Bu makale, Alperen Kılıç tarafından Mürekkep adlı platformda yayınlanan “Kemalist Elitler Sivil Milliyetçi miydi?” Yazısına karşın bir cevap mahiyeti taşımaktadır.

Öncelikle Kılınç’a yazısı için teşekkür ederim. Yazıma birçok cevap geldi, ama sanırsam en düzgün cevabın Kılınç’tan geldiğini söylemek yerinde olacaktır. Öncelikle, Kılınç, Anderson’a atıfımı eleştirmiş ve Anthony Smith’in etno-sembolizm kavramından bahsetmiş. Esasında Anthony Smith de kitabında zaten modernist akıma karşı çıkmaktan ziyade, onu tamamladığını vurgulamaktadır[1]. Ayrıca Gellner’in uç pozisyonunun aksine, yazımda premodern bir yurttaşlık sevgisinin modernite öncesi bulunduğunu ifade etmiş ve bu bağlamda Gellner’in pre-modern birbirinden yalıtılmış cemaatler nosyonunun yanlışlığına dikkat çekmiştim. Sanırsam bu kısımlar dikkatsizliğin kurbanı olmuş gibime geliyor.

Uluslar, doğaları gereği inşa eseri olan olgulardır. Bu inşa, içerisinde cemaatlerin tarihsel olarak içlerinde bulundurduğu geleneklerin gerek yeniden icatına gerekse selektif olarak ayrıştırılmasına dayanabilir. Bu mevzuyu Hobsbawm, “geleneğin icadı” kitabında muazzam biçimde aktarmaktadır.[2] Daha da ötesi, son on yılda, uygulamalı ekonometri alanının ulus çalışmalarına yönelmesiyle beraber, bu konuda kesin istatistiki yorumlar yapabilmekteyiz. Örneğin Kersting ve Wolf, Almanya’da ulus inşasının ampirik olarak Napolyon sonrasında bir siyasi proje olarak ortaya çıktığını, soyadları veri tabanını inceleyerek göstermektedir.[3] Bununşa benzer mahiyette birçok çalışma son yıllarda yapıla gelmiştir.[4] Ama daha da ötesi, bugün anladığımız şekliyle ulusların modern çağ öncesinde varolduğunu iddia etmek çok zordur. Bu, modern çağ öncesi uluslarda hiçbir yurt-ata sevgisi olmadığı anlamına gelmez. Fakat bunun modern anlamda, bir ulus nosyonunu teşekkül etmediği anlamına gelmektedir. Ayrıca Kılınç, modernistler içerisinden sadece Gellner’e odaklanıyor gibi gözükmektedir, fakat örneğin Len Scales gibi kişiler, ulusun inşa niteliğinin orta çağa gittiğini dahi vurgulamaktadır.[5] Modernistler, sadece Gellner ile sınırlı olmadığı gibi, Gellner’in çalışmalarındaki birçok kesiti modernist okul geride bırakmıştır. Örneğin hatırlayacak olursak, Anderson, Hayali Cemaatler kitabında dahi Gellner’e karşı eleştirel bir tutumla yaklaşmaktadır.[6] Ama görünen o ki, Kılınç modernist okulun son 30 yıldaki daha güncel ve etno-sembolist çalışmaların belli kısımlarından da yararlanan ürünleriyle pek ilgilenmiyor.

Kılınç, Türk ulusu olgusunu göçebe Türk kavimlerine kadar götürmektedir. Oysa bu aşırı anakronik bir okuma çabasıdır. Türk adının tarihte yer aldığı veyahut belli kişilerin Türk olarak adlandırılması bir şeydir; Türk ulusunun oluşumuysa başka bir şeydir. Ulusçuluk, evvela geniş bir kamusallık ekseninde yatay bir zaman tahayyülü olarak görülmesi gerektiğini göz önünde tutarsak, 1500 yıl önce bir ulus aramanının ne kadar beyhude bir çaba olduğunu anlayabiliriz. 1923 yılına gelindiğinde, Türkiye’de etnisite açısından Türkler vardı; ama bir ulusal ruhun oluşturduğu, Türk milleti olgusu yoktu. Yakup Kadri, 1932 tarihli Yaban romanında, Kurtuluş Savaşı ardındaki manzarayı şöyle betimler: “Eğer, bize zafer nasip olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız bu ıssız
toprakla, bu yalçın tepelerdir. Millet nerede? O henüz ortada yoktur ve onu (…)
yeniden baştan yapmak gerekecektir.”[7] Osmanlı Anadolusunda örneğin “Türk” kavramının maalesef ki, olumsuz bir anlamda kullanıldığı bilinir örneğin. Bu bağlamda Kemalist Türkiye devrimci ruhuyla, yeni bir ulus yaratmış, yeni bir kültür(laik ve modern bir kültürel örüntüdür bu), dil(dil devrimi Türkçedeki kelime haznesini çok önemli biçimde temelli değiştirdi.)ve yurttaş tipi meydana getirmişti. Başka bir deyişle, Atatürk’ün 10. Yıl nutkunda ifade ettiği gibi, ulusal kültür muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarılacaktı. Bu bağlamda Atatürk, 1935’te “yüksek ve devrimci bir kültür düzeyine varmak için önümüzdeki yıllarda daha çok emek vereceğiz”[8] demektir. Son tahlilde, Türk tarihindeki ilk Türk ulus devleti, Türkiye Cumhuriyetidir. Dolayısıyla Kılınç teolojik ve romantik bir bakış açısıyla, Türk ulusal bilincini 2000 yıl önceye götürmesi, maalesef ki pek doğru olmasa gerekir. En başta, fikren 19. Yüzyılın ortasına kadar gitmekle beraber, bunun tam anlamıyla hayata geçiricisi Atatürk olmuştur.

Devam etmeden şunu dile getirmek isterim: Kılınç’ın eleştirdiği yazı, aslında bir makalemin sadece bir parçasını teşkil etmektedir. Matbuu sınırlamalarından dolayı dipnot hariç sadece 1500 kelime metin sınırı dergimizde bulunmaktadır. Dolayısıyla olabildiğince kısa ve öz olmaya çalışıyorum. Ama mesela şuan yazmakta olduğum, cevap niteliğinde yazı dergide değil; internet sitesinde yayınlanacağından böyle bir kelime kısıtına tabii değildir.

Kılınç’ın eleştirmiş olduğu, yazı serisinin ilk bölümünde salt olarak Atatürk’e odaklanma tercihinde bulundum. Ama oysa 2 hafta içerisinde yayınlanacak yeni sayımızda, yazımın ikinci kısmı da olacak. Bu yüzden yazımın başlığı, “Kemalist Elitlerin Tahayyülündeki Türk Milliyetçiliği -1”dir. Burada “-1” figürü bu bağlamda epey önemlidir. Yazımın ikinci kısmında: Mahmut Esat, İsmet Paşa, Şükrü Kaya, Celal Bayar, Yunus nadi vb. Gibi diğer kişilere değineceğim.

Kılınç yazımın kaynak kısmına takılmış ve Kemalist elitin kim olduğu sorusunu sormuş. Fakat sanırsam 12. Dipnot gözünden kaçmış gibi geliyor. Esasında Kemalist elit, tek parti döneminde devlet yönetiminde ve inkilaplarda etkili olan siyasi eliti adlandırmak için kullanılmaktadır. Yani, Kemalist tek parti döneminin siyasal elitlerini kastetmek için kullanılan bir isimlendirme pratiğidir. Bunların içerisine, Şükrü Kaya gibi etkili bakanlar, Fevzi Çakmak gibi paşalar ve Hasan Rıza Soyak gibi Atatürk’ün yakın kurmayları dahil edilebilir. Kemalist elit hakkında prospografik bir çalışmaya yazımda atıf yapmıştım.

Kılınç’ın eleştirisinin muhtemelen en sıkıntılı tarafıysa Zürcher ve Maksudyan gibi kişilere yapılan atıfı vurgulamaktadır. Oysa Kılınç sanki bu dipnotların yer aldığı bağlamı ve cümleleri es geçiyor gibi gözükmektedir; zira bu eserlere atıf yapılmasının sebebi, bunların benim karşı tezimde olduğunun vurgulanmasıdır. Tek Zürcher’in “Kemalist Elitler” hakkındaki prospografik çalışmasını destekleyici biçimde kullanma amacı güttüm ki bu yazı da mahiyeti bakımından türünün tek örneğidir. Kısıtlı alanım olduğundan her şeyin üzerinde detaylıca duramam, fakat dipnotta yaptığım atıf ile bu elitin tam olarak kimler olduğunu merak eden okuyucu göz atabilir.

Bir bilimsel çalışma, gayet tabii, kendi fikrine zıt çalışmaları emsal olarak göstermelidir. Üstelik, bir yazara yapılan atıf, onun sadece atıf yapılan eserini kapsar.(eğer sayfaya atıf yapıldıysa da sadece o sayfayı kapsar.) Örneğin Zürcher’İn Kemalist elitler hakkında prospografik çalışmasına yaptığım atıf; sadece onun o çalışmasını kapsamaktadır. Zürcher’in başka fikirleriyse kapsam dışıdır. Bu çok basit bir bilimsel etik kuralı olduğu gibi, Kılınç bu isimlerin zaten hep beraber Kemalizm’in ırk prensbine dayandığı ve sivil milliyetçilikle tezat halinde bulunduğunu vurguladıklarını atlamaktadır. Mesela Büşra Ersanlı, Türk tarih tezinin ırkçı bir çalışma olduğunu vurgular; oysa ben makalemde bunun böyle olmadığını vurgulamam bir yana, Kılınç bu eleştirel nitelikteki alıntıları bağlamından çıkarmaktadır. Son kertede bu kişiler, aslında Kemalist milliyetçilikteki ırk yoğunluğunu vurgulamaları bakımından, Kılınç ile benzer düşünüyor gibi gözükmektedir.

Kılınç, Zafer Toprak’ın Cumhuriyet ve Antropoloji kitabı bağlamındaki eleştirilerle, yeniden bir kitabın belli bir kısmına atıf yapılmasının, o eserdeki her bir cümleyi de onaylamak ve doğru bulmak anlamına geldiği yanılgısına düşmektedir. Fakat Zafer Toprak’ın Cumhuriyet ve Antropoloji kitabının ana tezi, türk tarih tezinin esasında evrenselci bir yönelim barındırdığı ve ırkçılığa karşı olduğudur. Toprak, tezin latin antropolojisini benimsediğini ve aryan antropolojisini reddettiğini vurgulamaktadır. Yusuf Akçura’nın birinci tarih kongresindeki şu konuşması da buna bir örnektir: “Biz, Avrupa sömürgeleri haline getirilen memleketlerin halklarına Avrupalılar gibi sömürgeci nazardan bakacak değiliz. Biz bütün dünyada yaşayan insanları (Avrupalılar gibi) onlar derecesinde hukuk-u haiz insan evlatları olarak görüyoruz. Avrupalıları doyurmak için yaratılmış hayvan sürüleri gibi değil”[9] Bu doğrudan bir aryan antropolojisi eleştirisidir. Veyahut Sadri Maksudi Arsal da 1. Türk tarihi kongresinde de zeka farklılılarının ırklarla alakasız olduğunu da ifade etmekteydi.[10] Kılınç, üstelik neden Sadri Maksudi Arsal’ın Milliyet duygusunun sosyolojik esası” kitabından bahsetmediğimi sormaktadır. Fakat bu kitap tek parti döneminde değil, 1955 yılında yayınlanmıştır. Benim ilgilendiğim husus, tek parti dönemi sırasında Kemalist elitlerin ne düşündüğüdür. Yoksa Arsal’ın kitabında savımı destekleyecek kısımlar gayette mevcuttur. Örneğin Arsal kitapta üstün ırk olmadığını ve her topluluğun kültürel ilerleme açısından eşit olduğunu yazar:

“Yüksek Irk teorisi, hiçbir bilimsel temele dayanmayan bir görüştür. Bu teori lehine, bilimsel bir gerçek görüntüsü altında ileri sürülen delillerin hiçbiri bilimsel bir değere sahip değildir. İnsan toplulukları, doğuştan gelen ruhsal yetenekler, düşünsel gelişim ve kültürel ilerleme gücü bakımından eşittir.”[11]

Ama bu kısmı bunu alıntılamak, yazım açısından etik olmazdı. Çünkü bu sefer biri, “1955’de yazmış bunu, ikinci dünya savaşı sonrası fikri değişmiştir.” Şeklinde itiraz etseydi, buna verebilecek bir cevabım olmazdı. Cidden de örneğin yine dönemin önemli şahsiyetlerinden biri olan Hamdullah Suphi’nin 1950’lerde milliyetçilik üzerine yazdıklarına baksak, o zaman Tanrıöver’in mukaddesatçı milliyetçilik benimsediğini görebiliriz. Ama 1930’lardaki Tanrıöver’e bakarsak da seküler bir Türk ulusçuluğu anlayışı göreceğiz. Aynı şekilde mesela 1947’de Recep Peker’in liberal ekonomiyi savunan demeçlerinin olduğunu görmekteyiz. Örneğin 7 Eylül kararları ile ekonomide liberalizasyon reformları uygulayan Peker, hükümetinin esaslarının liberal ekonomiye dayandığını bile dile getirecekti.[12] Oysa 1930’lardaki Peker’se tam tersine, liberal ekonominin açık bir hasımıydı. Bu bağlamda bir tarihçi, Kemalist elitlerin iktisadi düşüncelerini anlamak için, 1947’de Recep Peker’in ne dediğine bakması hatalı olacaktır. Zira 1930’lar tek partisindeki Peker farklı düşünmektedir. İlk yazımda sadece Atatürk’e yoğunlaştığımı söylemiştim ve diğer Kemalist elitlere ikinci yayınlanacak yazımda eğileceğimi. O yazıda da daha net görüleceği üzere, özellikle 1923-1945 arasındaki demeçleri ve yazılarından faydalanamaktayım. Birincil kaynakların bilhassa 1923-1945 arasına dayanması bence bu bağlamda epey önemlidir.

Üstelik Kılınç, Arsal’ın kitaptaki ırk tanımına bakıp, 1930’larda ırk sözcüğünün etnisite anlamına geldiğini ifade etmektedir. Ama oysa, 1955’de yazılan bir kitap, bize 1930’lardaki ırkın anlamı hakkında ne söyleyebilir? Yani Kılınç ilginç biçimde, 1955’de yazılan kitabı örnek göstererek, 1930’lardaki ırk kavramının etnisite olduğunu ifade etmektedir. Bu son derece sağlıksız bir çıkarımdır. Arsal’ın 1955 yılında ırkı etnisite olarak görmesi, 1930’larda ırkın etnisite dışında bir anlama gelmediğini kanıtlamaz. Kılınç, ayrıca bu savımı sadece Soner Çağaptay’a dayanarak delillendirdiğimi iddia etmesi de maalesef ki üzücüdür. En başta, 1930’lar Tarih çalışmalarının en etkili kişilerinden biri olan Eugene Pİttard, ırkı etnisiteden bağımsız; antropolojik mahiyet olarak tanımlar. Esasında Zafer Toprak bu durumu uzunca, Pittard’ın anlatımlarıyla Cumhuriyet ve Antropoloji kitabında anlatmaktadır. Kılınç, bu konuda dipnot vermediğmi iddia eder; ama oysa yine bir dipnot gözünden kaçmış gibidir(19. Dipnot). Üstelik, her şeyi geçelim,Vatandaş için Medeni Bilgiler’deki kullanımıyla Atatürk de bu tanımı kabul etmektedir. Atatürk, “Irk ve Menşe Birliği”ni şöyle açıklar: “Türk milletinin her kişisi, birtakım farklarla ve fakat umumi surette birbirine benzerler.” Böylece de Atatürk’ün ırk sözcük seçiminden kastının etnisiteyi değil; vatandaşlar arası umumi benzerlik olduğu sonucunu rahatlıkla çıkarabiliriz.(ki bu da antropolojik bir olgudur) Zira bir soy veyahut etnik olgudan ziyade, umumi benzerlik ifade edilmiştir.

Atatürk’ün milliyetçilik hakkında birçok demeci olmakla beraber, benim bildiğim kadarıyla sadece iki tane elyazması vardır. Bu kısıtlı 1500 kelimelik yerimde, Atatürk’ün düşünce dünyasına daha analitik biçimde yaklaşabilmek uğruna, sadece bu iki elyazmasına odaklanmayı tercih ettim. Bu iki metinde de odak noktasını Renan’ın ulus tanımı oluşturduğundan, Renan’I bilhassa vurgulama amacı güttüm. Çünkü Atatürk doğrudan Renan’ın “Ulus Nedir?”de yaptığı tanımı tekrarlamaktadır. Tabii ki, Atatürk’ün üzerindeki Wells etkisinden bahsetmem kesinlikle daha iyi olurdu. Fakat, Atatürk’ün Wells’in tek dünya fikrinden etkilenmesinden bahsetmemin, bu kısıtlı alanda yanlış anlaşılabileceği çekincesine sahiptim.

Kılınç, Atatürk üzerinde Darwin’in etkisine sahip olduğunu ifade eder ve bu bağlamda çeşitli uygulamalardan bahseder. Kılınç’ın buradaki delillendirme şeklinin oldukça sorunlu olduğu fikrindeyim. Zira böyle bir argümantasyonla Kılınç, benim yazımın kapsamları dışında çıkıyor gibi gözükmektedir. Oysa ki, ben yazımın başında bu incelemenin salt teorik ve düşünce dünyası arkeolojisi olduğunu vurguladığımdan, bu husus benim makalemin kapsamına girmemektedir. Kılınç, Mango’ya atıf yaptığım için; Mango’nun başka bir alıntısını karşıma koyar. Ama bunun alakasını pek çözemedim, ben sadece Mango’yu ikincil destekleyici kaynak olarak ekledim; ama buradaki temel dayanağım bizzati Atatürk’ün şahsi konuşmalarıdır. Şimdi, Mango’nun başka bir kitabındaki alıntı, makalemde aktarmış olduğum, Atatürk’ün “Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir.” konuşmasını elbette ki çürütmeyecektir. Kaldı ki, Atatürk kendi ulus anlayışını şahsi notlarında yazarken, Darwin’e değil; Renan’a atıf vermektedir.

Son olarak Kılınç, Pittard’dan etkilenerek Şevket Aziz Kansu’nun kafatası ölçümlerinden bahseder. Her ne kadar, ünlü “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabında “Kafatası biçimi ırkların sınıflandırılmasında kullanılırsa da toplumsal hiçbir anlamı
yoktur.”[13] gibi cümleler geçse de, bu dönemde antropoloji bağlamında çok yoğun kafatası ölçümleri yapılmıştır. Fakat bence Kılınç burada latin antropolojisiyle aryan antropolojisi arasındaki farkı göz ardı etmektedir. Bu dönemde dünyada antropoloji ikiye ayrılmıştı: Aryan ve latin antropolojisi. Aryan antropolojisi doğrudan bir ırkçılığı ihtiva ederken, Latin antropolojisi de ari ırk kavramına karşı çıkmaktaydı. Esasında Pittard da bilindiği üzere Latin antropolojisinin önemli bir mensubu konumundaydı. Zaten kafatası ölçümlerinin amacı da, ari ırk tezlerine karşı gelerek, Türklerin de diğer avrupalılar gibi “braikefesel” olduğunu göstermekti. Bu bağlamda, bunu tarihsel süreç içerisinde ırkçı olduğunu vurgulamak son derece beyhude bir çabadır. Bu daha ziyade medeniyet ile eşitlik çabasına tekabül etmektedir.

Kılınç’ın çabasını takdir etmekle beraber, Kemalizm’in milliyetçilik anlayışı hakkında getirdiği eleştirilerin çeşitli açılardan yersiz olduğu fikrindeyim. İlk başta, Kılınç aslında bunun bir yazı serisinin başlangıcı olduğunu kaçırmaktadır. Veyahut 1930’lar dünyasında, ulusun hissiyatla şekillendiği fikrinin, sadece Atatürk’ün elyazmalarıyla değil; Şükrü Kaya’dan İsmet Paşa’ya; Paşa’dan Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan’a kadar uzandığını söylemekte fayda vardır. Bu ikinci yazımın konusu olacaktır, ama takdir edilmeli ki onda da yerim sadece 1500 kelime ile kısıtlı olacaktır. Dolayısıyla muhtemelen üçüncü yazıya da sarkacaktır.

Son olarak şunu ifade etmek isterim, bu eleştiri yazısını yazdığı ve bir tartışma başlattığı için Alperen Kılınç’a müteşekkirim. Esasında buradaki hiçbir cümlenin yanlış veyahut kırıcı anlaşılmasını istemem; son derece samimi bir şekilde söylüyorum bunu. Umarım böyle tartışmaların devamı gelir. Ben de bir alıntıyla bitireyim makalemi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1938 tarihli resmi 15. Yıl kitabında şöyle yazar:
“Partinin ve yeni devletin telakkisine göre, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve menşeden olursa olsun Türktür.”

Dipnotlar:
  1. Anthony Smith, Etno-Sembolizm ve Milliyetçilik, çev:Bilge Firuze Çalı,2017, s. 11
  2. Geleneğin İcadı, der: Hobsbawm, Ranger, çev: Mehmet Murat Şahin, 2022, Agora Kitaplığı.
  3. Kersting, F and N Wolf (2024), “On the origins of national identity. German nation-building after Napoleon”, Journal of Comparative Economics
  4. Bu alana, “The Political economy of nation building” denir. Ayrıca tabii ki bunun yanısıra Eugene Weber’in From Peasant to Frenchmen kitabından da bahsetmesek olmaz.
  5. Scales de ulusların inşa eseri olduğunu vurgular, ama bu inşa eserinin kimi koşullarda modernite gerisine uzandığını kaydeder. Veya Cemal Kafadar da kendine ait roma kitabında modernist tezi desteklemekle beraber, Gellner’e karşı eleştirel yaklaşır.
  6. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, çev: İskender Savaşır, Metis, s. 24.
  7. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim, 1991, S. 173-4.
  8. Atatürk’ün Bütün Eserleri, 27. Cilt, 2010, S. 132.
  9. Birinci Türk Tarih Kongresi Konferanslar Müzakere Zabıtları, Türk Tarih Kurumu, s. 607.
  10. Birinci Türk Tarih Kongresi Konferanslar Müzakere Zabıtları, Türk Tarih Kurumu, s. 349-350.
  11. Sadri Maksudi Arsal, Milliyet Duygusunun Sosoyolojik Esasları, 1955, Çeltüt Basımevi, s. 32
  12. Aktaran: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1996, s.161.
  13. Türk Tarihinin Ana Hatları, s. 33

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir