Millet Egemenliği ve Düşmanları 1

Son 50 yıldır insan yaşamında aynı anda hem büyük değişiklikler hem de durgunluklar yaşanıyor. Bunların her birinden ayrı ayrı bahsedilmesine ne kâğıt ne kalem yeter. Ancak ben bugün siyasi yaşamımızdaki birtakım kaymalara değinmek istiyorum. Son elli yılda demokrasinin kavram olarak hiç olmadığı kadar yüceltilirken ortalama kişilerin hayatları üzerindeki erk ve tercih kapasiteleri hiç olmadığı kadar daraldı. Bu paradoks anlaşılmadan günümüz siyaseti hakkında konuşmak, söylem geliştirmek boşuna bir çabadır.

Öncelikle ortada ciddi bir kavram kargaşası olduğu anlaşılmalı; öyle ki bu kargaşa yalnız basit bir yanılgı değil, aynı zamanda mevcut siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin kitleleri istenen doğrultuda yönlendirmesi için gereken temel bir öğedir. Bu kavram kargaşası öyle bir hal almıştır ki artık apaçık olguların bile üzeri örtülmüştür. Öyle ki bugün kimileri beş yılda bir yapılan sandık ayinlerinin sonucuna göre ülkenin hukuk düzenini tasfiye etmeyi kendilerine hak görürken kimileri de demokrasiye giden tek yolun Brüksel’deki teknokratların ve diğer hesapvermezlerin boyunduruğuna girmekte buluyor. Bütün bu savlar da medya, akademi gibi öğeleri de içeren devasa bir rıza üretimiyle insanlara makulmüş gibi gösteriliyor. Bu cendereyi kırmanın yolu başta cumhuriyet olmak üzere kavramların açık bir tanımını yapmak ve bu tanım üzerinden olaylara bakılması gerektiğini düşünenlerdenim.

Şunu belirtmek gerekir ki siyaset pratik bir iştir. Son yüzyıldır pozitif bilimlere öykünerek yapılan soyut tanımlamalar şu ana dek siyasetin işleyişini örtmekle yetinmiştir. Pratik açıdan cumhuriyet bir milletin kendisini, kendisi için, kendisine dayanarak yönetmesidir. Felsefi açıdan bakıldığında bu toplumun kendi kaderine hâkim olabilmesidir. Bu sadece ülke kurmak anlamına gelmez, hayatın her alanında her anda olan bir hakimiyet belirtir. Bu hakimiyet de gaybdan buyruklara yahut kalubeladan kalma geleneklere göre değil milletçe açık amaçlar doğrultusunda açık bir biçimde belirtilir. Bu da olup bitmiş bir şey değil, sürekli devam eden bir süreçtir.

Bu düzen elbette ki yurttaşlarından pek çok şey bekler. Katılım rejimin temelidir. Bu katılım da yalnız seçimlerden seçime var olmaz. Vatandaşlar birbiriyle eldeki durumu konuşmalı, tavır almalı ve buna göre çözüm üretmeli. Bu da belli bir kişilik gerektiriyor, kendi gücünle sorunları aşabileceğine dair bir inançla filizlenen bir kişilik[1]. Bu kişiliğin bir diğer yüzü de özgüvenle harmanlanmış bir öz disiplin. Bu disiplin başkaları tarafından zorlanmaktansa kişinin kendi bilinciyle boyun eğdiği bir disiplindir.

İnsanın ve bir milletin kendi kaderine hâkim olması her ne kadar değerliyse de kimilerini korkutur. Önce birey üzerinden gidelim. Özgürlük genel olarak değer verilse de madalyonun diğer yüzü olan sorumluluktan pek çekinilir. Bir sorun olduğunda kendinden büyüğün ayağına kapanma imkânı olmadan kendi elini taşın altına koymak, gerektiğinde de hata ve suçun bedelinin ödenmesi pek çok insana yük gelir. Özgürlük yanında sorumluluk kadar bilinmezlik de getirir, pek çokları ise az çok emniyet için daracık bir alanı kendine reva görür. Belirlemek değil, belirlenmek ister. Özgürlük yaşamı aynı zamanda bir bakıma çiledir, bu çile aşkın bir değer uğruna çekilir ve ciddi bir ruh disiplini gerektirir. Kısacası insanlar hiç de öyle doğaları gereği özgürlüğü yeğlemezler, özgürlük toplumsal evrimin ilerleyişinde ortaya çıkan bir meyvedir. Özgür insan için önce belli bir bilinç ve altyapı gerekir.

Bireyler için geçerli olan bu durum kitleler ve milletler için de geçerlidir. İnsan toplulukları binlerce yıldır sistemlerini, yasaları ve hatta gündelik yaşamlarını özerk bir biçimde yaratmamışlar, bilakis hep bir kurucu “ötekine” muhtaç olmuşlardır. Kimi zaman ataların ruhu ve evrenin animist düzeni üzerinden biçimlenen töre, kimi zaman da daha karmaşık dinlere dayanarak topluluklar temel bulmuştur. Pek tabii ki kimileri hala bugün bu düzene dönmek istemektedir. Bu açıdan bakıldığında özerk birey ve toplumlar insanlık tarihinde henüz çok yenidir. Bu açıdan bakıldığında çağımızın bunalımları daha iyi anlaşılır.

Bu eskiye dönme arzusundakileri biraz daha açmak gerek. Bu kimselere genel olarak “organik toplumcular” denilebilinir. Sağ sol ayırt etmeksizin pek çoklarına hitap eder; çünkü hitap edilen meleke akıl değil, daha çok insanın akıl öncesi arzularıdır. Düşlerinde geçmişte var olmuş bir “yitik cennet” kurgusu vardır, bu cennette her şey tam ve mükemmel idi. Ama sonunda, tabii ki bir iç nedenden değil, bir dış etkiyle (bu kurgunun şeytanı) bu düzen bozulur. Bu kurgudaki cennet ve şeytan anlatının tipine göre değişebilir ama şema bir bütündür. Burada ele alınması gereken başka bir konu da söz konusu cennetle bugünkü düşkün dünyanın nitelikleridir. Bu cennette herhangi bir dinamizm yoktur, mutlak bir durgunluk hakimdir. Bireyler bilinmezlikte çabalamazlar, onların yerleri zaten bellidir. Olduklarından başka bir şey olamazlar ve bu hallerinden de oldukça memnundurlar. Bütün bunlar da öğeler tarafından değil de bütünü temsil eden bir “öteki” tarafından belirlenir. Burası mecazen bir ana rahmidir. Organik toplumculara göre; bu dünyadan kopuş insanoğlunun başına gelmiş en kötü şeydir ve bu yıkımın onarılması da ancak söz konusu ötekine sorgusuz sualsiz bağlanmayla mümkün olabilir.

Şimdi böyle bir toplum anlayışı neden milli egemenlik ilkesiyle çelişsin ki diye sorulabilir. İlk bakışta çelişmez gibi görülür. Ne de olsa bunların ikisi de bireyciliği içermeyen toplumsal bağlarla oluşmaz mı? Burada gözden kaçırılan nokta toplumun dayanağının iki anlayışta ayrı hatta ters olmasıdır. Öncelikle bu toplumda kişiler özerk değillerdir, onlar organik bir bütünün uzuvlarından ibaretlerdir. Kendileri oldukları için değil, bütüne hizmet ettikleri sürece değerlilerdir. İşlevlerini yerine getirdikleri için değerlilerdir, özlerine ait bir değer yoktur. Bu anlayışta elbette ki sadece birer araç olanların siyaset üzerinde söz sahibi olması mümkün değildir. Siyaset ve hukuk, dolayısıyla siyasi kader yalnızca soyut bir öteki ve onunla ilişkili olan seçkin bir zümrenin elindedir. Bu anlayışın Türk toplumunda yarattığı bunalımlar başka bir yazının konusudur ama okur pek ala ki bunları tahmin edebilir.

İki anlayışın birbirine çeliştiği bir başka nokta da toplum yapısı üzerindedir. Bizzat bireylerin girişim ve çabalarıyla, bireyliklerini yitirmeden medeni topluluk/dernek (Gesellschaft) kurduğu veya devlet yönetimine katıldığı cumhuriyetçiliğin aksine organik anlayışta bireyler ne vardır ne de herhangi bir topluluğa kendi inisiyatifiyle katılır. Kişiler ancak belli bir cemaatin (Gemeinschaft)[2] uzvudurlar ve devletin yönetimi de bireyler üzerinden değil bu cemaat yapıları üzerindendir. Bu düzlemde aslında kişilerin kendi kaderini tayini söz konusu değildir. Ortada bir denge vardır ve bu denge, şartlar ne kadar aleyhine olsa da korunmalıdır. Bu denge de kurucu öteki tarafından ortaya konmuştur, sadece bunun için kutsal ve dokunulmazdır. Değişen koşul ve imkanlara göre kişilerin ortak bir biçimde kaderlerini şekillendirmeleri imkansız görünmektedir.

Özgürlüğe sözde bu kadar değer verilen bir çağda bu anlayışların yükselmesinin nedenlerine aslında yukarıda değinmiştik. Yeni toplum biçimleri insanların erkinliğini kısıyor, insan hayatını ellerinden alıp daha karmaşık yapılara veriyor. Bu düzende birkaç kuşaktır yetişen insanlar da ancak ya Açlık Oyunları gibi çocuksu özgürlük düşleri görüyor ya da organikçi zihniyete yol veriyor. Öğrenilmiş çaresizlikten iki arada bir derede kalmaktansa iradesini toptan bir bütüne teslim etmek istiyor. Bu zihniyetten bahsederken aklınıza pek ala ki İslamcılar gelmiştir ki Türkiye’de genel olarak bu şekilde görünürler. Ama özellikle Batı ülkelerinde bir büyüme karşıtı yeşilcilik gibi biçimlere de bürünebilirler. İnsanların kimisi Guenon’a atıf verirken kimisi radikal ekolojiye dayanmakta. Burada görünüşler ayrı olsa da dipteki güdüler birdir.

Bu yazıda daha sonraki soruşturmalarımızın genel hatlarını oluşturdum. İleride bu organikçi zihniyetin günümüz iktidar aygıtıyla uyumlu olduğunu, hatta millet egemenliğine karşın yükselen asıl tehlikenin bu tepe tepkisi olduğunu sorgulayacağım. Esasen burada ve ileriki soruşturmalarda yapmaya çalıştığım şey insan varoluşunun güncel durumunun anatomisini yapmak ve mevcut bunalımdan çıkış yollarını daha soyut bir açıdan ele almak. Görünüyor ki daha yeni başlamışız.

Dipnotlar

[1] Söz konusu kişiliği açıklayan bir yazı için bknz. https://www.murekkepyayincilik.com/p/guclu-ve-karakterli-olmak

[2] Gemeinschaft-Gesellschaft denen kavram çifti Thomas Hobbes’un De Cive adlı eserindeki “union-concord” ikilisinden bu yana sosyoloji yazınında ciddi yer kaplamıştır. Gemeinschaft yani cemaat dediğimiz topluluklarda kişi o topluluğu seçmemiştir, içine doğmuştur yahut itilmiştir. Gesellschaft yani topluluk dediklerimiz de ise kişi o topluluğa kendi seçimiyle girmiştir. İki oluşum arasında güç dinamikleri de farklıdır, cemaat yapılarında erk hiyerarşisi keskinken topluluklarda hiyerarşiler esnektir, kişiler daha fazla irade alanına sahiptir. Şunu da belirtmek gerekir ki bu iki kavram birer ideal tiptir, genel toplumlar onlara birebir uymaz. Bir başka yazıda bu konuyu daha da irdeleyeceğiz.