel düzeydedir”

“İşçilerin sağlığıyla ilgili önlemler korkunç… Sosyal sigorta sistemi nadir ve çok sınırlı sayıda insanı kapsıyor.”[38]

Bir CHF parti müfettişine göre Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun getirdiği hükme rağmen neredeyse hiçbir fabrikada sağlık görevlisi istihdam edilmemekteydi.[39] Celal Bayar, 1936 tarihli Şark Raporu’nda Adana civarında işçilerin durumunun hayal bile edilemeyecek kadar “feci” olduğunu kaydeder.[40] Birçok gazete neredeyse her gün işçilerden çalışma koşullarını eleştirip devletten daha fazla koruma talep eden mektuplar almaktaydı. Çoğu işçinin tatil ve dinlenme günlerinin olmaması da ayrı bir problem ihtiva etmekteydi.

1924 tarihli hafta sonu tatili yasası ve ardından çıkarılan 1935 “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Kanunu”na rağmen pratikte yasalar uygulanmamış ve çoğu işçinin düzenli bir hafta sonu tatil günü olmamıştı. Çoğu fabrika Cumartesi hatta Pazar günü tam vardiya çalışmaya devam etmekteydi. İzmit’te çalışan bir tütün işçisi bir gazeteye iktisat vekaletine durumu defalarca bildirmelerine rağmen tüm işçilerin yasadışı şekilde Pazar günü de çalıştırılmasından yakınmaktaydı.[41] Türkiye’de sosyal politika disiplinin kurucularından olan Gerhard Kessler, 1937-1938 tarihinde ilk kez yayınlanan Türk iş istatistiklerini birçok sektörde, “işçiler için henüz muntazam bir hafta tatili mevcut olmadığı anlaşılmaktadır” sözleriyle değerlendirmekteydi.[42]

Dönemin emek tarihi açısından en mühim mevzuatı ise şüphesiz 1936 İş Kanunu’ydu. Sonraki yazımda da 1936 İş Kanunu’nu ele alacağım ve bunun işçilerin pazarlık güçlerini nasıl şekillendirdiğini ifade ettikten sonra erken cumhuriyet dönemindeki emek-sermaye eşitsizliğinin ampirik verilerini aktarıp argümanlarımı kantitatif verilerle desteklemiş olacağım. Son olarak işçilerin düşük pazarlık güçlerinin sonucu olan düşük ve yapışkan ücretlerin dönemin iktisadi büyümesi üzerindeki etkilerini ele alacağım.

Dipnotlar:
[1] https://daktilo1984.com/yazilar/kemalist-devletcilik-anlayisinin-bir-analizi/
[2] Bernard Lewis, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2020, S. 637
[3] Thomas Piketty, 21. Yüzyılda Kapital, 2014, s. 625. Pikkety’nin çalışması veriler açısından literatürdeki en zengin çalışma olsa da teorik altyapı (Piketty Harrod-domar modeli kullanır ki bu modern iktisat standartlarında epey ilkeldir); analiz ve yorumlama bağlamında ciddi sorunlar barındırdığı kanısına sahibim. Piketty hakkında yerinde eleştiriler için bknz: Acemoglu, Daron, and James A. Robinson. “The Rise and Decline of General Laws of Capitalism.” The Journal of Economic Perspectives 29, no. 1 (2015): 3–28; Blume, Lawrence E., and Steven N. Durlauf. “Capital in the Twenty-First Century: A Review Essay.” Journal of Political Economy 123, no. 4 (2015): 749–77; Debraj Ray, 2015. “Nit-Piketty: A Comment on Thomas Piketty’s Capital in the Twenty First Century,” CESifo Forum, ifo Institute – Leibniz Institute for Economic Research at the University of Munich, vol. 16(01), pages 19-25.
[4] Bu konuda bknz: Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, 2020; Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli; John Kenneth Galbraith, American Capitalism, 2012; Douglas North, Kurumlar, Kurumsal değişim ve ekonomik performans, 2002, s. 145; Hacker, Pierson, Winer-Take-All Politics, 2015.
[5] Truman Bewley, Why Wages Don’t Fall During A Recession, 1999, s. 81-5.
[6] Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli, 2020, s. 81-2.
[7] Blanchard, Illing, Makroökonomie, 2021, s. 234-9.
[8] Şurası da ifade edilmeli ki emek piyasaları veya genel olarak piyasa ekonomileri spontane şekilde kendiliğinden oluşmadı; bilakis devletin yarattığı kurumsal çerçeve sonucu tarih sahnesine giriş yaptılar. Bknz: Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, 2021, s. 201-4.
[9] Anthony Atkinson, Inequality, 2015, s. 82-3.
[10] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, s. 125.
[11] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 2000, s. 291; Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, 1996, S. 167-8; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 2012, s. 468; Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 2015, s. 82-3
[12] Atatürk, Sovyet Büyükelçisi Aralov’a şunları söyler: “Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor”. (Aktaran: Ahmed a.g.e.) Ayriyeten bknz: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, 2006, S. 25; Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat, 1995, s. 16-20.
[13] Zafer Toprak, Atatürk; Kurucu Felsefenin Evrimi, 2020, S. 83, 144-161 ve 273-4.
[14] Toprak a.g.e. S. 146. Ayriyeten solidarizm için bknz: HAYWARD, J. E. S. “THE OFFICIAL SOCIAL PHILOSOPHY OF THE FRENCH THIRD REPUBLIC: LÉON BOURGEOIS AND SOLIDARISM.” International Review of Social History 6, no. 1 (1961): 19–48.
[15] Afet İnan, Vatandaş için Medeni Bilgiler, 1933, S. 101-4. Kemalist elitin sosyal adalet kavramını önemsemesinin bir sebebi doğu komşularında yükselen sosyalizm tehlikesiyse, diğer bir sebebi de Osmanlı’nın oluşturduğu son derece heterojen, parçalı ve bölünmüş toplum yapısının sebep olduğu bunalımların Kemalistlerin hafızalarında hâlâ taze olması ve tarih tekerrür etmesin diye homojen, birbiriyle sıkı, bütün bir toplum tasavvurunu gerçekleştirme çabalarında sosyal adaletin önemini anlamış olmalarıydı.(Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, 2006, s. 44-5.)
[16] Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı 1908-1946, 2016, S. 230; Ahmet Makal, Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, 1999, s. 32
[17] Robert Reich, Kapitalizmi Kurtarmak, 2020. s. 165
[18] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, S. 145; Quatert, Zürcher, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1998, S. 164; Toprak, a.g.e. s. 329
[19] Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler, 2020, s. 309.
[20] Toprak, a.g.e. s. 325-9.
[21] Quatert, Zürcher a.g.e. S. 163. Ayriyeten Takrir-i Sükun çıkınca islamcılardan önce sosyalist-komünist basının kovuşturmaya uğradığını kaydetmek gerekir. Bknz: Hakan Özoğlu, Cumhuriyet’in Kuruluş Savaşları, 2023, S.122-3; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1981, s. 146.
[22] Makal, a.g.e. s. 353-4.
[23] Yalın Alpay, Emre Alkin, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, 2020, s. 66.
[24] Murat Metinsoy, The Power of the People, 2021, s. 130.
[25] Aktaran, Murat Metinsoy, a.g.e. s. 141-2.
[26] Makal, a.g.e. s. 423.
[27] Makal bu durum hakkında şöyle yazar: “Umumi Hıfzısıhha Kanunu, ücretliler açısından koruyucu düzenlemeler yapmakla birlikte, zaten sınırlı olan sosyal hü­kümleri gerekli bir denetleme örgütü kurulamadığı için uygu­lamaya yeterince aktaramamıştır.” (Makal, a.g.e. s. 344)
[28] Toprak, a.g.e. s. 175.
[29] Metinsoy, a.g.e. 132.
[30] Metinsoy, a.g.e. 146.
[31] A.g.e. s. 128.
[32] A.g.e. s. 129.
[33] A.g.e. s. 139.
[34] A.g.e. s. 140
[35] A.g.e. s. 141
[36] A.g.e. s. 141.
[37] Makal, a.g.e. s. 397.
[38] Makal, a.g.e. s. 354-5.
[39] Metinsoy, a.g.e. s. 132.
[40] Celal Bayar, Şark Raporu, 2006, s. 89.
[41] Metinsoy a.g.e. s. 142.
[42] Aktaran: Makal a.g.e. s. 335.