Bir önceki yazımda cumhuriyet, millet egemenliği ve ona eşlik eden birtakım kavramları inceleyip millet egemenliği ilkesinin tabandaki düşmanlarını masaya yatırdık. Bu yazıda ise kendi açımdan daha tehlikeli bulduğum tepedeki düşmanları inceleyeceğim. Tehlikeli olma nedenleri ilerde açıklayacağım biçimde günümüz toplumundaki orantısız güç ve kaynaklarına bağlıdır.
Söz konusu düşmanlar devletin ve toplumun günlük işleyişine yön verebilenlerdir. Bu kimselere elit veya seçkin demek doğrudur ancak günümüz Türkiye’sinde söz konusu kavram öyle yozlaştı ki kişisel bakımına dikkat eden kişilere hakaret olarak kullanılır oldu. Önceki yazıda olduğu gibi gene gündelik dildeki bir kavram kargaşasını net bir biçimde görüyoruz. Seçkin tanımının toplum içindeki konumlarından ziyade kişisel bakımları, tükettiği ürünler üzerinden değerlendirilmesi aslında günümüz Türkiye’sinde siyasete yön verenlerin de işine gelmektedir. Siyasette etkisi olmayan bir kesimi hınç dolu bir kitlenin önüne atmak seçkinler için tükenmez bir meşrutiyet kaynağıdır. Bu sayede hem seçkin-kitle arasında bir ortaklık kurulur hem de iki taraf da kendi lekelerini bir günah keçisine yükleyerek kendilerini arındırır. Bu psikolojik işleyişin iktisadi ekürisi de orta sınıfın tasfiyesi ve toplumun tamamen iki zümreye indirgenmesi. H.G Wells “Zaman Makinesi” adlı bilim kurgu romanında evrimin devinimiyle insan ırkının yer altında yaşayan vahşi Morloklarla yer üstünde yaşayan zeki ama narin Eloiler olarak ikiye ayrılmasını betimleyerek bu sürecin mantıksal sonucunu bir distopya olarak ele almış ve tüm çağlarda geçerli olacak bir uyarıda bulunmuştur.
Peki günümüz seçkinlerinin cumhuriyetle alıp veremediği ne olabilir? Ne de olsa tarihe baktığımız zaman iktidar değişimleri, toplumsal meşrutiyet gibi başlıklarda cumhuriyetin artıları aşikâr. Pek çoğu da günümüzdeki konuma cumhuriyetin getirdiği imkanlarla ermiştir. Öncelikle şunu hatırlamak lazımdır ki erke erişmenin ve oraya tutunmanın yolları farklıdır, hatta kimi zaman birbiriyle çelişir. Bu sadece cumhuriyet seçkinleri için değil tüm iktidar tarihi için geçerlidir. Cumhuriyet rejiminde birinin yükselmesi kadar düşmesi de pek mümkündür. Ayrıca tepe konumlara yönelik rekabet de seçkinlerin tutunmasını engelleyen başka bir olgudur. Bu yüksek rekabet seçkinleri daha farklı hem maddi hem de itibari açıdan yeni birikim yolları aramaya sürükler. Söz konusu arayışlar iktisadi yönden tekelleşme, siyasi açıdan devletin soyutlanması ve hatta sınırların genişlemesiyle imparatorluğa doğru yolun açılması bunlardandır. Günümüzde bu eğilim daha çok anarko-tiranlık olarak adlandırılan yönetim biçimiyle kendini göstermektedir. Anarko-tiranlık, bir yandan devlet otoritesinin zayıfladığı, yasaların belirli kesimler için gevşetildiği veya uygulanmadığı bir kaotik ortamı içerirken, diğer yandan iktidarı elinde tutanların halka karşı baskıcı ve keyfi uygulamalarını artırdığı bir sistemdir. Bu düzen, toplumu kendi içinde bölerek halkın gücünü zayıflatırken, seçkinlerin iktidarını pekiştirmesine yardımcı olur. Bir yanda düzensizliğin ve hukuksuzluğun körüklendiği bir atmosfer oluşturulurken, diğer yanda bireylerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanarak tepki göstermeleri engellenir.
Seçkinlerin anarko-tiranlığa yönelme sebeplerinden biri, cumhuriyet içinde güçlerini muhafaza etmenin giderek zorlaşmasıdır. Bir demokratik sistemde, iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için halkın desteği gerekir. Ancak, seçkinler bu desteği organik biçimde kazanmak yerine, toplumun algısını manipüle ederek, ekonomik ve politik sistemleri kendi çıkarları doğrultusunda dizayn ederek varlıklarını sürdürmek isterler. Bunun en etkili yollarından biri de, toplum içinde yapay krizler yaratmak ve devletin işleyişini keyfi hale getirmektir.
Son elli yılda küresel anlamda gördüğümüz süreç bu sayılan öğeleri içermektedir. Ekonomide büyük şirketler, merkez bankaları ve devlet büyüklerinin kapalı alanlarda bir araya gelmeleri, ayrı vizyonlar koyarak rekabet etmesi gereken siyasi partilerin giderek aynı kurulu düzenin aygıtlarına dönüşmesi, vatandaşların refahının peyderpey sinsice azalışı ilk aklımıza gelenlerdir. Aslında daha derinlemesine irdelersek ilk bakışta alakasız görebileceğimiz kimi olguların da bu gelişmelerle ilgili olduğunu görürüz. Bu aralar pek moda olan “dejenerelik” kavramını ele alalım. Bu kavramın ilk ortaya çıkışı Fransız filozof Montesquieu’nün Roma’nın çöküşünü değerlendirmesi esnasındadır ama arşa çıkışı 19.yüzyıl sonundaki ortamdadır. Fransızca yüzyılın sonu anlamına gelen “fin de siecle” dönemi siyasi tutukluk, uyuşturucu ve fuhşun yüzeye çıkması gibi alanlarda bugünle pek çok ortaklık barındırmaktadır. Ancak hatırlamamız gereken önemli nokta bu dönemin hemen öncesinde 1873’ten itibaren dünya ekonomisini kıran Uzun Bunalım’ın sonunda Batı ekonomisinde kartellerin yani bugünkü deyimle tekellerin oluşması ve Batı ülkelerinin dünyayı arada bölüşmesiyle 1.Dünya savaşına kadar devam edecek bir yalancı baharın içinde bulunmasıdır. Bugünün şartlarının da bir sahte baharın, 2008 krizi öncesi, olduğu malumdur. Bunları günümüze has olarak de görmemek gerek. Benzer süreç ve döngüler insanlık tarihinin başından beri süregelir. Tarih tekerrür etmez ama kafiyelidir sözü boşuna söylenmemiş. İktisadi ve siyasi değişimlerin kültür ve sosyal ahlaktaki yarattığı bu değişimler dahi kafiyelidir. Emin olun ki bunun daha önceki dönemleri de vardır.
Seçkinlerin erkinliğinin ve kitleler üzerindeki gücünün dahi tarihin hareketlerinin izin verdiği kadar olduğunu böylece görmekteyiz. İşin tarihsel boyutunu bir kenara koyduğumuzda dahi seçkinlerin imkanlarının bize inandırmaya kadar geniş olmadığını görmek mümkündür. Bugünkü anarko-tiranlığın en büyük zayıflığı, sürdürülebilir olmamasıdır. Tarih boyunca görüldüğü üzere, halk egemenliği sürekli bastırılmaya çalışılsa da belli bir noktada kitlesel tepkiler kaçınılmaz hale gelir. Her ne kadar etkili olsalar da seçkinler toplumda azınlıktır ve tasarılarını gerçekleştirebilmek için pek çok öğeye muhtaçtırlar, bunlardan belki de en önemlisi tabanın rızası ve desteğidir. Tasarıları askeri yönden asker, iktisadi yönden işçiye, siyasi yönden de destekçiye muhtaçtır. İnsanlık tarihinin en önemli paradokslarından biri böylece açığa çıkmış olmaktadır: Muktedirler tabilerine muhtaçtırlar.
Türkiye’de çok sık dillendirilen bir güçlü devlet geleneği tezi vardır.[1] Bu tezin ana hatlarına göre 250 yıllık modernleşme tarihi boyunca devlet ve onun seçkinleri etkin rolü üstlenmişken toplum hep pasif kalmış, güdümlenmiş ve biçimlendirilmiştir. Halbuki bu süreçte de modernleşmenin hızı ve niteliği pek çok kez tabandaki kesimler tarafından belirlenmiş ve biçimlendirilmiştir. Tabana faydası olacaklar öne çekilmiş, tartışmalı yahut kimi kesimleri hiç de memnun etmeyecek kimi tasarılar ertelenmiş yahut sonsuza dek rafa kaldırılmıştır. Gerçeğin dışında olmasına rağmen bu tezin siyasi işlevine yazının başında değinmiştik.
Yazının burasına kadar siz değerli okurlara seçkinlerin neden cumhuriyetle dertli olduğunu, tarihsel bir sürecin şuursuz aktörleri olduklarını ve siyaset açısından imkanlarının ancak tabanın izin verdiği ölçüde var olduğunu anlatmaya çalıştım. Ama hala kafanızdaki önemli bir soruyu yanıtlamadığımı ve onu ihmal edemeyeceğimi de biliyorum; tüm bunlara rağmen neden millet egemenliğinde ısrarcı olmak gerekir?
Antik Yunan’dan bu yana tüm siyaset felsefesinin ana eksenini siyasi döngü yani devletlerin kuruluşlarından yıkılışlarına kadar olan süreçler yatar. Ancak tıpkı fizikteki devridaim gibi bu felsefinde hedefinde bir ideal yatar: ebedi devlet. Bugüne kadarki tüm ebedi devlet çabaları kısa süreli altın çağların tiranlığa evrilirken meşrutiyet yaratmaktan başka işe yaramadı. Sadece millet egemenliğiyle bezenmiş cumhuriyet içinde bu potansiyeli barındırıyor. Önemli olan sadece bu devletin müddeti değil aynı zamanda yurttaşlarının refahıyla özgürlüğünden de eksiltmemesi ve hatta imparatorlukların aksine bu ikisinin çatışmaması, erdemlerin kamuya hâkim olması. Bunlar ancak cumhuriyetle mümkün olabilen değerlerdir ki onu savunmaya değer kılarlar.
Cumhuriyetin savunulması, sadece bir yönetim biçiminin korunması anlamına gelmez. Bu, aynı zamanda yurttaşlık bilincinin, hukukun üstünlüğünün, eşitliğin ve adaletin yaşatılmasıdır. Tarih boyunca görüldüğü gibi, eğer halk kendi egemenliğini talep etmez ve savunmazsa, muktedirler bu boşluğu hızla dolduracaktır. Egemenliğin halkta olması, sadece bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. Cumhuriyetin yaşaması, halkın ona sahip çıkmasıyla mümkündür. Aksi takdirde, tarih boyunca görüldüğü gibi, özgürlüğü kaybetmek an meselesidir. Özgürlüğün kaybı da insanlığın kaybıdır. İşte bu yüzden millet egemenliği sadece bir ilke değil, toplumun geleceği için vazgeçilmez bir teminattır.
Dipnotlar
- Bu tezin detaylı bir eleştirisi için Demet Dinler’in “Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi” yazısına bakabilirsiniz.↩