Screenshot_1
Teoriler Arası İlişkiler ve Psikolojinin Geleceği

Hem bilimde hem de bilimsel realizmde teoriler arası ilişkilerin birleştirilmiş bir modelini savunması sürecinde Paul Churchland, eleyici materyalizme hayat vermeye teşebbüs etti. Churchland’ın eleyiciliği üç iddiaya bağlı olarak çalışmaktadır:

  • Bazı teoriler arası bağlamların karşılaştırılamayan teorileri içerdiği,
  • Bunun gibi bağlamların hep kaçınılmaz şekilde bir teori ya da diğerinin elenmesini gerektirdiği, ve
  • Psikoloji ve nörobilimler arasındaki ilişkinin tam da böyle bir bağlam olduğu,

Farklı zamanlarda belirli bir analiz düzeyindeki ardışık teoriler arasındaki ilişkiler ile aynı anda farklı analiz düzeylerinde kalan teoriler arasındaki ilişkilerin ayrımını yapan daha detaylı bir teoriler arası ilişkiler açıklamasının, Churchland’ın ikinci ve üçüncü iddialarını reddetmek için zemin sunduğunu ve bu yüzden de onun eleyiciliğinin altını oyduğunu savunuyorum. Bu makale yine de bu teoriler arası ilişkilerin daha detaylandırılmış modeli dikkate alındığında sağduyu psikolojisinin nihai olarak elenmesini ummanın neden anlamsız olmadığı ile sona ermektedir.

I

Eleyici materyalizm son dönemlerde, hem teoriler arası ilişkilerin birleştirilmiş bir modelinin hem de bilimsel realistin minimalist bir metafiziğinin savunulması sürecine dair bir görüş benimseyen Paul Churchland’ın son dönem çalışmalarında (örneğin, 1979, 1981, 1984) bir diriliş yaşamıştır. Onun argümanları, şüphesiz, eleyici programa sempati duyan ancak onun ilk dönem savunucuları olan Paul Feyerabend ve Richard Rorty’nin anti-realizmine katlanmaya gönülsüz olan bilimsel düşünceli pek çok filozof ile felsefi düşünceli pek çok bilim adamı için yatıştırıcıdır.

Churchland, hilafına, ilgili sorunları tepeden tırnağa empirik olarak yorumlamaktadır. Onun eleyiciliği, bilimdeki teoriler arası ilişkilere dair yaptığı ayrıntılı bir analizin, gelecekteki nöro-bilimsel araştırmalar hakkındaki makul bir projeksiyonun ve bilimsel teorilere ilişkin gerçekçi yorumunun dolaysız bir çıktısıdır. Churchland’a göre kendimizi zihinsel olandan kurtaracağız, çünkü nöro-bilim genelde zihinsel psikolojik teorilere ve özellikle de niyetsel halk psikolojimize karşı üstün ve bütünüyle kıyaslanamaz olan insan aktivitesinin fiziksel açıklamasını sunacaktır. Nöro-bilimsel bir yaklaşım tanımlama, öngörme ve açıklama kabiliyetimizi azaltmaksızın psikolojik teorilerimizin (ve onların ontolojilerinin) yerini alacaktır. Churchland’ın çalışmaları büyük bir içgörüyle bilimdeki teoriler arası ilişkilerin açıklaması için geride kalmış yirmi yıla yayılan dil felsefesi çalışmalarının sonuçlarını keşfetmektedir. Churchland hem bu tartışma hem de kendi bilimsel realizmi temelinde eleyici materyalizmi savunmaktadır. Bununla birlikte, en azından bir seviyede niyetsel psikolojinin nihai elenişini ummanın tamamen anlamsız olmamasına karşın, bilimdeki teoriler arası ilişkilere ait analizinin oldukça iri taneli olması dolayısıyla Churchland’ın argümanlarının bu beklentiyi sağlamakta başarısız olduğunu iddia edeceğim. Özellikle, analizin düzeyleri ve teoriler arası ilişkilerin belirli zamansal özellikleri hakkındaki düşüncelerin birleşik rolüne yeterince dikkat etmemektedir. Churchland’ın vurgusu ontik temizliğin zemini olarak bilimsel teorilerin karşılaştırılamazlığı üzerinedir. Bu vurgu, ontolojik tasarrufu teorilerin karşılaştırılabilirliğini sağlayan sıkı biçimsel ve empirik koşulların temin edilmesinin sonucu olduğunu benimseyen teoriler arası ilişkilerin geleneksel mikroindirgemeci modeliyle (örneğin, Nagel 1961) belirgin bir karşıtlık içindedir. Bir teorideki varlıkları (ve onların özelliklerini) diğerindekilerle parça-bütün ilişkileri temelinde tanımlayan indirgeme fonksiyonları yardımıyla, ikincisinin ilkeleri birincisinden tümdengelimli olarak elde edildiğinde, bir teori diğerini mikroindirgemiş olur (Bkz. McCauley 1981). İndirgeyici teori indirgenen teoriyi açıklar ve böylelikle süreç dahilinde onun vazgeçilebilirliğini göstermiş olur.[1]

Öte yandan eleyici materyalistler, iki teorinin karşılaştırılamazlığı yüzünden basitçe birinin diğerinin yerini aldığı noktada, bilimdeki devrimci değişimin rolünü vurgulayan Kuhn(1970) ve Feyerabend’e(1961) sırtlarını dayarlar. İki teorinin çok sayıda aynı terimi kullanabiliyor oluşu aralarındaki farklılıkları örtebilir. Bilim tarihinde, ortak terimler tipik olarak, farklı teorilerde hem içlemsel hem kaplamsal olarak sıklıkla farklılaştıklarından, her bir teorinin tek başına kullandığı terimlere nazaran daha fazla zorluk çıkarmışlardır. Bu koşul türü sıklıkla, mikro-indirgemenin biçimsel ve empirik gereksinimlerinin her ikisine kısa-devre yaptırmaya kâfi gelir. Bundan dolayı, teoriler arası ilişkilerin bu her iki açıklaması da ontolojik sadelik arıyor olduğu halde, pek çok önemli noktada ters düşen analizlere yaslanırlar.

İki teori böylesine uzlaşmaz olduğunda, er ya da geç bilim adamları ya birini ya diğerini terk ederler. Bu tür bir teori değişimini izleyen karmaşa kapsamlı olup, genellikle önceki teoriyle onun eşlikçisi problemleri, metotları ve ontolojiyi içerir tüm araştırma geleneğini devirir. Yeni teori eşliğinde, teori geliştikçe hususiyetleri beliren, yeni problemleri, yeni araştırma projelerini ve hatta yeni olguları ortaya çıkaran yeni bir araştırma programı doğar. (Bkz. Feyerabend 1962, s. 28-29, 1975, s. 67, 176-77.) Filojiston teorisinin artık bizimle olmayışı, onun modern kimya teorisinin ilkeleri ve ontolojisiyle arasında bulunan sırasıyla tümdengelim ve özdeşliğe dayalı ilişkilerinden ötürü değil, daha çok bu üstün teorinin gelişimiyle kıyaslanamayacağını göstermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bilimsel realist için, filojiston teorisi hatalı ve modern kimya doğrudur, öyleyse ilkinin ikincisinden tümdengelimli olarak çıkarılması imkansızdır. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 218.)

Eleyici materyalistler psikoloji ve nöro-bilimler arasındaki ilişkiyi tam anlamıyla bu hatlar boyunca ele alırlar. Churchland bu hususta özellikle nettir:

“Eleyici materyalist, P-teorisini (Psikolojik teori) çok fazla irdelemeksizin, sahte bir teori olarak ele alır. Buna göre, nihayetinde nöro-fizyolojik etkinliğimize dair yetkin bir teori kurmanın yolunu bulduğumuzda, bu teori basitçe ilkel öncüsünün yerini alacaktır. P-teorisi sahte teoriler gibi elenecek, sağduyulu zihin durumlarının bilindik ontolojisinin akıbeti Stoacı Pneumata[2], simya özleri[3], filojiston[4], kalorik[5] ve parlak eter[6] sonu gibi olacaktır.” (1979, s. 114)

Başka şeylere ilaveten, bu çözümleme psikolojinin onun mikro-indirgenmesinin imkansızlığını gösterme arayışında olan muayyen savunmalarını etkisiz hale getirmektedir. (Örneğin, Fodor 1975, s. 1-26, 1981, s. 146-74). Onları etkisiz hale getirir, çünkü hem söz konusu teorilerin karşılaştırılamazlığına ilişkin öncüllerini kucaklar hem de bu öncüllerin, savunucularının onu korumayı umdukları tarzda, psikolojinin tam kapsamlı bir tasfiyesini haklı çıkarmaya yeten alternatif bir teoriler arası ilişkiler modeli sunar! Bundan dolayı, psikolojinin mikro-indirgenmesine karşı argümanlar, eğer nöro-bilimlerdeki teoriler onların yerini alırsa fuzulidir.

Eleyicilik, herhangi bir formunda, zihnin başka maddeci açıklamalarına ve bilhassa özdeşlik teorisine ait çeşitli biçimlerine nazaran birçok avantaja sahip olduğundan, eleyici materyalizmin realist bir dirilişi pek çok yönden hoş karşılanmaktadır. Örneğin, teoriler arası varlıkların özdeşliği, bir teori diğerinin yerini aldığında bir mesele olmaktan çıkar. Eleyici materyalizm, bilimdeki varsayımsal özdeşlikleri çevreleyen her türlü zorluktan sakınır(McCauley 1981). Eğer nöro-bilim psikolojik teorileri ve onların eşlikçisi ontolojik taahhütleri tasfiye ederse, bilimin ontolojisinde nöral hadiselerle özdeş hiçbir şey kalmayacaktır (Bkz. Rorty 1970, p. 424). Bu düşünceler, Rorty’nin eleyici materyalizmi özdeşlik teorisinin “kaybolma biçimi” olarak karakterize edişini motive etmiştir. Oysa, gerçekte kaybolan bir şey yoktur, zira Rorty’nin erken dönem görüşünde ilk başta kaybolacak bir şey yoktur, ve daha güncel olan anti-realist görüşünde ise bilimsel realistlerin soruşturduğu bu ve bunun gibi sorular metafiziksel karışıklığı yansıtır (Örneğin, bkz. Rorty 1979, s. 239 veya Rorty 1982, bölüm 1, 3 ve 5.)

Eleyici materyalizm ayrıca materyalizme karşı kategori hatası temelinde yapılan itirazlardan da sıyrılır (Bkz, örneğin, Cornman 1962). Kavramsal cephaneliğimiz bilim ilerledikçe değişim gösterir. Eski kategoriler, onları içeren başarısız teorilerin izinden gider. Eski kategorilerden mülhem kategori problemleri bu kategoriler kadar hızlıca görüş alanından çıkmalıdır öyle ki bilimsel realist açısından bu tıpkı onları içeren teoriler için olduğu gibi süratle gerçekleşmelidir. Nöro-bilimsel dilin psikolojik deyimlerin bildirici ve açıklayıcı işlevlerinin ikisini de uhdesine alma yeterliliği hiçbir kavramsal düşünce tarafından önsel olarak engellenmemelidir.

Dahası, bu düşünceler ayrıca eleyici materyalisti hem “sağduyu ideolojisinden” (Feyerabend 1975, s. 164) hem de onun motive ettiği ilave kavramsal itirazlardan (Özcülüğün herhangi bir güncel formu gibi) kurtarır. Pek çok bilimsel buluş sağduyu pahasına meydana gelmiştir. Bilimdeki teorik ilerleyişle yüzleştiğinde hiçbir kategori revizyona karşı bağışık değildir. Sağduyu kategorilerinin sahip olduğu dikkat çekici kavramsal durağanlığa rağmen, sağduyunun popülerliği (ya da yaygınlığı) onun kategorilerinin[7]) epistemik ayrıcalığına bir temel sağlamaz. “Dil atalarımızın bilgeliğini yansıttığı kadar, onların şaşkınlıklarını ve hatalarını da yansıtır” (Sutherland 1970, s. 104). Deneysel çalışmalar bilimin uzun zaman önce devirdiği kategoriler ve teorilerin, yine de sağduyu içerisinde genellikle sağlam bir noktaya dayandığını göstermektedir. (Bkz. McCloskey 1983.) Örnek olarak deneklerin tipik mekanik sezgileri, sıklıkla geç orta çağlarda revaçta olan fizik teorilerine mahsus açıklamalarla uyumlu gözükmektedir. Eleyici materyalist bunun insanlara ilişkin sağduyu anlayışımızda hâkim olan karmaşıklıkla aynı türde olduğunu savunur.

Elbette, ideoloji ve psikolojideki deyimlerinin ikisinin birden devamlılığı (ve mekanikte de aynı şekilde) eleyiciler açısından potansiyel bir rahatsızlık kaynağı gibi gözükmektedir. Sadece psikolojideki niyet dilini kullanmakla kalmıyor aynı zamanda dünyayla olan gündelik ilişkilerimizde uzay, zaman, kütle gibi klasik kavramları da kullanıyoruz. Rorty ve Feyerabend(rızayla) ve Churchland ise (gönülsüzce) (1981, s. 85-86), zihinsel dilin toplumsal olarak yerleşik olabileceğini öyle ki nöro-bilimin onun terini almasının ardından dahi direnebileceğini onaylar. Feyerabend, nihayetinde fiziksel çağrışımları zihinsel terimlere bağlayabileceğimizi öne sürüyor (1962, s. 90). Rorty ise pratikliğin tek mesele olması halinde eleyicinin çoktan kazanmış olduğunu savunur. Bir an için şunu kabul ediyoruz ki, “bu tür terimleri elverişsiz bir dilsel reforma nazaran daha büyük bir fedakârlık yapmadan düşürebiliriz.” ve bu durumda ” . . . ontolojik meseleler dil meselelerine dönüşür”, haklı olarak “onların ontolojik meseleler olmaktan çıktıkları” sonucuna ulaşabiliriz (1965, s. 185; ayrıca bkz. Rorty 1970, s. 424).

Daha yakın zamanda, Rorty eleyiciliğin daha bariz pragmatik bir formunu benimsemiştir. Artık bütün “metafiziksel konforu” terk etmeyi savunarak (1982, s. 166), “dil meselelerinin” ontolojik meselelere dair kaygı vermesinin önünü her iki anlamda da kesiyor. Ne sağduyu ne nöro-bilim epistemik ayrıcalığa sahiptir. Daha ziyade, her biri insanların yüzleştiği daha büyük veya daha küçük etkileri yöneten sorunlara çözümler sunarlar. Böylelikle “Kelimeler kullanışlı veya kullanışsızdır”, onlar “daha nesnel” veya “daha az nesnel” yahut “daha bilimsel” veya “daha az bilimsel” değildir. (1982, p. 203).[8] Rorty açısından zihin-beden ayrımı yalnızca, sinirsel donanımımızın olağanüstü karmaşıklığına karşı bir yanıttır. Eğer bu donanım daha aleni olsaydı, onu çok uzun zaman önce terk etmiş (yahut belki hiç formüle etmemiş) olurduk (Bkz. Rorty 1979, s. 242-43). Rorty için artık mesele bilhassa “dil meselesidir”. Güncel formunda Rorty’nin eleyici materyalizmini, biliminki de dahil olmak üzere “tüm kelime dağarcığını”, “niyetleri gerçekleştirmeye yönelik araçlar olarak gören ve hiçbirini gerçeğin nasıl olduğunu betimleyen temsiller olarak ele almayan” (daha çok münazaalı) pragmatizm anlayışının ılımlı bir sonucudur. Bu surette birinci kuşak eleyiciler (bilhassa Rorty) bilimsel ve gerçekçi zincirlerini daha pragmatik karakterli argümanlar uğruna büyük ölçüde kırdılar.

II

Bu, Rorty’nin(ve Feyerabend’in), tersi olmuş olsa eleyici materyalizmi cazip bulacak bilimsel düşünceli fizikalistleri yabancılaştıran, bilimsel realizme karşı açıkça sempatiden yoksun tutumudur. (Bkz Rorty 1979, s. 274-84). Churchland’ın bilimsel realizminde sağlam bir şekilde temellendirilmiş eleyici materyalizm savunusunu en çok memnuniyetle karşılayan işte bu zümredir.

Churchland’ın eleyici materyalizm argümanları seleflerinden belli hususlarda farklılaşır. Birinci fark bilhassa sağduyu ve sağduyu psikolojisinin statüsüne yöneliktir. Churchland, sağduyunun özündeki kuramsallığını ve onun ne salt eski aklın, heterojen sezgilerin ve çürütülmüş teorilerin hayatta kalan kategorilerinin ambarı ne de epistemik saf içebakışın kaynağı olduğunu vurgular. Sonuç olarak, o “çoğu filozofun sağduyu kavramının statüsü ve/veya kalıcı gücü konusunda sergilediği memnuniyet, bana aşırı derecede temelsiz görünüyor” (1979, s. 43) iddiasında bulunur. Churchland, hususi olarak insan davranışıyla ilgili olarak, sağduyu psikolojisine ait kategorik çerçeveyi varsayımsaldan ziyade apaçık olan bir şey olarak yorumlamanın ciddi bir hata olduğunu ileri sürer. Psikolojideki teoriler (sağduyusal ya da başka türlü), insan davranışına yönelik önerdikleri çözümlerden daha iyi değildir. Churchland, bu yüzden, psikolojinin[9] onu empirik olarak yenilmez kılan herhangi bir özelliğinin, sarsılmaz yapan emsalsiz bir işlevinin, herhangi bir türde özel bir statüsünün olmadığında ısrar eder (1981, s.84). Aslında Churchland, tüm zihinselci ve niyetliliğe dayalı psikoloji basitçe yanlış olduğuna ikna olmuş haldedir.

Burada kritik nokta, yine de niyetsel psikolojinin teorik karakterini bir kez tanıdığımızda, teorileri değerlendirdiğimiz tüm kriterleri bu teoriye de getirmeliyiz. İki husus bilhassa önemlidir, şöyle ki, teorinin sınırdaş ve örtüşen alanlardaki en iyi teorilerimizle ilişkisi ve kendi alanındaki empirik problemleri çözmedeki bütüncül kabiliyeti. Genel olarak konuşursak, başarılı bir teori bir olgular bütününü organize etmeli, etki alanını belirleyen nedensel ve işlevsel ilişkilere bir bakış sağlamalı ve bir sonuç babında zamanın başka noktalarındaki benzer olaylar hakkında bir empirik ön görüler sunmalıdır. İlaveten, asgari olarak genel olarak bildiklerimizle tutarlı olmalı, ideal olarak özellikle kavramsal merkezi alanlara ilişkin bildiklerimizi takviye etmelidir. (Bkz. Churchland 1981, s. 72-73.)

Churchland’ın ilgili teorilere ilişkin değerlendirmesi nettir. Psikolojik teorilerimizin (özellikle de halk psikolojisi teorilerimizin) kimi olgular üzerine sunduğu, kendi paradigmatik açıklamaları olan değerlendirmelerde acı bir şekilde kifayetsiz kaldığını savunmaktadır. Churchland’a göre onlar, muhakeme, duygu, algı, hastalık bilimi ve (belki en önemlisi olarak) öğrenmenin çoğu yönüne ilişkin ikna edici olmayan ve yüzeysel kıssalar anlatırlar (1979, s. 114-15, 127-37). Bu tür psikolojik teorileştirmeler ne yeni bir alan açmış ne de yeni bir araştırma getirmiştir. Kısacası, “Hikâye bir geri çekilme, kısırlık ve çöküş hikayesidir” (1981, s. 74). Churchland niyetsel psikolojinin ilkel atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde büyük ölçüde terk etmiş olduğumuz animistik bir doğa görüşünün hayatta kalan son numunesi olduğunu iddia etmektedir. Bundan dolayı, onun günlerinin sayılı olduğu benimsemektedir.

Churchland’ın yakın bilimlerdeki verimli teorilere başarılı bir şekilde entegre olmuş sağduyu psikolojisinin imkânı hakkında görece karamsar oluşu şaşırtıcı sayılmaz. Ancak o hikâyenin seleflerinin anlattığından daha karmaşık olduğunu düşünür. Eleyici materyalistin ana kaygısı “bir teorinin (halk psikolojisi) ontolojisinin diğeriyle (tamamlanmış nöro-bilim) nasıl alakalı olacağı ya da olmayacağıdır” (Churchland 1981, s. 72). Rorty ve Feyerabend gibi Churchland da şunu düşünür: (1) Niyetsel psikolojinin tüm formları nöro-bilimlerdeki teorilerle pürüzsüz bir şekilde eşleşmeye bilhassa dirençli olacağını gösterecektir (2) teorileri birbirleriyle eşlemenin dilleri birbirine çevirmenin hususi bir halidir (3) bu durumda muntazam çevirinin başarısızlığı karşılaştırılan teoriler arasındaki radikal uyumsuzluğu açığa çıkaracaktır. Özellikle Churchland için bu psikolojinin en mühim semantik ve sistematik önermelerini nöro-bilimin iddialarıyla eşlemedeki yetersizliğimizin bir işlevidir. Ancak Churchland’ın reddettiği, bu radikal karşılaştırılamazlık durumlarının bilimsel rasyonalizm veya bilimsel realizm adına da tehdit oluşturduğudur-bu ret teoriler arası ilişkilere ilişkin ayrıntılı analizinde temellendirilmiştir.

Churchland, bilimdeki teoriler arası ilişkilerin çok çeşitli durumlara yayılmasına rağmen, tanımlanabilir bir süreklilik içine düştüğünü iddia ediyor. Teorik ilişkiler radikal olarak karşılaştırılamaz olandan tamamen süreklilik taşıyanlara kadar, bunların arasındaki sayısız konuma yayılmaktadır. Mesele gayet yalın olup, bazı teoriler arası ilişkilerin diğerlerinden daha basit olmasıdır. Sonuç olarak, “İndirgenebilirliği bir derece meselesi saymaya hazır olmalıyız. Tıpkı güven veren yahut aksak olan çeviri gibi indirgeme de pürüzsüz veya engebeli olabilir ya da ikisi arasında herhangi bir yerde olabilir” (1979, s.84). İndirgenebilirliğin derecesi şu ikisinin doğrudan bir işlevidir: (1) İndirgenmiş teorinin hem semantik hem sistematik olarak mühim olan indirgeyici teorinin önermelerine düzgün bir şekilde eşleştirebileceğimiz önermelerinin sayısı (2) eşleştirilebilmesindeki kolaylık.

Teoriler arası indirgemenin bu açıklamasında, bir gerçek teori sahte olana indirgenemeye müsait olur, eğer ki o ikincisiyle yeterince iyi bir şekilde eşleştirilebiliyorsa (örneğin, Churchland görelilik kuramının klasik mekaniğe yeterince pürüzsüz eşleme sunduğunu savunmaktadır). Bu vurgu indirgeyici teorinin kavramsal yapısı içinde indirgenmiş teorinin merkezi iddialarının sadakatli makul bir resminin muhafazasına dairdir ve bu ne ikisi arasında tümdengelimli ilişkiler kurulmasını ne de indirgenmiş teorinin iddialarının pek çoğunun doğruluğunu veya indirgenmiş teorinin (gözlemsel olarak) en temel iddialarının hakikatini muhafaza etmeyi gerektirir. (Bkz. 1979, s. 84-85.) Dolayısıyla “başarılı bir indirgeme yerinden edilmeye uygun olmaya yönelik çarçabuk bir kanıt sunar ve yeni teorinin eskisine eş güçte bir resmini bir temel olarak içerdiğini göstermek suretiyle muvaffak olur” (1979, s. 82). Çünkü indirgeyici teori, indirgenen teorininki ile genel itibariyle sürekliliği olan alakalı etki alanının açıklamasını sunar ve çünkü bizler bir teorinin diğeri üzerindeki üstünlüğünü teori seçiminin geleneksel kıstaslarına binaen kolaylıkla tespit edebiliriz; öyle ki bu tür indirgemeler umumi arka plan bilgimizde çok cüzi bir revizyon gerektirir ve bu bakımdan bilimsel rasyonalitenin açıklamaları için çok küçük bir tehdit oluştururlar. Genellikle indirgeyici teori indirgenen teorinin etkinliğinin çoğunu yapar ve bununla kalmayarak daha iyisini de yapar. İlaveten, o indirgenen teorinin sınırlamalarının nerede ve neden ortaya çıktığını taslağını çizmeye muktedirdir. Göründüğü kadarıyla buradaki teori değişim süreci evrimsel olup, indirgeyici teorinin başarısının biçimini veren adaptasyonları takip etmek çok zor değildir. Eski teorinin ontolojisinin indirgenip bu surette yenisinde yaklaşık olarak korunmasına dair düzenlemeler yeterince küçüktür. (Makalenin devamında zaman zaman teoriler arası ilişkilerin açıklamasında evrimsel kavramları kullanacak olsam da bu evrimsel epistemolojinin herhangi bir versiyonunun onayı olarak yorumlanmamalıdır. İddialar sadece analojiktir ve tüm analojiler gibi her açıdan geçerli değillerdir. Bu konuşmaya ilham vermekte olan evrimsel epistemoloji geleneği değil daha ziyade evrimsel konuşmanın yerleşik devrimsel konuşma geleneğine en doğal zıtlığı ortaya koyduğu olgusudur. Onu bu karşıt anlamda kullanmaya çalışıyorum.)

Tipik olarak çevirilerin ikna ediciliği kültürlere ait inanç sistemlerinin kökten bir şekilde farklı olduğu yerlerde asgaridir. Benzer şekilde bilimdeki teoriler kökten bir şekilde karşılaştırılamaz olduğunda farklı dünyaları tanımlar gibi gözükmektedirler. (Bkz. Kuhn 1970, bölüm 10.) Bu tür devrimsel bağlamlarda bir teorinin pek azının önemli önermelerini halefine ait olanlar ile eşleştirmeye gücümüz yeter, örneğin geç orta çağ göksel mekaniğini Keplerci(veya Newtoncu) görüş ile eşleştirme girişiminde olduğu gibi. İki teori birbirinden öylesine farklıdır ki, tüm çeviriler her iki teorinin bir diğerinin terimleriyle onun en kritik iddialarının pek çoğunu türetemeyeceği ölçüde kötü çevirilerdir. Hızlı değişim dönemlerinde, rekabet halindeki görüşlerin taraftarları birbirlerini anlamadan konuşur gibi gözükürler—farklı dünyalarla ilgilendiklerinden değil hepimizin ilgilenmesi gereken dünyayı tanımlamak adına çok geniş ölçüde farklı kavramsal çerçeveleri kullandıkları için. Bu bağlamlarda iki teori uzlaşma adına çok küçük bir zemin bulurlar. Sorunların göreceli önemi, disiplinler arası sınırlar, yöntemlerin uygunluğu, çeşitli gözlemlerin ilgililiği veya hatta açıklanacak olguların kapsamı ve yorumu hakkında hemfikir olmaya ihtiyaç duymazlar. Bu bakımdan teori seçiminin standart ölçütü burada daha az yardımcı olur çünkü en azından başlangıçta her iki teori de rakibininkileri kapsayacak kaynaklara sahip değildir. Bu gerçekleştiğinde tüm teoriler ve ontolojileri bir diğerinin yerini alır. Rekabet halindeki teoriler empirik kanıtın statüsüne dair derin bir fikir ayrılığında olabileceğinden teoriler arası kararlar empirik testlerden ziyade düşüncelere dayanıyor olmalıdır.

Churchland bu noktada pek açık sözlü olmadığı halde muhtemelen bilimdeki devrimsel değişimlerin de yine onun rasyonelliğini yalanlaması gerekmediğini savunacaktır. (Bkz. Churchland 1979, bölüm 4 ve 6.) İki ya da daha fazla bilimsel teori kimi alanların açıklamaları olarak rekabet eder. Zamanla kaçınılmaz olarak bilgimizin geri kalanı ile farklı bir şekilde bağdaşacaklar ve böylece daha fazla ya da daha az empirik destek elde edeceklerdir.[10]

Bilimdeki evrimsel veya devrimsel değişimlerden çıksın yahut çıkmasın, geçerli en iyi teorilerimiz ontolojik bağlılıklarımızı hak etmektedirler. Churchland için bilimsel realizm “Teorideki mükemmellik ontolojinin ölçüsüdür” şeklindeki ilkeye bağlılık olarak özetlenebilir (1979, s. 43). En iyi bilimimizin gerçek olarak kabul ettiği şey gerçek olarak kabul edilmesi gerekendir (“En iyi bilimimiz” kavramının ardında yatan her türlü şeyden ötürü). Doğrusu Churchland için bilim neyin gerçek olduğunun kriterini temin eder. Churchland’ın eleyici materyalizmi hemencecik şunun ardından gelir: “Psikoloji teorisinin empirik erdemleri oldukça kifayetsizdir, onun ontolojik indirgemeye yol alacak yeterli pürüzsüzlükle indirgeneceğini beklemek akılsızcadır, daha makul olan ise daha güzel bir karşılık yani nöro-biliminki için yüz üstü bırakılıp terk edileceğini ummaktır”. Tüm kanıtlar nöro-bilimin nihayetinde bir çeviri sağlamasını beklemeyeceğimizi söyleyecek şekilde onun niyetsel psikolojiye bağlı bir çeviri sunmayacağını gösteriyor. Nöro-bilimsel bulgular ışığında psikolojik iddialarımızı yeniden yorumlamayacağız; daha ziyade nöro-bilimsel bulgular uğruna eleyeceğiz.

III

Churchland’ın teoriler arası ilişkiler modeli (öncesinde kısmen Schaffner 1967’de görülmektedir) bilim felsefesinde ontolojik deflasyonun iki geleneksel stratejisi için birleşik bir açıklama sunar. Mikroindirgeme ve devrimci bilimi teoriler arası ilişkilerin çelişkili ve karşılıklı olarak birbirini reddeden iki açıklama olarak ele almaktansa her birini teoriler arasındaki olası semantik ilişkilerin sürekliliği üzerindeki uç noktalar şeklinde yorumlamaktadır. O bu pozisyonların hiçbirini onların müdafilerinin verdiğine benzer aşırı ifadelerle karakterize etmemektedir. En iyi teoriler arası eşlemelerimiz geleneksel mikroindirgemecilerin iddia ettiği kadar titiz değildir; sahip olduklarımızın en kötüsünün de Kuhn ve Feyerabend’in ima eder göründükleri kadar tamamıyla kopuk olmayışı gibi. Churchland’ın ölçülülüğü onun hem genel olarak daha uygulanabilir hem de onlarınkinden daha detaylı bir teoriler arası ilişkiler modeli geliştirmesine imkân tanır. Ayrıca o teorik açıdan önemli tümcelerin bir teoriden diğerine akla yatkın bir şekilde eşleme yeteneğimize dair belirli durumları değerlendirecek nispeten anlaşılır bir strateji de sağlar.

Churchland’ın teoriler arası ilişkiler modeli gittiği yere kadar kafidir ancak yeteri kadar ileri gitmez. Ana hikâye Churchland’ın anlattığından bile daha karmaşıktır. Sağduyu psikolojisinin yerinden edilişini umuyor olmama rağmen, bunun nasıl gerçekleşeceği hususunda Churchland ile hemfikir değilim.

Tüm eleyici materyalistler, kesin sonuçlarına üç varsayıma dayanarak ulaşırlar. Birincisi hemen hemen tartışmasızdır; yani, özünde karşılaştırılamaz olan teorilerin karşılaştırılmasını içeren en azından bazı teoriler arası bağlamların keşfedilmesi. İkincisi bu tür bağlamların hep bir teorinin ya da diğerinin neredeyse tamamıyla elenmesini gerektirdiği. (Üstün olan teorinin başarısı onu kavramsal iddiasını tartışmalı ontolojik sahaya dayandırma konusunda yetkilendirir.) Sonuncusu olan, eleyicilerin üçüncü varsayımı ise psikoloji ile nöro-bilim arasındaki ilişkinin böyle bir bağlam olduğu.

Bununla birlikte teoriler arası ilişkilerin daha detaylı bir açıklaması eleyicilerin ikinci ve üçüncü varsayımlarını reddetmeye yönelik bir zemin sağlamaktadır. Sağduyu psikolojisi ve günümüz nöro-bilimi iyice kopuk olsa da ihtiyaç duyulan (ve bu durum dahilinde) birinin diğeri aracılığıyla elenmesi veya yerinin değişmesi değildir. Her ne kadar Churchland teorilerin göreceli kavramsal sürekliliğini vurgulasa da o ve teoriler arası ilişkiler üzerine yazan başka pek çok yazar[11] hususiyetle teoriler ve etki alanları arasındaki ilişki üzerinde odaklanmışlardır. Bu genel eğilim şüphesiz biraz, filozofların genel olarak teorilerin mantıksal yapısı ile olan, özel olarak da teorik ilkeler arasında bulunan tümdengelimli ilişkiler ve teorilerin kendi etki alanlarındaki varlıkların arasındaki parça-bütün ilişkilerine yönelik geleneksel ilgilerinin bir sonucudur. Ancak, teoriler arası ilişkilerin işlevsel boyutlarının soruşturulması da aynı derecede açıklayıcıdır. Ancak bu işlevsel ilişkilere ait tartışma iki mühim ön hazırlık üzerine soruşturma beklemektedir; analiz düzeyleri kavramı ve teori karşılaştırmada zamansal hususların rolü.

Teoriler arası ilişkilere ait neredeyse her tartışma bir yerde analiz düzeyleri arasındaki ayrıklıkları baştan kabul etmektedir. Daha alt düzey bir teori ve ontolojisinin daha üst düzey bir teori ve ontolojisini indirgediği görüşünün olduğu mikro-indirgemeye dair tüm konuşmalarda katiyetle örtüktür. Mikro-indirgemeciler eğer daha üst düzey varlıklar, özellikler ve ilkeleri (yahut makro-) daha alt düzey varlıklar, özellikler ve ilkeler (yahut mikro-) aracılığıyla kapsamlı olarak tanımlayabiliyor ve ön görebiliyorsak ilkini ikinciye indirgeyebileceğimizi (ve üst düzey analizden vazgeçebileceğimizi) benimsemektedirler. Analiz düzeyleri kavramının anahtarı, en azından parçalar ve bütünler olarak organize olmuş (bilim için tartışmalı şekilde gerekli olan) bir doğa görüşü olup, bundan ötürü tüm varlıkların bu kapsamda bileşenli analizin konusu olduğu yönündedir. (Bkz. Bechtel 1984.) Ancak ehem olan bunun bizim bu bileşenleri yapısal olarak tanımlamak zorunda olduğumuz anlamına gelmemesidir. İşlevsel açıklamalar salt ekoloji ve fizyoloji gibi alanlardaki birçok teorik amaç için yeterli olmasına ilaveten tipik olarak önemli derecede karmaşık sistemler üzerinde çalışırken de tercih edilebilirdir. Bilimdeki analiz düzeylerinin doğadaki organizasyon düzeylerinin basit hiyerarşisiyle eşleşen, kabaca hiyerarşik, benzer bir düzeni vardır.

Daha genel olarak konuşursak kimya, kimyasal terimler dahilinde en ekonomik şekilde tanımlanmış olan, atomaltı parçacık ve ilkelere referans vermeksizin bir dereceye kadar sistematik analize duyarlı nedensel ilişkiler içinde yer alan daha büyük unsurlar ve olaylarla ilgilendiği için atomaltı fiziğinden daha yüksek bir analiz düzeyidir. Yine genel olarak konuşursak biyoloji daha da üst düzeydir ve psikoloji de ondan daha üst düzeydir. Bir analiz düzeyinin yüksekliği, ilgili olduğu olayların alanının büyüklüğü ile ters orantılıdır, bu nedenle örneğin hücresel biyoloji, biyokimyanın üzerine konuştuğu olgunun bir alt kümesiyle ilgilendiği için ona nazaran daha yüksek bir analiz düzeyinde ilerler. Bir analiz düzeyinin yüksekliği ilgilendiği sistemlerin karmaşıklığı ile de doğru orantılıdır. Bu bakımdan üst düzey bilimler gittikçe daha organize olan fiziksel sistemlere ilişkin gittikçe daha fazla kısıtlanmış olay aralıklarıyla ilgilenir. Sonuç olarak saf yapısal hususlar hiyerarşide ne kadar ileri gidersek düzeyleri daha az vurgulayacak şekilde ayırır. Daha üst düzeyler genellikle daha karmaşık sistemler ve daha geniş değişken aralıkları ile ilgilenir. Bu tür sistemlerin davranışı daha çeşitlidir. Farklı parçalar işlevsel olarak eşdeğerdir ve aynı parça tek bir işlevden fazlasını sunabilir. Bu tür bağlamlarda işlevsel tanımlamalar daha büyük bir önem arz eder. Ancak sıklıkla pek çok süreci (örneğin fizyolojide olduğu gibi) belirli bir seviyede işleyen kendi kendini düzenleyen, görece kapalı işlevsel sistemlerin ürünler olarak kullanışlı şekilde idealize edebiliriz.

Teoriler arası ilişkilerin art zamanlı ve eş zamanlı özellikleri arasındaki ayrımları vurgulamak ayrıca yararlı olacaktır. Churchland’ın yöntemi kimi zaman onun bu noktadaki duyarlılığını yansıtır (1979, s.81), başka zamanlarda ise yansıtmaz (1979, s.107). En özel olarak, aynı zaman diliminde farklı analiz düzeylerindeki teoriler arasındaki ilişkilerin aksine, zamana bağlı olarak münferit bir analiz düzeyinde ardışık olan teorilerin arasında cari olan ilişkileri ayırt etmek önemlidir. Birincisine Wimsatt’ı (1976a) izleyerek düzey içi ve ardışık bağlamlar, ikincisine ise düzeyler arası ve mikro-indirgemeci[12]) bağlamlar adını vereceğim. Düzey içi bağlamlar Kuhncu devrimsel durumları (Chomsky’nin dil teorileri ile onun yapısalcı ve davranışçı selefleri arasındaki ilişkiler gibi) içermektedir. Diğer yandan, 1950’lerin başlarındaki genetik ve biyokimya arasındaki ilişki düzeyler arası ilişkilerin öneminin özellikle açıklayıcı bir örneğidir. Bu iki bağlam türü hem işlevsel hem yapısal zeminde önemli ölçüde farklılık gösteren teorilerin aralarındaki ilişkileri içermektedir. Sonuçta birleşik indirgeme modelleri (Nagel[1961] veya Schaffner[1967]’deki gibi) ve hatta tek boyutlu modeller (Churchland’ınki gibi) bilimdeki teorilerin arasındaki güncel ilişkilerin çeşitliliğini aşırı basitleştirmek suretiyle gölgeler (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 214-15).

Churchland’ın modeli pek çok yönden yardımcı olmaktadır. Ancak bilimdeki teorik yer değiştirmelerin yeterli koşullarına yönelik güvenilir bir rehber değildir ve elbette onun ve eleyici materyalizmin geriye kalan pek çok versiyonunun yöneldiği gibi Churchland’ın modelinin de amacı tam anlamıyla budur.

Churchland’ın teori karşılaştırılabilirliği hakkındaki sürekliliği düzey içi ilişkilerin önemli bir boyutunu yakalar. Onun modeli (örneğin, Feyerabend[1962]’nin zıttına) daha eski teorilerin yanlışlığı ve nahif karşılaştırılamazlığına rağmen üstün teorilere bu seleflerini indirgemeye en azından kimi zamanlar izin verdiğinden klasik ve görelilikçi mekaniğin kavramsal ve empirik yakınlığına ait bir sistematik bir açıklamayı muhafaza eder. Churchland, mikro-indirgemecilerin savunup diğerlerinin aşırı tepki verdiği tümdengelimli ve empirik gerekliliklerden sakınmak suretiyle ilgili vakalara ait spektrumun daha ustalıklı bir yorumunu sunar. Bununla birlikte dahası da vardır.

Teoriler arası eşleştirmenin iyice akla yatkın şekilde yapıldığı düzey iç bağlamlarda yeni teori tipik olarak eskisini düzeltir. O eski teorinin ne zaman ve neden başarısız olduğuna ait ilkesel bir açıklama sunarak onu bu bakımdan açıklığa kavuşturur. Kepler’in kanunları ona göksel cisimlerin dairesel hareket ettiği varsayılan Kopernikçi astronomik hesaplamaların başarısı ve başarısızlığını açıklama ve ön görme imkânı verdi. Yeni teori tipik olarak daha büyük bir öngörüye, daha geniş bir etki alanına yahut ikisine birden sahiptir. O selefinin başarılarını, yeni teoriyi sınırlamayan belirli parametrik değerlerin içine düştüğü aralıkta olduğu özel durumlar olarak içermektedir. Bu kısıtlanmış alanda eski teori yenisine dair bir yaklaşım meydana getirir ve en azından mühendislerin amaçları için yeterli olan etkin bir keşif ve hesaplama yöntemi olarak iş görür. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 174 ve McCauley 1986.)

Birbirini takip eden teorilerin çoğunlukla sürekli olduğu bu düzey içi bağlamlarda, eski teorinin ontolojisini ortadan kaldırdığımızı nadiren iddia ederiz. Daha ziyade terimler ve önermeler yeni teorinin kavramsal çerçevesindeki yeni konumlar ışığında yeniden yorumlanmaya duçar olmaktadır. Bu yeniden yorumlamaların hem içlemsel hem kaplamsal sonuçları barındırabilir. Teorilerin sürekliliği yine de eski ve yeni arasında içlemsel ve kaplamsal denk düşmenin kusursuz bir işlevidir. Genelde yeni teoriler, mümkün olduğunda eski terimleri elde tutarlar. “Gezegen”, “evrim”, “kütleçekim” gibi terimler ile doğrusal eylemsiz hareket hakkındaki önermeler gibi çok sayıda yeniden yorumlamayı muhafaza ettik çünkü bu yeniden yorumlamaların etkileri ayrı ayrı alındığında çok şiddetli değildi. Eskilerin gezegen olarak adlandırdığı çoğu cisim hala öyledir örneğin. (Bkz. Brown 1979, s. 118.) Birbirini takip eden bazı teorilerin en azından bazı aynı şeylerden bahsettiğini, bu şeyler hakkında birtakım aynı iddialarda bulunduğunu ve ortak açıklanan(explananda) hakkında açıklamalar sunduğunu kabul edebiliriz. İlgili değişimler daha geniş kavramsal şablonu imha etmeyen makul yerel etkilere sahip oldukça karşılaştırılamazlığın teori karşılaştırmayı tehdit ettiğini iddia etmek durumu abartmaktır.

Churchland’ın sürekliliğinin diğer ucundaki düzey içi ilişkiler ─özgün, beklenmedik (felsefi olarak provakatif) bilimsel devrimler ─ geçen yirmi yılın gösterdiği literatürden daha nadirdir. Köklü anlam değişiklikleri ve bütünüyle yeni teorik öğeler teoriler arasında temel uyumsuzluklar ürettiğinde, kavramsal şablonlar örtüşmez. Bu zorluklar devrimsel gelişmelerin sonucu olarak da doğsa ardışık teoriler serisi üzerinde de birikse bazı teorileri ardılları ile eşleştirme teşebbüslerini zayıflatmaktadır. Tekil bir adımda ciddi bir karşılaştırılamazlığın doğduğu yerde eski bir teoriyi en yakın ardılına çeviremeyebiliriz. Bunun gibi krizler esnasında bilim adamları teorilerden birini yerinden etmeye veya elemeye karar verir. Aynı olguların en azından çoğuna ait pürüzsüz karşılaştırılamaz açıklamaları sunduklarından bilim çok uzun süre bekleyemez. Eğer meydan okuyan başarılı olursa bu eski teorinin yittiği anlamına gelir. Burada üstün teori rakibinin yerini aldığında onu ve ontolojisini ortadan kaldırır (bakınız, örneğin, Brewer 1974). Oysa küçük kavramsal sürtüşmelerle dolu (ve teoriler arası eşleştirme göreli olarak basit olduğu) düzey içi bağlamlarda yeni teoriler eskileri yerinden etse de eski teorinin özellikleri direnir ve yönlendirici bir hesaplama yöntemi olarak çalışabilir. İlaveten ontolojisinin büyük kısmının akla yatkın güvenilir bir tasviri ardılının içinde devam eder.

Tüm düzey içi bağlamlar nihayetinde bazı teorilerin tamamen elenmesiyle sonuçlanır. Zaman içinde düzey içi bağlamlarda karşılaştırılamazlık artış gösterir (ve ardılların nesilleriyle ayrılan daha eski teoriler ile güncel olarak hâkim olan teori arasındaki eşleştirmenin niteliği bu yüzden kaçınılmaz şekilde azalır). Bilimsel devrimler belirli bir analiz düzeyinde teoriler arası çeviriyi engeller ancak yeterli zaman verildiğinde bilimsel evrim de bunu yapar. (Bkz. Laudan 1977, s. 139.)

Evrimsel değişimin bu türünün basit bir gösterimi yardımcı olabilir. Tartışmalı olarak, Galileocu dinamiğin bir parçası günümüz mekaniği ile; ikincisinin, düşüşün çok uzun olmaması ve nispeten dünya yüzeyine yakın olarak meydana gelmesi halinde, Galileo’nun serbest düşme yasasıyla akla yatkın şekilde örtüşen ön görüler sunması anlamında süreklilik arz eder. Galileo’nun doğal dairesel hareket kavramı yine de Neo- Aristotelesçi seleflerinin mekaniğinin bir parçasıdır. Öyleyse Galileo dinamiğinin en azından bir veçhesi günümüz teorisiyle eşleşirken bir diğeri en azından geç orta çağ teorisiyle de eşleşir ama eğer varsa geç orta çağ dinamiğinin çok azı on yedinci yüzyıl ve sonrası ile sürekli şekilde eşleşir ve tamamına yakını olmasa da çoğu Galileocu yeniliklerde sağ kalamaz (Bkz. Brown 1979, s. 111-21.) Mesele gerçi Galieo’nun çalışmasının devrimci karakterinin bütünüyle kapsayıcı olmamasıdır. O başarılı olduğu zaman geleneksel kavramları yeni sisteminin elverdiği şekilde tutarlı olarak kullandı. Galileo’nun sunduğu kökten değişimleri tespit etmek ve sonuçlarının peşine düşmek çok zor değildir. Kepler dairesel hareketin kutsallığını zayıflattığı, Descartes’ın doğrusal eylemsiz hareketi önerdiği ve Newton’un ekonomik olarak yersel ve göksel mekaniği birleştirmek suretiyle doğal hareketler kavramını ortadan kaldırdığı zaman geç orta çağ mekaniği sadece yer değiştirmekle kalmadı aynı zamanda tasfiye edilmiş de oldu.

Bilimsel devrimler (örneğin, Kopernik) ya da bilimdeki ardışık teorilerin (örneğin, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl mekaniği) kümülatif etkileri isabetli teorik çevirileri engellese bile bilimler değişip geliştikçe kaçınılmaz olarak bu tür engeller çıkar. Zamanla teorik nesiller ardışık teorileri eşleştirmede bir analiz düzeyinde kaçınılmaz şekilde uyumsuzluklar biriktirir, ta ki sadece kimi ata teorilerin yerinden edildiği ile yetinmeyip onlara giden tüm yolları da kapattığımızı güvenle söyleyene kadar. Bu bilimsel değişimin kati bir ilkeli sonucu olmasa da bir gerçektir.

Düzeyler arası bağlamlar ise aksine herhangi bir eleme içermez. Bunlar amacın farklı analiz düzeylerinde çalışan teorilerin birleştirilmesini amaçlayan çapraz bilimsel bağlamlardır. Bilim adamları teorilerinin birbirine sınırdaş olan ve örtüşen düzeylerde bilinenlerle uyumlu olup olmadığını (ve onlar tarafından takviye edildiğini umarlar) araştırırlar.

Bilimdeki düzeylerin altında yatan bileşenli varsayımlar bilim adamlarının düzeyler arası ilgileri konusunda da bilgi verir. Bilim adamları farklı tanımlar altında aynı olgu olduğu varsayılan şeye ilişkin yeni açıklayıcı ve problem çözücü yaklaşımlar elde etmek için diğer analiz düzeylerine bakarlar. (Bkz. McCauley 1986.) Düzeyler arası araştırmalar, (1) teorilerin ortak bir explanandumu[13] paylaştığı varsayımını doğrulayan, (2) daha ileri araştırmalara özendiren, devamlılık arz eden süreçteki farklı teorilere ait kavramlar arasındaki rabıtaları sağlar. Komşu analiz düzeylerindeki teoriler bir kez iki bilim arasındaki sınır meseleleri doğrudan tarif edecek yeterlilikte gelişti mi biri diğerinin biçimini sınırlama eğilimi sergiler. Bilimin bütünü herhangi bir muayyen düzeydeki teoriler üzerinde seçilim baskısı yaratır. (Bkz. Wimsatt 1976a, s. 231-36.) Neredeyse her zaman hemen hemen komşu düzeylerde geçerliliği olan teoriler yerel kavramsal alanda en derin kuvveti uygular. Bir diğerinin araştırma problemlerinin tanımlanmasına yardımcı olurlar. Burada teoriler tipik olarak birbirlerinin taleplerini yerine getirmeye çalıştıkları ölçüde birbirlerini doğrulamazlar. Sodyum iyonlarının hücre zarlarına geçişinin açıklaması hususunda fiziksel kimya ve biyokimyanın birbirlerine koydukları sınırlamalar buna uygun bir gösterim sağlar. (Bkz. Robinson 1982).

Teorilerin görece düzgün bir şekilde eşleştiği (geleneksel mikro-indirgeme modellerinde belirtilenlere yaklaşık hatlar boyunca) düzeyler arası bağlamlardaki yer değiştirme yaklaşımının en güçlü karşılığı olsa olsa kısmi yer değiştirebilirliktir. Komşu düzeylerdeki teorilerle iyi bütünleşmiş bir düzeydeki bir teori ideal olarak belirli özel durumlar altında onların yapabildiklerinin bazılarını yapabilir. Genel olarak konuşursak, daha üst düzeydeki ilgili değişkenler sabit tutulduğunda, iyi bütünleşmiş daha alt düzey teoriler ideal şekilde açıklayıcı ve ön görüsel amaçlarımızın (tipik bir şekilde devasa bir bedel karşılığında da olsa) pek çoğu için yeterli açıklama sağlar, istatistiksel mekanik ve termodinamik ilişkisi örneğinde olduğu gibi. Daha üst düzey teoriler, diğer yandan, örnek olarak fizyolojik uğraşların aşırı derecede karmaşık biyokimyasal araştırmaları aydınlattığı zaman, görünüşte bütünüyle bağlantısız daha alt düzey olguları düzenlemenin gerekçesini temin eder. Görece ham teorilerle meskûn düzeyler ve/veya düzey içi sebeplerden ötürü köklü değişime uğrayan düzeyler arasında kalan sınırlar, Churchland’ın düzey içi durumlara uygulanmış teori sürekliliğine ait sürecinin diğer uç noktayı temsil eder. Relata[14] kendi düzeylerinde değiştikçe ─bu esnada düzeyler arası kuvvetlerce sınırlandırılıp, düzey içi dinamiklerce yön verilen bir süreç ─ onlar gittikçe birbirleriyle ayrık hale gelebilirler. Uygun bir rekabetçi teorinin yokluğunda düzeyler arası kuvvetler verili herhangi bir düzeyde kurulu teoride (bırakın onu yıkmayı) değişimleri harekete geçirmek için ne zorunlu ne de yeterlidir. Örneğin, deneysel psiko-dilbilimde önemli karşı kanıtlara karşılık dilbilimdeki dönüştürücü gramerin kalıcılığını bir düşünün. (Bkz. McCauley 1984). Düzeyler arası kuvvetler, sadece neyin uygun bir alternatif sayılacağını tarif etmeye yardımcı olup belli bir düzeyde hâkim olan bir teoriyi kendi başına alaşağı etmeye muktedir değillerdir. Farklı düzeylerdeki teoriler arasındaki çeviriler daha daha zorlaştıkça, yer değiştirilebilirliğe dair konuşmak (bırakın yer değiştirmeyi) bile daha daha az meşru hale gelir: ”Düzeyler arası indirgemede çeviri zorlaştıkça, daha üst düzey olan teori daha vazgeçilmez olur. Tanımladığı düzenlilikleri kavramanın yegâne pratik yolu olmaya başlar.” (Wimsatt 1976a, s. 222). Kayda değer derecede teoriler arası kopukluk, yani yüksek derecede karşılaştırılamazlık gösteren düzeyler arası bağlamlar, teorilerin ve ontolojilerinin yerinden edilmesini veya elenmesini içerme ihtimali (burada ele alınan dört durum arasında) en düşük olandır. (Bkz. Şekil.1) Bazı teoriler arası bağlamlarda, yani düzeyler arası olanlardaki kökten karşılaştırılamazlık, ne teorilerin meşru zeminde elenmesini gerektirir ne de esasında bu türden elemeleri harekete geçirir.

Daha alt düzey teorilerin (daha üst düzey olan teoriler gibi) düzeyler arası bağlamlarda açıklamaya teşebbüs ettiği, üst düzey teori değil söz konusu olan olgudur. Yeniden açıklanmış olan olgudur, teoriler değil. Daha alt düzey ve daha üst düzey teoriler kayda değer derecede bağdaşmayan açıklamalar sundukları bir explanandumu paylaşmaktadırlar. Farklı kavramsal kaynakları bir araya getirirler ve sonuç olarak söz konusu olgunun farklı yönlerini vurgularlar.  Bununla birlikte, düzeyler arası bağlamlarda teoriler arası yoldan çıkmalar kaçınılmaz şekilde zamanla komşu olduğu bağdaşmaz teorilerin karşılaştırılamazlığını düşürme eğilimi gösterir. Bu tür düzeyler arası hareketler bilimsel keşifler için mühim bir yönlendirici güçtür (Bkz. McCauley 1986 ve Bechtel [yayınlanacak]). Bilim adamları sınırdaş düzeylerdeki teorilerin mantıksal olarak ilişkili sonuçlarını ararlar. Mantıksal çatışmalar galip teori için yeni empirik destek; mağlup teori içinse olası düzeltmeler ve daha ileri araştırmalar için istikamet sağlayan yeni testler önermektedir. Daha özel olarak, bilim adamları parçalara ait koleksiyonlar (daha alt düzey teorilerdeki varlıklar) ve bütünler (daha üst düzey teorilerdeki varlıklar) arasında varsayımsal özdeşlikleri koyutlayarak düzeyler çerçevesinin altında yatan bileşenli varsayımları kullanmaya teşebbüs ederler. Bu özdeş iddialar empirik araştırma için mühim yollar teklif eden varsayımsal iddialardır (Bkz McCauley 1981). Bu varsayımsal özdeşlikler, düzeyler arası keşifleri sağlayan önemli bir güç kaynağıdır.[15]

Bu düzeyler arası bağlamlarda teorilerin birbirleri üzerindeki tesirlerinin tek yönlü olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır (birçok filozof ve bilim adamının yaygın indirgemeci önyargılarına rağmen). (Bilişsel psikolojinin nöro-bilim üzerindeki kimi etkileri hakkındaki bir tartışma için Allen 1983’e bakınız). Çevirideki başarısızlıklar ” . . . üst düzey olanın sorumlu olduğu varsayımını doğrudan beraberinde getirmez” (Wimsatt 1976a, s. 222). Herhangi bir teorinin hak ettiği öncelik her ne ise ontolojik ön yargılarımızda temellenmemeli, daha çok üstün empirik performansa dayalı olmalıdır. Muntazam bir düzeyler arası çevirinin yokluğu alt düzey teorilere veya onların ontolojilerine açıklayıcı ve/veya ontolojik öncelik vermek adına bir a priori bir sebep teşkil etmez. Laudan’ın (1977, s. 56) gözlemlediği gibi, “. . . Unutmayın . . . İki teori arasında mantıksal bir tutarsızlık ya da birbirini desteklemeyen bir ilişki olması, bilim insanlarını birini, diğerini ya da her ikisini de terk etmeye zorlamaz.” (Ayrıca Bkz. s. 50-54.)

Komşuluk eden düzeylerdeki teoriler arasındaki dikkate değer kopukluk genellikle empirik araştırmaya ilham verir. Eğer her bir teori yeni sonuçlara ayak uyduracak şekilde düzenlenirse teoriler kavramsal olarak giderek süreklileşme eğilimi gösterir. Kavramsal yapıları yalnızca hafif çatışma halinde olan yakın düzeylerdeki teorilerin yer aldığı düzeyler arası şartlar düzeyler arası teorilere yol açabilir (Maull 1977). Düzeyler arası bir teori moleküler genetik örneğindeki gibi birden fazla analiz düzeyindeki teorilerin tanımlayıcı ve açıklayıcı kaynaklarını kullanabilir. Nedensel ilişkiler ve çeşitli teorilerdeki kavramlar hakkındaki bilgileri olgunun daha bütünleşik, bilgilendirici ve kapsamlı açıklamasını sağlamak adına onun hipotezlerine dahil eder. Bu geliştirilmiş tanımlayıcı kabiliyetler, alt düzey teorilerin tek başına tarif edemeyeceği problemlerin çözülmesi hususunda düzeyler arası bir teoriye imkân sağlar. Örneğin biyokimyanın teorik kaynakları kalıtım ve gelişimin mekanizmalarının açıklamasını meydana getirmeye kâfi değildir. Sitoloji ve genetiğin rehberlik ve takviyesini gerektirirler. Moleküler genetik bu tür bir araştırmaların odak noktası haline gelmiştir.

Bu meselelerin hiçbiri Churchland’ın realizmine mâni değildir; sadece onun (ve seleflerinin) eleyiciliğini zayıflatırlar. Psikoloji (niyetsel, sağ duyusal, zihinsel ve/veya bilişsel) ve nöro-bilim arasındaki ilişki (Churchland’ın vurguladığı gibi) teoriler arasındadır. Temel mesele bu teorilerin farklı analiz düzeylerinde çalışıyor olmasıdır. Psikoloji ve nöro-bilim temel olarak insan etkinliğinin çeşitliliğinin farklı açıklamalarını sağlarlar. Psikolojik sistemler kati olarak sinirsel sistemlere bağlıdır (tıpkı sinirsel sistemlerin biyokimyasal sistemlere bağlı oluşu gibi).  Nöro-bilimin tartıştığı fenomenler Fodor ve diğerlerinin belirttiği gibi basit olmayan bir tarzda da olsa kısmi ölçüde psikolojinin tartıştığı fenomenlerin kurucusudur. Bu yüzden fizyolojik sistemler gibi psikolojik sistemlerin bileşenlerine ait tanımlara da tipik şekilde işlevsel olarak yaklaşırız. Psikoloji ve nöro-bilim farklı kavramlar ve ilkeleri kullanır ve her biri çalışılan nesnenin farklı yönlerini vurgular. Her biri farklı problemler üzerinde az ya da çok etkili olan açıklamalar sunar. Her iki alanın (ve felsefenin) bilimsel araştırmacıları en azından nöro-bilimde kimi empirik araştırmaları teşvik etmiş, ontolojilerinin bileşenleri arasındaki varsayımsal özdeşlik ilişkilerini hevesle tasdik etmişlerdir. Nöro-bilim psikolojiden daha geniş bir olaylar sınıfı ile ilgilidir ama daha düşük bir düzeyde çalıştığından beklenen bir durumdur bu. O halde, düzeyler arası teorik ilişkilerin tüm işaretleri mevcuttur.

Eleyici materyalizmin tüm versiyonlarının yaptığı hata psikoloji ve nöro-bilim arasındaki düzeyler arası ilişki hakkındaki eleyici sonuçlarını düzey içi bağlamlara denk düşen bir analiz temelinde elde etmek olmuştur. Eleyici iki düzeydeki teorilerin pek çok mühim kavramsal kopukluk taşıdığını haklı bir şekilde savunur ancak isabetsiz şekilde bu tür karşılaştırılamazlığın bir teori ya da diğerinin elenmesini gerektirdiği sonucunu (şüphe yok ki sıkı Kuhncular tarafından kışkırtılmalarına binaen) çıkarır. Bilimsel devrimler esnasında düzey içi bağlamlarda bu tür krizler radikal cinste bir operasyonu gerekli kılar ama düzeyler arası bağlamlarda bu tür bir kıstas potansiyel olarak bilimsel keşif için mühim bir müşevviği yok edecektir. Bilim tarihi düzeyler arası bağlamlarda teori değişimi veya elenişi için bir numune sunmamaktadır. Bunun tek yolu Churchland’ın spektrumunun tamamen karşıt kutbundaki düzeyler arası durumlardır. Bu daha üst düzey teorinin tüm ilkelerinin daha alt düzey teorininkilerden tümdengelimli sonuçlar olarak çıkarıldığı ve daha üst düzey varlıkların ve tüm özelliklerinin daha alt düzey varlıkların ve tüm özelliklerinin[16] toplamıyla sıkı bir şekilde özdeşleştirilebildiği klasik mikro-indirgeme durumu denilen durumdur. Buna rağmen yine bu dahi, zarureten, kendileri alt düzey teoriye indirgenebilir olmayan bir dizi indirgeme fonksiyonu kullanacağından, daha üst düzey teorinin elenmesi adına mantıksal bir taahhüt vermez.[17]

Bununla birlikte Churchland’ın bilimsel realizmi şüpheci tenkitler karşısındaki savunmasını, tüm sağduyunun temel olarak kuramsal boyutta olduğuna dair ısrarını ve gelecekteki bilimin sağduyu psikolojisine bağlı kalmayacağı öngörüsünün tasdik ederek neticelendirmek istiyorum. Teorilerin yer değiştirmesi yine de düzey içi bir olgudur. Bu yüzden sağduyu psikolojisi öğretisinin müdafileri nöro-bilimdekilere değil daha ziyade deneysel bilişsel psikolojideki gelişmelere karşı azami dikkat göstermelidir. Bu alan psikolojik görüşlerimizde Kuhncu anlamda devrim yaratmak adına pek az emare gösterse de bundan onun, sağduyu psikolojisinin yerini almaktan (ve hatta belki bütünüyle elemekten) aciz olduğu çıkarılmaz.[18] Galileo’nun serbest düşme yasasının durumunda olduğu gibi, sağduyu psikolojisi açıklayıcı ve öngörücü amaçlarımızın pek çoğu için günbegün karşılaştığımız durumların çoğunu akla yatkın derecede iyi bir şekilde ele almaktadır. Ama yine Galileo’nun yasası gibi bu da, sağ duyusal psikolojik görüşlerimizin bir kısmının soluk bir temsilinin geleceğin psikolojisinde kısmen yer alabilmek adına direnebileceğinden öte bir imada bulunmaz.

Robert N. McCauley[19]

Tamer Şık (çeviren)

Not: Aralık 1984’te yayınlandı; Mart 1985’te revize edildi.

 

Kaynaklar:

Allen, Max (1983), “Models of Hemispheric Specialization”, Psychological Bulletin 93: 73-104.

Bechtel, P. William (1984), “Autonomous Psychology: What It Should and Should Not Entail” in PSA 1984, Peter Asquith and Philip Kitcher (eds.). Volume 1. East Lansing, Michigan: Philosophy of Science Association.

Bechtel, P. William (ed.) (forthcoming), Integrating Scientific Disciplines. Dordrecht: Martinus Nijhoff.

Brewer, W. (1974), “There is No Convincing Evidence for Operant or Classical Conditioning in Adult Humans” in Cognition and the Symbolic Processes. Walter Weimer and David Palermo (eds.). Hillsdale, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates.

Brown, Harold (1979), Preception, Theory and Commitment. Chicago: University of Chicago Press.

Causey, Robert (1977), Unity of Science. Dordrecht: Reidel.

Churchland, Paul (1979), Scientific Realism and the Plasticity of Mind. Cambridge: Cambridge University Press.

—— . (1981), “Eliminative Materialism and the Propositional Attitudes”, Journal of Philosophy 78: 67-90.

—— . (1984), Matter and Consciousness. Cambridge: The MIT Press.

Cornman, James (1962), “The Identity of Mind and Body”, Journal of Philosophy 59: 486-92.

Darden, Lindley, and Maull, Nancy (1977), “Interfield Theories”, Philosophy of Science 44: 43-64.

Feyerabend, Paul (1962), “Explanation, Reduction, and Empiricism” in Scientific Explanation, Space and Time, Herbert Feigl and Grover Maxwell (eds.). Minnesota Studies in the Philosophy of Science. Volume HI. Minneapolis: University of Minnesota Press.

—— . (1975), Against Method. London: NLB.

—— . (1978), Science in a Free Society. London: NLB.

Fodor, Jerry (1975), The Language of Thought. New York: Thomas Y. Crowell Company. . (1981), Representations. Cambridge: The MIT Press.

Kitcher, Patricia (1984), “In Defense of Intentional Psychology”, Journal of Philosophy 81: 89-106.

Kuhn, Thomas (1970), The Structure of Scientific Revolutions. Second edition. Chicago: University of Chicago Press.

Laudan, Larry (1977), Progress and Its Problems. Berkeley and Los Angeles: University of California Press.

McCauley, Robert (1981), “Hypothetical Identities and Ontological Economizing: Comments on Causey’s Program for the Unity of Science”, Philosophy of Science 48: 218-27.

—— . (1984), “The Not So Happy Story of the Marriage of Linguistics and Psychology”, presented at the Conference on Integrating Scientific Disciplines, Georgia State University. Forthcoming in Synthese.

—— . (1986) “Problem Solving in Science and the Competence Approach to Theorizing in Linguistics”. Journal for the Theory of Social Behavior 16: 299-313.

McCloskey, Michael (1983), “Intuitive Physics”, Scientific American 248: 122-30.

Maull, Nancy (1977), “Unifying Science Without Reduction”, Studies in History and Philosophy of Science 8: 143-62.

Nagel, Ernest (1961), The Structure of Science. New York: Harcourt, Brace, and World.

Nickles, Thomas (1973), “Two Concepts of Inter-theoretic Reduction”, Journal of Philosophy 70: 181-201.

Robinson, Joseph (1982), “The Sodium Pump and its Rivals: An Example of Conflict Resolution in Science”, Perspectives in Biology and Medicine 25: 486-95.

Rorty, Richard (1965), “Mind-Body Identity, Privacy, and Categories”, Review of Metaphysics 19: 24-54.

—— . (1970), “Incorrigibility as a Mark of the Mental”, Journal of Philosophy 67: 399-424.

—— . (1979), Philosophy and The Mirror of Nature. Princeton: Princeton University Press.

—— . (1982), Consequences of Pragmatism. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Schaffner, Kenneth (1967), “Approaches to Reduction”, Philosophy of Science 34: 137-47.

Sutherland, N. S. (1970), “Is the Brain a Physical System?” in Explanation in the Behavioural Sciences, Robert Borger and Frank Cioffi (eds.). Cambridge: Cambridge University Press.

Wimsatt, William (1976a), “Reductionism, Levels of Organization, and the Mind-Body Problem”, in Consciousness and the Brain, G. Globus, G. Maxwell, and I. Savodnik (eds.). New York: Plenum Press.

—— . (1976b), “Reductive Explanation: A Functional Account” in PSA 1974, R. Cohen, C. Hooker, A. Nicholas, and J. van Evra (eds.). Dordrecht: Reidel.

Dipnotlar:

  1. Robert Causey (1977) burada yer alan karmaşıklıkların en kapsamlı açıklamasını sunmuştur.
  2. Stoacıların evrendeki maddi varlıkların hareketini ve canlıların yaşamını açıklamak için başvurdukları kavram. Ruh ya da can olarak tanımlanabilecek öz.
  3. Modern kimya öncesi dönemde maddenin temel bileşenlerini adlandırmak için kullanılan terim.
  4. Kimyasal yanma olayı keşfedilmeden önce yanma esnasında ortaya çıktığı kabul edilen madde.
  5. Termodinamik yasalarının bilinmediği dönemlerde ısının maddi nesneler arasında akışkan olarak aktarıldığını ve “kalorik” adlı bir madde olduğunu varsayan eski teoriye atıfta bulunuluyor.
  6. Evrenin boşluklarını teşkil ettiği sanılan, ışığın yol almasını sağladığı düşünülen âtıl bir terim.
  7. Feyerabend şunu ileri sürüyor (1962): Bir deyimin kullanışlılığının ne kadar örneği olsa da bu o deyimin ilelebet tutulması gerektiğini göstermeye yeterli değildir. Kavramsal değişimler, yaşadığımız dünyanın özelliklerinin açıklamasına yönelik belirli bir zamanda kullanılan sistemin herhangi bir yerinde ortaya çıkabilir. (Sayfa 89
  8. Daha sonraları, Feyerabend, bilimin vaziyetini endişelendiren benzer bir görüşü savundu(1978). Değerlendirmelerimi burada Rorty’nin görüşlerinin evrilişi ile sınırlandırıyorum, çünkü o eleyiciliğin daha açık sözlü bir savunucusu olmuştur.
  9. Churchland’ın argümanlarını birincil olarak onun (1981) tarihli eserinde “halk psikolojisi” diye adlandırdığı şeye yöneltmiş olsa da onun argümanlarını bilişsel psikolojideki teorileri de aynı şiddette kesmek için ele aldığı aşikardır. Churchland, kendini geleneksel mikro-indirgemeye bağışlamayan herhangi bir teoriyi açıkça hedef alır. Tartışmalı olarak bu hemen hemen tüm psikolojik teorileri içerir (davranışçılığın çoğu formunu da kapsayacak şekilde). Churchland için bilim mevzubahis olduğunda hem zihinsellik hem de niyetlilik kötüdür. İyi huylu formları yoktur.
  10. Bir teorinin diğerine karşı ortaya çıkmasının altında politik, sosyal ve/veya psikolojik önyargıların yatıp yatmadığı, belirli tarihsel bölümlerin öğrencilerinin konusudur (bakınız Maull, 1977, s. 151, not 19). Nadiren de olsa, zaferler o kadar ani ve ölçülemezlikler o kadar köktendir ki, uzun vadede empirik düşünceler ve bilimsel problem çözme faaliyeti terimlerinde anlatılan bir hikâyeyi gölgede bırakırlar.
  11. İki önemli istisna Wimsatt (1976a, 1976b) ve Nickles’tır (1973). Bilhassa ilkinin çalışmalarına minnettarım.
  12. Bu bağlamları mikro-indirgemeci olarak tanımlamak onları basitçe tanıtmakta yararlıdır. Nihayetinde mikro-indirgemecilerin sonuçlarından çok azını, o da eğer varsa tasdik edeceğim. (Aşağıdaki not 9 ve 10’a bakınız.
  13. Bilim felsefesinde açıklanan veya açıklama bekleyen anlamında kullanılan Latince terim. Melzumu, açıklayan anlamındaki explananstır.
  14. Bir ilişkiye konu olan, ilişkinin unsurlarını ifade eden terim. Burada teorik ilişkilere konu olan farklı düzeylerdeki teorileri ifade edecek şekilde kullanılmış.
  15. Bu yüzyılın ilk on yıllarında Mendelci genetikçiler ve sitologlar tarafından genlerin ve kromozomların tanımlanması hakkında Darden ve Maull’a (1977) bakınız.
  16. Bu, Causey’in (1977) tek tip mikro indirgeme olarak adlandırdığı durumun basitleştirilmiş bir açıklamasıdır. Başka bir yerde (1981), herhangi bir zamanda farklı seviyelerden iki teori arasında böyle bir durumun gerçekleşip gerçekleşmediğine dair önem arz eden şüpheciliği tartışmıştım. Termodinamiğin istatistiksel mekaniğe indirgenmesi akla gelen en makul adaydır, ancak burada bile klasik termodinamiğin kavramları ve ontolojisi diğer bilimlerde yeterince dirençli olduğunu kanıtlamıştır öyle ki hiç kimse gazların, basınçların, sıcaklıkların vb. gerçekliğini ortadan kaldırmayı veya inkâr etmeyi önermemiştir.
  17. 1981’de savunduğum gibi, Causey’nin bu sorundan kaçınma stratejileri tesirsizdir.
  18. Bu nedenle, Kitcher’ın teoriler arası ilişkiler konusundaki tartışmasına (1984, özellikle s. 102-6) genel olarak sempati duysam da, argümanının nihai olarak ikna edici bir “niyetsel psikoloji savunması” sunduğuna katılmıyorum.
  19. Lawrence Barsalou’ya, P. William Bechtel’e, Alan Donagan’a, Marshall Gregory’ye, Mark Johnson’a, Ulric Neisser’e, William Wimsatt’a ve Eugene Winograd’a bu makalenin daha önceki versiyonlarına ilişkin çok faydalı değerlendirmeleri için minnettarlığımı ifade etmek isterim.
ABD Çin’e Karşı: “İki Yaldızlı Çağ”ın Çarpışması

“Ancak maddi ve kültürel yaşamdaki tüm ilerlemelere rağmen, bir şeylerin yanlış gittiği hissi baki kaldı (…) bir vida gevşemiş ve böylece çarklar dengesini kaybetmişti. Refah, yakın geçmişte yaşanan krizin de ortaya koyduğu gibi kırılgandı. Eşitsizlik (…) her zamankinden daha belirgin hale gelmişti. Kapitalistler hükümeti kontrol ediyordu.”

Bu pasajda, “American Colossus” kitabının yazarı tarihçi H.W. Brands, 1865-1900 yılları arasındaki Amerika’nın Yaldızlı Çağı’nı (Gilded Age) tarif ediyordu. Ancak bu tanım pekâlâ bugünün Çin’ini de anlatıyor olabilir.

1978’de piyasalara açıldığından beri Çin’in ekonomik ilerlemesi, tam anlamıyla bir mucize niteliğindeydi. Kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hasıla, 1978’den 2012’ye kadar tam 40 kat arttı ve bu büyüme, Dünya Bankası’nın da belirttiği üzere, “büyük bir ekonominin tarihte en hızlı ve sürdürülebilir genişlemesi” oldu. Ancak bu muazzam ilerleme birçok sorunla birlikte geldi; bunlardan biri, 2012 yılına gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri’ndekini bile aşan bir gelir eşitsizliğinin hızla artmasıydı. Aynı yıl, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) yeni Genel Sekreteri Xi Jinping, yolsuzluğun “şok edici” seviyelere ulaştığını ve kontrol altına alınamadığı takdirde “partiyi ve ulusu mahvedeceği” konusunda uyarılarda bulundu. Kamunun ve şirketlerin borçları, sürdürülemez seviyelere tırmanıyordu. 2021 yılında, Çin’in ikinci büyük emlak şirketi Evergrande borç ödemelerini karşılayamadığında, uzun süredir beklenen balonun nihayet patladığı görüldü.

Kitabım “China’s Gilded Age”de (Çin’in Yaldızlı Çağı) savunduğum üzere, 19. yüzyıl Amerika’sından tarihleri ve isimleri çıkardığınızda, o dönemle 1978 sonrası Çin arasındaki paralellikler çarpıcı hale geliyor. Her iki dönem de yıkımın ardından yeniden doğuşu ve ihtişam içinde zenginliği paylaşan dramatik bir hikâyeye sahip. (“Yaldız” terimi, “altın” ile karıştırılmamalıdır; yaldız, değerli ve parıltılı bir yüzeyin altında sert ve adi bir metalin yattığını ifade eder.)

Thomas Piketty ve diğerleri tarafından da gözlemlendiği gibi, Amerika da şu sıralar 19. yüzyılın Yaldızlı Çağı’nın kısmi bir tekrarını yaşıyor. Ancak eskinin dev çelik ve demiryolu kapitalistlerinin yerini, yüksek finans ve teknoloji devleri almış durumda. Küreselleşme, bütün Amerikalılar için refah vaadini yerine getirmedi; bunun yerine, üretimin Çin gibi dış ülkelere taşınması, çok uluslu şirketlere kazanç sağlarken sanayi şehirlerini içten çökertti. 2008 finansal krizinde, Wall Street’teki elitler devletten kurtarma paketleri alırken, sıradan insanlar işlerini ve birikimlerini kaybetti. Halkın hoşnutsuzluğunu sömüren Trump, 2016 başkanlık yarışına “işleri yurda geri getirmek” ve “bataklığı kurutmak” sloganlarıyla girdi ve herkesi şaşırtarak kazandı.

Popüler kültür klişelerinin aksine, Amerika ve Çin bugün bir “medeniyetler çatışması” içinde değiller. Bunun yerine, Temmuz 2021’de Foreign Affairs’de vurguladığım gibi, ilginç bir güç rekabetine tanık oluyoruz: İki Yaldızlı Çağ’ın (Gilded Ages) çarpışması. Hem ABD hem de Çin, keskin gelir eşitsizliği, iktisadi elitlerin devlet gücünü ele geçirmesi, yolsuzluk ve kendilerini güvenceye alma imkânı olmayan sıradan insanların karşı karşıya olduğu kalıcı finansal risklerle mücadele ediyor. Her iki ülke de kapitalizm ile kendi siyasal sistemleri arasındaki gerilimleri uzlaştırmaya çalışıyor. Ancak bu, komünist köklere sahip Çin sisteminde daha büyük bir yoğunlukla yaşanıyor. Hem ABD Başkanı Biden hem de Çin Devlet Başkanı Xi, kapitalizmin aşırılıklarını sonlandırmayı miraslarının temeli olarak görüyorlar, ancak bunu farklı bayraklar altında yapıyorlar. Biden, “daha iyiyi inşa etmeye” söz verirken Xi, kampanyasını “ortak refah” olarak adlandırıyor.

Ancak, ABD ve Çin’in benzer olması, onların tamamen aynı olduğu anlamına gelmez. Amerika, bireysel özgürlüklerin anayasal güvence altında olduğu bir demokrasi iken, Çin tek parti tarafından yönetilen, yukarıdan aşağıya doğru işleyen bir siyasi sistemdir. Bu yüzden iki ülke ilerici reformları çok farklı şekillerde uyguluyor. 20. yüzyılın başında Amerika yükselen bir sanayi gücü olduğunda toplum; yolsuzluk ve eşitsizliğe karşı siyasi aktivizm, kamu hizmetleri ve yozlaşmış politikacıları görevden alarak mücadele etti. Bugün sanayisizleşmiş bir ekonomi ve eskimiş altyapı ile karşı karşıya kalan Biden’ın gündemi, büyük kamu yatırımları için yasalar geçirmek ve şirketlerden alınan vergileri artırmaya odaklanıyor. Öte yandan Xi, kapitalist aşırılıkları ortadan kaldırmak için yolsuzluğu cezalandırma, yoksulluğu ortadan kaldırma ve “sermayenin kaotik genişlemesini” dizginleme amacıyla kampanyalar yürütüyor. Biden gibi Xi de daha adil bir kalkınma hedefliyor ancak tabiki ÇKP’nin sıkı denetimi altında.

Seçtiğimiz anlatılar, deneyimlediğimiz gerçeklikleri şekillendirir. “Medeniyetler çatışması”, ABD ve Çin’in kültürel -ya da daha kötüsü, ırksal olarak– birbirleriyle savaşmaya mahkûm olduğunu ve herkesin bir taraf seçmek zorunda kaldığını ima eder. Bu anlatıya inanırsanız, yeni bir Soğuk Savaş kaçınılmaz olur. Buna karşılık, “iki Yaldızlı Çağ’ın çarpışması” bize ABD ve Çin’in benzer iç sorunlara sahip rakipler olduklarını hatırlatır. Bu rekabet, kimin diğerini düşürüp geçeceği değil, kimin kendi sorunlarını daha önce çözeceği üzerine olmalıdır. Rekabet, karşılıklı yıkım yerine, kendini yenilemenin bir gücü olabilir.

Amerika’nın Yaldızlı Çağı

Amerikan Yaldızlı Çağı’nı bir kişi üzerinden anlatmak için, demiryolu soyguncu baronu ve adını bir üniversiteye bağışlayan Leland Stanford’dan daha iyi bir aday yoktur. Stanford, iş dünyasına tesadüfen adım attı. Wisconsin’deki hukuk bürosu yangında kül olduktan sonra Kaliforniya’ya taşındı ve ABD’nin en büyük demiryolu şirketlerinden biri olan Central Pacific Railroad’un kurucularından biri oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu ve batı kıyılarını baştan başa bir demiryolu ile birleştirmek devrim niteliğinde bir işti ve bu, Stanford’ı Wells Fargo Bank ve Pacific Mutual Life Insurance Company of California’daki yöneticilikleri ile birlikte, zamanının en zengin adamlarından biri haline getirdi.

Demiryolu inşaatı hem maliyetli hem de riskliydi. Bu nedenle hükümet desteği vazgeçilmezdi. 1861’de, Central Pacific’i kurduktan sadece birkaç ay sonra Stanford, bu sefer Kaliforniya valisi seçildi. Göreve geldiğinde eyalet meclisini, demiryolu inşaatına milyonlarca kamu fonu yatırmaya zorladı. Stanford’un iş ortakları, şirketlerinin kârını maksimize ederken bir taraftan da Central Pacific’in hisse senetleri ve rüşvet dolu valizlerin yardımıyla, başarısızlık riskinin vergi mükelleflerine yüklendiği yasaları geçirmek için politikacıları ikna etti. Bu durum, demiryolu şirketlerinin taleplerini karşılayan 1862 Demiryolu Yasası’nın kabulüyle sonuçlandı. Central Pacific, maliyetleri düşürmek için ucuz iş gücünü hakları olmayan Çinli işçileri ithal ederek karşıladı. Bu işçiler maaşlarına zam ve daha güvenli çalışma koşulları talep ettiklerinde ise yönetim, onları aç bırakarak teslim olmaya zorlayacaktı.

Birçok Amerikalı, kapitalizm ve demokrasinin doğal ve mutlu yoldaş olduğunu varsayar. Amerikan liderleri, kendilerini hem serbest piyasaların hem de siyasi özgürlüğün savunucuları olarak görürler. Ancak Brands’in hatırlattığı gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde kapitalizm ve demokrasi, her zaman bir gerilim içinde var olmuştur:

“Demokrasi eşitliğe, kapitalizm ise eşitsizliğe dayanır. Bir demokraside vatandaşlar kamu alanına birer oyla gelirken, kapitalist bir ekonomide katılımcılar piyasaya eşit olmayan yetenekler ve kaynaklarla gelir ve piyasadan eşit olmayan ödüllerle ayrılır”

Ayrıca, kapitalizm eşitsizlik olmadan çalışamaz, diye ekliyor Brands. İnsanların zekâlarını ve çabalarını sonuç üretmeye yatırmalarını sağlayan, eşitsiz ödüller vaadidir; ne kadar çok eşitsizlik varsa, bu dürtü o kadar güçlü olur. Sonunda bu durum inovasyonu ve ulusal rekabet gücünü artırır.

Ancak bu aynı dürtü, açgözlülüğe ve yolsuzluğa da yol açabilir. Zirveye çıkmak her zaman daha iyi ürün ve hizmetleri şart koşmaz. Bunun yerine elverişli yasalar, devlet yardımları, vergi indirimleri ve çeşitli muafiyetler de aynı işlevi görebilir. Yaldızlı Çağ’ın hikâyelerinin arkasındaki tema, kapitalizmin demokrasiye karşı zaferidir. Kapitalistler hükümeti satın alabiliyordu. Bazen, kapitalistler hükümetin ta kendisiydi. Politik avantajlarla donatılmış olarak emeği sömürdüler, piyasaları tekelleştirdiler ve aşırı riskler aldılar. 19. yüzyıl boyunca Amerika, spekülatif yatırımlar, aşırı değerlenmiş hisse senetleri ve dikkatsiz borçlanmalarla bağlantılı olarak bir değil, tam beş finansal panik yaşadı.

Sonunda, Yaldızlı Çağ’ın kaynayan sorunları daha fazla görmezden gelinemedi. Toplumun farklı kesimlerinden kimisi radikal kimisi ılımlı memnuniyetsiz gruplar, ülke çapında toplumsal hareketler başlattılar. Yeni ortaya çıkan işçi sınıfı, hakları adına grevler düzenledi ve bu grevler işverenleri tarafından şiddetle bastırıldı. Öte yandan, orta sınıftan ilericiler ise yönetişimi iyileştirmek için kamu hizmetinin profesyonelleşmesi, anti-tekel yasaları, sağlık ve güvenlik düzenlemeleri, siyasi kampanyalara yapılan şirket bağışlarına kısıtlamalar, vergi reformları ve daha fazlası için baskı yaptılar. Rüşveti ifşa eden gazeteciler ve şeffaflık hareketleri yolsuzlukları ortaya çıkardı. Bu geniş kapsamlı ekonomik ve politik reformlar bütünü, 1890’lar ile 1920’ler arasında süren İlerici Dönem (Progressive Era) olarak bilinir hale geldi.

Brands’e göre ilericiler, “kapitalizmin demokratik şüphecileriydi”. Bir yandan kapitalizm, milyonlarca Amerikalının yaşam standartlarını yükseltmiş ve Amerika’yı, günümüz Çin’i gibi Avrupalı yatırımcılar için en cazip yükselen ekonomi haline getirmişti. Öte yandan, denetimsiz kapitalizmin güçleri, toplumu parçalama ve ekonomiyi istikrarsızlaştırma tehdidi oluşturuyordu. Artık demokrasinin otoritesini yeniden tesis etme zamanı gelmişti. Yeni bir ilerici reform çağı başlatan Başkan Theodore Roosevelt, “Bu kıtaya demiryolu sistemlerini kuran, ticaretimizi geliştiren, sanayimizi büyüten sinai kaptanlar, halkımıza genel anlamda büyük iyilikler yapmıştır,” dedi. Ancak, “Büyük şirketler yalnızca kurumlarımız tarafından yaratıldıkları ve korundukları için var olurlar; bu nedenle onların bu kurumlarla uyum içinde çalışmasını sağlamak bizim hakkımız ve görevimizdir,” diye ekledi.

Bir yüzyıldan fazla bir süre sonra Pasifik’in diğer tarafında başka bir kapitalist devin lideri, bu kez bir Komünist Parti yönetimi altında benzer sözler sarf edecekti.

Çin’in Yaldızlı Çağı

 Eğer Stanford’un siyaset ve iş dünyasındaki hakimiyet tasviri Amerikan Yaldızlı Çağı’nı simgeliyorsa bunun Çin’deki karşılığı, güç ve paranın asimetrik evliliğini temsil eden bir ikili olurdu.

Bo Xilai, modern bir “prens” idi. Babası Bo Yibo, ÇKP’nin öncü isimlerinden biri olarak Mao’nun ölümünden sonra Deng tarafından Çin’in piyasa açılımını yönlendirmek üzere başbakan yardımcısı olarak görevlendirildi. Diğer kıdemli parti yüzleri renksiz ve tekdüze konuşmalar yaparken Bo Xilai, iyi görünümü, cazibesi ve gösterişli tarzıyla öne çıktı. BBC onu “Çin’in Batı tarzı bir siyasetçiye en yakın figürü” olarak tanımladı. 2007’den itibaren Bo, güneybatıdaki geri kalmış bir bölge olan Chongqing’in eyalet parti sekreteriydi. Orada, yoksullar için sosyal yardımları, kamu yatırımlarını, Maocu şarkıları ve suçla mücadeleyi içeren popülist bir gündemi büyük tantanayla uygulamaya koydu. Popülaritesinin zirvesindeyken ÇKP’nin zirvesindeki koltuk için aday olarak görülüyordu. Ancak 2012’de yaşanan şok edici bir dizi olayın ardından Bo, yolsuzluk nedeniyle görevden alındı ve hapse gönderildi. Xi, Bo’nun skandalının ardından iktidara geldi.

Bo’nun yolsuzluğuna dair kamuya açık davalar, kapitalist ortağı Xu Ming’in rolünü ortaya çıkardı. Xu, Bo’nun ailesinin lüks yaşam tarzını yıllar boyunca finanse etmiş ve karşılığında kârlı devlet ihaleleri ve oldukça cömert banka kredileri almıştı. Bütün bunlar; inşaatı, sporu, finansı ve gayrimenkul sektörlerini kapsıyordu. 2005 yılında Forbes, Xu’yu Çin’in en zengin sekizinci kişisi olarak adlandırmış ve servetinin 1 milyar doların üzerinde olduğunu tahmin etmişti. Bo iktidardan düştüğünde Xu da onunla birlikte tutuklandı ve serbest bırakılmasından kısa bir süre önce gizemli bir şekilde öldü.

Çin’in yükselişinin büyük gizemi, sadece Çin’in nasıl zenginleştiği sorusu değildir. Asıl daha karmaşık soru, Bo ve Xu’nunki gibi sayısız skandalda da görüldüğü üzere, Çin’in bu kadar yaygın yolsuzluğa rağmen nasıl  zenginleştiğidir. Eğer yolsuzluğun büyümeyi engellediğine ve ABD gibi Batı ekonomilerinin, önce yolsuzluğu ortadan kaldırarak ve yerine iyi ve hesap verebilir kurumlar kurarak başarılı olduğuna inanıyorsak o zaman Çin, “devasa bir aykırı değer” gibi görünmektedir.

Aslında, eğer Çin istisnai ise, bu ancak gerçek Amerikan deneyimi kadar istisnaidir. Elbette ana akım siyasi ekonomide sunulan mitler ve dogmatikleşmiş anlatılar kadar değil.

“Why Nations Fail” (Ulusların Çöküşü) adlı kitabın yazarları ünlü ekonomistler Daron Acemoğlu ve Jim Robinson’a göre, Amerikan kapitalizmi, Avrupa’dan Kuzey Amerika topraklarına “kapsayıcı” ve “sömürücü olmayan” kurumlar getiren Avrupalı göçmenleri sayesinde gelişti. Sonuç olarak, “Thomas Edison’un Meksika veya Peru’dan değil, ABD toplumundan çıkması şaşırtıcı olmamalı” dediler. Çünkü “özel mülkiyeti teşvik eden, sözleşmeleri güvence altına alan ve eşit rekabet ortamı yaratan ekonomik kurumlar” yeniliği ve büyümeyi teşvik ediyordu.

Ancak Amerika’nın Yaldızlı Çağı’nın tarihine genel bir bakış çok farklı bir gerçekliği ortaya koyuyor. Elbette, toplumun küçük bir kesimi -seçkin beyaz erkekler- güvence altına alınmış mülkiyet haklarının tadını çıkarıyordu; ancak Yerli Amerikalılar, Güney’deki köleler, Çin’den gelen sözleşmeli işçiler, göçmenler ve kadınlar dışlanmıştı. Ayrıcalıklılar arasında bile rekabet eşit değildi. Stanford gibi soyguncu baronlar, kamuoyunun karşısında serbest piyasa ilkelerini savunurken diğer taraftan da devlet tarafından sağlanan ayrıcalıklardan ve korumalardan faydalandılar. Yine de Amerikan kapitalizmi, Çin’inkine benzer sebeplerle patlamış oldu: Belirli bir tür yolsuzluğun ekonomiye tamamiyle egemen olmasıyla. Ben buna “erişim parası” (access money) diyorum; kapitalistlerin, iktidardakilerden ayrıcalıklar satın alması. Bu tür bir yolsuzluk biçimi; zimmete para geçirme veya şantaj gibi sömürücü yolsuzluklardan ayrılmalıdır. Sömürücü yolsuzluklar hem Amerika’da hem de Çin’de kapitalizmin ilk aşamalarında hep vardı ancak idari reformlar ve artan devlet kapasitesi sayesinde bunlar giderek kontrol altına alındı. Ama erişim parası patlama yaşadı.

Erişim parası, kapitalizmin steroidi gibi işlev gördü. Büyümenin özellikle riskli ve dengesiz bir olanını teşvik etti. Çin’deki politikacılar, kapitalist çıkarlar için hizmet ettiklerinde cömertçe ödüllendirildiler. Hep birlikte inşa ettiler, borçlandılar ve yatırımlarını artırmayı sürdürdüler. Bunların hepsi elbette GSYİH’ye katkıda bulundu. Ancak bu büyüme yarışında politikacıların sürdürülebilirliği gözetmeksizin büyük borçların altına girmeleri, devletin artık kamburu haline gelmiş projeler yarattı.

Emlak sektörü, Çin’deki yolsuzluğun en sıcak noktasıydı. Yerel hükümetler, müttehitlere rüşvet karşılığında çiftçileri uzaklaştırıp kırsal arazileri pahalı kent arazilerine dönüştürmelerinde yardımcı oldu. Kolay kredi ve müşterilerinden gelen ön ödemelerle dolup taşan kâr peşindeki müttehitler, mevcut projeleri tamamlamadan daha fazla proje inşa etmeye başladı. O dönemin hızlı büyüme sürecinde Evergrande, işini servet yönetimi ürünleri satmaya kadar genişletti ancak şu an bunların geri ödemesini yapamıyor.

Xi, seleflerinden bir Yaldızlı Çağ devraldı. Çin artık bütünüyle yoksul değil, fakat daha zengin ve oldukça kayırmacı bir kapitalist ekonominin hastalıklarıyla yaşıyor. Partinin diliyle, Çin Komünist Partisi 2021’deki tarihi kararı şöyle kabul etti: piyasa serbestleşmesi, halkın yaşam standartlarını çıplak geçim düzeyinden orta düzeye çıkarmada ‘tarihi ilerlemeler’ kaydederken, ‘Çin uzun süredir çözülmemiş, derin köklere sahip ve yeni ortaya çıkan azımsanmayacak sayıda sorunla’ karşı karşıyadır. Özellikle Xi, özel, serbest piyasaların ‘kaotik genişlemesini’ dizginlemenin zamanının geldiğine inanıyor. Nisan 2022’deki bir konuşmasında ‘sermaye, sosyalist piyasa ekonomisinin kritik bir bileşenidir’ diye ilan etti. Fakat bugün, CCP ‘sermayenin sağlıklı gelişimini düzenlemeli ve yönlendirmeli,’ çünkü bu konu ‘kalkınmanın kalitesi, ortak refah (common prosperity) ve ulusal güvenlik ile toplumsal istikrarı’ ilgilendirir.

Nasıl ki yüzyılın başındaki Amerikan ilericileri kapitalizme karşı demokratik şüpheciler idiyse, Xi de kapitalizme karşı otoriter bir şüphecidir. Tarihi misyonunu, Çin’i Yaldızlı Çağı’ndan çıkarıp bir “Kızıl İlerici Çağ”a taşıma olarak görüyor ve bunun için Leninist araçlar olan tanımlayabileceğimiz emirler ve kampanyalardan yararlanıyor. Onun nihai hedefi yalnızca toplumsal eşitsizliği düzeltmek değil aynı zamanda Çin daha zengin ve küreselleşmiş hale geldikçe bir taraftan da ÇKP’nin iktidardaki hâkimiyetini korumaktır. 2012’de göreve başladığında Xi, -her ne kadar bu şekilde adlandırmasa da- Kızıl İlericilik kampanyasını başlattı. Partinin tarihindeki en büyük yolsuzlukla mücadele hareketi idi. 2021’de gözlemciler, ÇKP’nin bir anda büyük özel şirketlere ve zengin ünlülere yönelik baskısının artığını düşündüler. Aslında bu, Xi’nin Kızıl İlericiliğinin muhtemel bir uzantısıydı.

Gelecek tarihçiler, bu ilginç anı kaydetmeli: Bir komünist parti, kapitalizmi teşvik ettikten sonra onun sorunlarını direktiflerle ortadan kaldırmaya çalışan ilk parti oldu. ÇKP’nin 2021’deki düzenleyici fırtınası yatırımcıları paniğe sürükleyip milyarlarca dolar değerindeki hisseyi silip süpürdüğünde Xi, emirlerinin sınırlarını öğrendi. Aynı yıl içinde yaptığı bir konuşmada, Çinli bürokratlara şöyle dedi: “Yoksulluk sorununu çözmede bolca deneyimimiz var. Fakat kapitalizmi yönetme konusunda hâlâ çok şey öğrenmemiz gerek.”

Neoliberalizmin Geri Tepmesi

Eğer Çin ekonomisi kırılgan görünüyorsa Amerika’daki durum da ondan daha iyi değil. Thomas Piketty ve Emmanuel Saez, ABD’de 1980’lerdeki artan oranlı vergilendirmenin azaltılmasından bu yana artan gelir ve servet yoğunlaşmasına dair endişe verici bir tablo sundu. 1970’te, en üstteki %0,01, ortalama gelirden 50 kat fazla kazanırken, bu rakam 1998’de 250 kata fırladı. Eşitsizlik arttıkça, sosyal hareketlilik de düştü. 1970’te, 30 yaşındaki gençlerin %92’si, kendi yaşlarındaki ebeveynlerinden daha fazla para kazanıyordu; bu oran 2010’da %50’ye geriledi. Pew Araştırma Merkezi’nin 2021’de yaptığı bir ankete göre ABD’li katılımcıların %68’i, bugünün çocuklarının yetişkin olduklarında ebeveynlerinden daha kötü durumda olacaklarına inanıyor.

“2008 mali krizinden bu yana artan eşitsizlik ve yavaş büyüme, Amerikalıların ekonomik beklentileri üzerinde ‘çifte darbe’ yarattı” diyor siyaset bilimciler Brink Lindsey ve Steven Teles. “Büyüme yavaşlaması, yaşam standartlarında beklenen ilerlemenin buharlaştığı anlamına geliyor. Yüksek eşitsizlik ise sadece GSYİH büyümesine bakmanın, popüler ekonomik hoşnutsuzluğun büyüklüğünü küçümsemek olduğu anlamına geliyor. Çünkü büyüme kazanımları, sıradan Amerikalılardan ziyade dar bir elit gruba kaymış durumda.” Onlara göre bu şartlar Donald Trump’ın yükselişini tetikledi ve gelecekte onun gibi demagogları yeniden cesaretlendirebilir.

Bugün birçok uzman, ABD’deki sorunların çoğundan ‘neoliberalizm’ -piyasaların serbest bırakılması ve hükümetlerin müdahale etmemesi gerektiği doktrini– sorumlu tutuyor. Alında asıl sorun, çok az değil çok fazla devlet müdahalesidir. Lindsey ve Teles, Amerika’nın ‘ele geçirilmiş ekonomi’ olduğunu savunuyor. Konut ve finans sektörlerinden fikri mülkiyete kadar uzanan ‘torpilli anlaşmalar’, ABD ekonomisini daha az dinamik ve yenilikçi hale getirdi.

Sonuç olarak, ABD’nin Yaldızlı Çağ 2.0’a girdiğini söylemek yanlış olmaz. Elbette geçmişle bazı paralellikler olsa da dikkat çekici farklılıklar da mevcut. Amerika 19. yüzyıldakinin aksine bugün artık gelişmekte olan bir ülke değil. Oldukça ileri düzeyde ve post-sanayileşme fazında bir ekonomi. Her şeyi temiz bir sayfadan yeniden inşa etme özgürlüğüne sahip değil. Üstüne Amerika; birikmiş regülasyonlar, politik kayırmalar ve yerleşik çıkar gruplarının ağır yüküyle engellenmiş durumda. Daralmış çıkar grupları tarafından esir alınmış olan ABD hükümeti, ulusal çıkarlara hizmet eden temel kamu hizmetlerini -en belirgin olarak altyapı- sağlamakta dahi zorlanıyor. Bir zamanlar kıtalararası bir demiryolu inşa eden girişimci ülke, şimdi eski Amtrak trenlerini onarmakta bile zorlanıyor.

Biden yönetimi için, Amerikan vatandaşlarını ve yasama organını neoliberal doktrini terk etmeye ve büyük kamu programlarını benimsemeye ikna etmek bir zorunluluk. The New York Times’ta yazan Ezra Klein, ‘arz yönlü ilerlemecilik’ terimini kullanıyor. ABD hükümeti, diyor Klein, vatandaşların ihtiyaçlarını yalnızca refah ve bireysel yardım yoluyla karşılamak yerine, bugünün ihtiyaçları için ve Amerikan toplumunu geleceğe hazırlayacak olan mal ve hizmetlerin arzını artırmalı.

Ancak Klein, arz yönlü ilerlemeciliğin tartışmalı olacak bir eşlikçisinden bahsetmiyor: endüstriyel politikalar. Yani belirli sektörleri desteklemeye yönelik politikalar ve sübvansiyonlar. Piyasa köktenciliği, hükümetlerin ‘kazananları seçmemesi’ gerektiğini savunur çünkü aksi takdirde yolsuzluk ve bozulmalara kapı aralayacaktır. Biden yönetimi ve diğer Amerikalı politikacılar ise endüstriyel politikaları haklı çıkarmak adına Çin tehdidine atıfta bulunuyor. “Çin Komünist Partisi, ‘Made in China 2025’ adlı bir plan hazırladı,” diye uyardı Senatör Marco Rubio, “biz ise kayıtsız ve dikkatsizdik.”

Geçtiğimiz yıl boyunca, Biden’ın ‘Daha İyisini İnşa Et’ (Build Back Better) planı ölü gibi kabul ediliyordu. Ancak başkan ağustos ayında aniden bir başarı serisi yakaladı. ABD’de yarı iletken üretimini teşvik etmek için tasarlanan CHIPler ve Bilim Yasası imzalandı. Ayrıca Senato; iklim değişikliği, sağlık hizmetleri ve adaletsiz vergilerle mücadele etmek için Enflasyonu Düşürme Yasası’nı kabul etti. Clinton yönetiminde eski bir danışman olan Alan Blinder, Bloomberg’e “Bu, Eisenhower’ın eyaletlerarasıı otoyol sistemini inşa etmesinden bu yana en iyi arz yönlü ekonomi programı olarak okunabilir” dedi.

Geçtiğimiz on yıllarda ders kitapları, sanki tek gereken buymuş gibi Amerikan kapitalist başarısının başlıca nedenlerinin serbest piyasalar ve özel mülkiyet hakları olduğunu öne sürdü. Fiilen, bu neoliberal anlatı, imtiyaz sahibi kişilerin herkesin inanmasını istediği miti ayakta tutar: Başarının tamamen kendi başlarına elde etmiş olmaları anlatısı. Özel girişimler kutlanmalı ve teşvik edilmelidir. Ancak devletin altyapı ve konuttan teknolojik yeniliğe kadar Amerikan gelişiminde her zaman aktif ve kritik bir rol oynadığını gösteren tarihi gerçeği göz ardı etmemeliyiz. Bugün, bu rol yeni bir ‘Altın Çağ’ bağlamında yeniden canlandırılıyor. Politikacılar, büyük kamu projelerini haklı çıkarmak için Çin ile büyük güç rekabetinden yararlanıyor.

İki Yaldızlı Çağın Çarpışması

Siyaset bilimci Samuel Huntington, 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yazdığı bir makalede şunları ileri sürdü:

“İnsanlık arasındaki büyük bölünmeler ve baskın çatışma kaynağı kültürel olacaktır. (…) Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din yoluyla ayrılırlar. (…) Medeniyetler arası çatışmalarda, asıl soru ‘Sen nesin?’ olur. Bu, değiştirilemez bir durumdur”.

2016’da göreve geldikten sonra Trump yönetimi, ABD-Çin rekabetini tanımlamak için bu düşünce setini yeniden canlandırdı. O dönem Dışişleri Bakanlığı’nda politika planlama direktörü olan Kiron Skinner, “Bu, gerçekten de farklı bir medeniyetle ve farklı bir ideolojiyle mücadeledir ve ABD bunu daha önce yaşamamıştı. İlk kez büyük bir rakip güç, Kafkas (Caucasoid) kökenli olmayan bir ülke olacak” dedi.

‘Medeniyetler çatışması’ fikrinin cazibesi anlaşılabilir ama tehlikelidir. Amerika ve Çin toplumlarının farklı dilleri, gelenekleri ve siyasi sistemleri olduğu bir gerçektir. Ancak Huntington’ın ‘medeniyetler’ kavramı, insanların doğuştan miras aldığı ve onun deyimiyle ‘değiştirilemez’ bir kimlik önerir. Bu, Skinner’ın sözlerinde ima ettiği gibi, farklı ırklara ait insanların kaderinin ayrılmak ve nihayetinde çatışmak olduğunu iddia etmek için sofistike bir kamuflaj sunar.

Aslında, ‘Sen nesin?’ sorusunun yanıtı değişebilir. Bu değişkenlik özellikle çok etnikli demokratik bir ulus olan Amerika’da doğaldır. Özgürlük Heykeli, yalnızca özgürlüğü ve adaleti değil, aynı zamanda umut ve fırsat arayan göçmenleri kucaklamayı da simgeler. ‘Sen nesin?’ sorusunun değiştirilemeyeceğine inanmak, Amerikan rüyasını ve değerlerini reddetmek anlamına gelir. ‘Medeniyet-devlet’ olarak adlandırılan Çin’de bile ‘Sen nesin?’ sorusunun cevabı binlerce yıl boyunca hep evrim geçirmiştir. Çin’in coğrafi sınırları hanedandan hanedana değişmiş, bölgesel kimlikler bir katılaşıp bir çözülmüştür.

Görünüşte soyut olsalar da politikacıların ikili ilişkileri tanımlamak için benimsediği anlatılar sahada gerçek etkiler yaratır. İlk kitabımı okuyan bir ABD subayı, Çin’in ‘yönlendirilmiş doğaçlama’ tanımının, benzer hiyerarşik ve bürokratik yapısıyla ABD ordusunu hatırlattığını söylemişti. Komutanlar yukarıdan stratejiler belirler ancak bunların teknik uygulaması saha düzeyindeki yapılara bırakılır. Sonuç olarak şöyle dedi: “Bu benzerlikleri dillendirseydim meslektaşlarım ve komutanlarım tarafından hor görülürdüm.” Bir toplumdaki bireylerin, başka bir toplumla ortak sorunlarını paylaşmaktan utanç duyması endişe vericidir. Savaş, bireylerin biz ve onlar arasında ortak bir insanlık algısını kaybettiğinde yani psikolojik düzeyde başlar.

Bu nedenle ABD-Çin ilişkilerini iki Yaldızlı Çağ’ın çatışması olarak anlamak önemli sonuçlar doğuracaktır. Bu iki büyük rakip, asla aynı olmasalar da benzerlikleri paylaşabilir. Farklı olan siyasi sistemleri, bir Yaldızlı Çağ’ın sorunlarına çok farklı tiplerde cevaplar verilmesine yol açar. Bir demokrasinin lideri olarak Biden, ilerici politikalarını geçirmek için iki partinin ve halkın desteğini kazanmak zorundadır. Amerikan sivil toplumu, mevcut siyasal-ekonomik modele alternatifleri özgürce ve hararetle tartışmaktadır. Buna karşılık Çin’de, Xi tepeden inme bir dizi Kızıl İlerlemeci kampanya dayatmıştır. Çin’in geleceğinin ne olması gerektiğine Xi ve Çin Komünist Partisi liderleri karar verir; Çin’in geri kalanı ise itaat etmeli ve takip etmelidir.

Sonuç olarak ABD ile Çin arasındaki rekabet, kimin diğerini sabote edip geçeceğiyle ilgili değil. Her iki ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük krizler, kendi kendine verdikleri zararlardır. Hiçbir yabancı rakip, 6 Ocak 2021’de Trump’ın fanatik güruhunun yaptığı gibi ABD Kongresi’ni yağmalayamaz ve demokratik ilkeleri sarsamaz. Hiçbir yabancı rakip, Çin’in en başarılı özel şirketlerini baskı altına almasına ve yatırımcıları korkutmasına yol açan keyfi düzenlemeleri dayatamaz. Ortak zorlukları, kapitalizmi yeniden şekillendirmek ve yönetmektir. Eğer bir yarış varsa bunun kazananı, kendi kendine zarar vermekten kaçınarak kapitalizmi küçük bir süper-elit kesim yerine ortak faydaya hizmet edecek şekilde işleten ulus olacaktır.

Yuen Yuen Ang

Enver Mete (Çeviren)

Not: Bu yazı ilk önce İngilizce olarak 31 Ağustos 2022’de Noema’da (çevrimiçi baskı) ‘The Clash of Two Gilded Ages‘ adıyla paylaşıldı. Orijinal metni için bakınız:

https://www.noemamag.com/the-clash-of-two-gilded-ages/